20 Mayıs 2016 / Cuma
İlk eski şehrimiz oluyor. Kavala'dan ayrılmadan; bir gece önce gördüğümüz kaleye ulaşmak için gidiyoruz burna. Kavala sadece buradan oluşsa ne güzel olurmuş dedirtiyor, tabi ki bu naif bir dilek olarak kalacak.
Her coğrafyanın eninde sonunda kaderine yenik düştüğü sayısal birikme ve betonlaşarak değişme bu coğrafyayı da ele geçirmiş gözüküyor. Kaleden şehre son bir kez bakıp, kayboluyoruz Panagia'nın ara sokaklarında.
***
Sabah erkenden kaldığımız Hotel Europa'dan ayrılıyoruz. Eski şehir Panagia'nın dar sokaklarında kayboluyor ve en sonunda "haydi" çanını çalıyoruz. Yolcu yolunda gerek. Bugün farklı bir şehir ziyaret edeceğiz, ardından bir ülke geçişi var ve asıl hedef olan Ohrid'den önce uğranacak bir başka şehir. Yolculuk yaklaşık 7 saat sürecek: rota sorunsuz, su gibi akıp geçmemiz lazım ama yol bu. Bizi nelerin beklediğini henüz bilmiyoruz. Bugün yağışlı bir gün. Gezi boyunca 2 ya da 3 kez yağmura yakalanacağız gibi. En azından notlarımız bize bunu söylüyor.
Kavala'yı geride bırakıp otoban üzerinden Selanik istikametine devam ediyoruz. Arada sahil tarafı gölümüze el sallasa da ve hatta cazibesine kapılıp insek de gene dönüp dolaşıp otobana çıkıyoruz. Sabahın erkeni yola çıkınca yaklaşık 1,5 saat sonra, 11 gibi Selanik'e varıyoruz.
Selanik
Büyük, kalabalık ve kaotik bir şehir Selanik. Ziyaret etmeyi planladığımız tek yer var. Sonrasında araba ile sahilde bir tur atıp, Makedonya sınırına doğru yol alacağız. Akşam Ohrid'de güzel bir yemek yemek bizim havucumuz. Navigasyonda "Atatürk Evi Müzesi" işaretlemesinden sonra elimizle koymuş gibi buluyoruz, buluyoruz bulmasına da öylesine kalabalık ki, tur otobüsleri nedeniyle arabayı bırakacak bir yer bulamıyoruz. Bir kaç sokak öteye geri dönüyor, arabayı park edip, Selanik sokaklarında dolaşıyoruz. Kendimizi yaşadığımız büyük şehirlerin kaosunda bulsak da, yürümek iyi geliyor.
Atatürk'ün doğduğu ev bugün müze olarak ziyaretçilere açık. İnternet sağolsun, hepimiz birer yerel rehber oluveriyoruz bir tuş ile. Yol öncesi edinilen notlar aktarılıyor her zamanki gibi:
"Atatürk Evi Müzesi, yaygın görüşe göre Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün 1881 yılında dünyaya geldiği yer olan ve bugün müze olarak kullanılan Selanik'teki evidir. Selanik Belediyesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıldönümü vesilesiyle 1933’te evi satın alıp Mustafa Kemal Paşa’ya hediye etmeye karar vermiş; satın alma işlemleri tamamlanıp hediye edilmesi 1937’de gerçekleşebilen ev 1953’te müze olarak açılmıştır" vikipedi
Biz biraz geç gidince bir bakıyoruz ki, babam evin merdivenlerinde elinde de Türk Bayrağı var. Hemen eşim de gidiyor yanına, bizden önce gelen kafile akıl etmiş bayrağı, bize de fotoğraf için vermişler. Biz de bir başkasına devredip, içeri giriyoruz. Tüylerim o kapıdan içeri girer girmez kabarıyor. Garip bir duygu seli gelip gözkapaklarıma dayanıyor. Çevremde kim varsa, herkes benzer duygular taşıyor. Gezip çıkmak üzere olanlarda hep bir iki damla gözyaşı.
Bir odaya kafamı uzatıyorum. Annesi içeride oturuyor, gidip ellerinden öpesim var. Öyle garip bir duygu. Anı fotoğrafları için çalışan parmaklar ve fotoğraf makinelerinden çıkan mekanik sesler dışında neredeyse çıt çıkmıyor, huşu denen şey bu olsa gerek.
Bir başka odada babam Atatürk ile sohbet eder gibi; onu o halde görünce duraksıyorum. Belli ki söyleyecek çok sözü var, uzun süre ayrılamıyor o noktadan. Müze güzel harmanlanmış, yazılar, fotoğraflar, mumyalar... Okuyoruz, yürüyoruz, acılı bir hüzün kaplamış her birimizi. Evin inanılmaz bir enerjisi var. Bunu attığınız her adımda hissediyorsunuz.
Çıkışta bir kahve molasını hak ettik. Duyguları sindirip, yola devam etmek lazım, trafik giderek kitleniyor. Ana arterlerden birinden sahile inip gitmeyi planlıyoruz. Oturduğumuz cafenin wifi şifresi ile bir kez daha bakıyorum yola. İlerden üçüncü sağ sokaktan aşağıya ineceğiz. Sonrası bizi şehrin çıkışına kadar götürecek.
Trafik içinden çıkılmaz bir halde. Neredeyse hiç ama hiç kımıldamıyoruz. 1 saatten fazla bir süre şehrin içinde dura kalka gittikten sonra, saat 13.30'da Selanik'i geride bırakmayı başarıyoruz.
Rotamızı planlarken Edassa üerinden gitmeye karar veriyoruz. Yaklaşık 3 saat sonra Bitola - Manastır'da olmayı hedefliyoruz. Edessa'yı geçer geçmez dere kenarında bir tesiste mola veriyoruz. Kahveler, çaylar içilip, nefesler tazelenince yağan yağmurla birlikte yola devam ediyoruz.
Yaklaşık bir on dakika sonra attığım çığlıkla arabayı kenara çekiyoruz. Yanlış yöne gidiyoruz, elektronik tüm aletler aynı şeyi gösteriyor. Bir kez daha bakıp tamam o zaman diyoruz, teknolojik akıllı aletlerin çizdiği rotaya göre bir 6 km. geriye gitmemiz ve orada yol ayrımından sola devam etmemiz gerekiyor. İç sesimiz bunun böyle olmadığı konusunda diretse de, yolda bir karar vermek gerek ve biz teknolojiye güvenmeyi seçiyoruz.
Geriye dönüyoruz ama hislerimiz sürekli aynı şeyi söylüyor, sanki bir önceki yol daha "ana yol"du. Bir süre sonra hislerimizin bizi yanıltmadığını anlıyoruz. Dağa doğru tırmandıkça, yol daralıyor ama manzara muhteşem bir hal alıyor, "google map"ten kontrol edince, göllerin üzerinden geçtiğimizi anlıyoruz. Oysa göllerin alt kısmında kalan yol bir vadiyi takip ediyor. Bir süre sonra manzaranın keyfini çıkarıyoruz, hava gri ve yağmurlu. Yaklaşık bir saat sonra o yolla bu yol birleşecek, yeşile kendimizi bırakıp, tek tük geçen araçlara seviniyor ve sonunda Siteria'ya varmadan asıl gelmemiz gereken yolla birleşen yol üzerinden Nikki'ye doğru devam ediyoruz, sınıra az kaldı neredeyse 1 saat sonra yeni bir ülke yeni bir şehir.
Bitola - Manastır
Makedonya'nın ikinci büyük şehri. Bizim açımızdan önemi ise; Atatürk'ün Manastır Askerî İdadisi’nde okumuş olması. Arabayı merkezde bir otoparka bırakıp yürümeye başlıyoruz. Meydana vardığımızda, bir kilise, iki cami ve heykelden oluşan silueti ile şehir bizi kucaklıyor. Bir kaç kare fotoğraf çekip, müzeye doğru gidecekken, yağmur inceden inceden bulutlardan selam ediyor. Müzeye doğru hızlanan adımlara eşlik eden yağmur damlaları ile artık ıslanmaya başlıyoruz.
Islanırken gülen, hatta kahkaha atan kaç aile vardır bilinmez ama bir halimize çok gülüyoruz. Arabada 3 yağmurluk, 3 şemsiye olmasına rağmen biz günlük güneşlik bir havada yürüyüşe çıkmış gibiyiz. Islanmaktan öte köy yok deyip, müzeye varıyoruz. Bugün ikinci kez benzer duygu yoğunluğunu yaşıyoruz. Annem ve babam anı defterine yazacaklarını kararlaştırırken bir fotoğrafa dalıp gidiyorum. Kadınların zarifliğine ve şıklığına, adamların beyefendiliğine hayran hayran bakıyorum.
Islanırken gülen, hatta kahkaha atan kaç aile vardır bilinmez ama bir halimize çok gülüyoruz. Arabada 3 yağmurluk, 3 şemsiye olmasına rağmen biz günlük güneşlik bir havada yürüyüşe çıkmış gibiyiz. Islanmaktan öte köy yok deyip, müzeye varıyoruz. Bugün ikinci kez benzer duygu yoğunluğunu yaşıyoruz. Annem ve babam anı defterine yazacaklarını kararlaştırırken bir fotoğrafa dalıp gidiyorum. Kadınların zarifliğine ve şıklığına, adamların beyefendiliğine hayran hayran bakıyorum.
Balkanları gezerken yaşanacak bir sıkıntı ile burun buruna kaldığım otoparkta çat pat Türkçe konuşan bir çingene, babamlardan bir euroyu koparırken benim o yağmurda çarşıya geri dönüp para bozdurmam gerek. Oysa park ettiğimiz yerden sağa değil de sola dönsek ne duvar ne bariyer var ama biz gene de kapıdan çıkalım istiyoruz. Kapı görevlisi euro ile yapacağım ödemeyi kabul etmiyor, hatta Nuh bile demiyor. Tartışmak anlamsız ve yağmur şiddetini her saniye daha da fazlalaştırıyor. Hepi topu bir euro olan otopark ücretini ödeyebilmek için çarşıya gidip döviz bürosu buluyorum. En küçük kağıt param olan 5 euroyu uzatıyor ve 307 mekadon denarı ile otoparka dönüyorum. Otopark görevlisi mutlu mesut 65 denarı aldıktan sonra "iyi yolculuklar" diliyor.
Saat neredeyse 5 ve yaklaşık 1,5 saatlik bir yolumuz var ama o nasıl bir yol. Nasıl masalımsı, nasıl yağmurlu, çift şerit yol, tüm yol kenarı sarı, pembe çiçekler açmış çalımsı ağaçlar. Harikalar!
Yağmur hızını arttırdıkça, hava da kararmaya devam ediyor. Güneş olsa harika bir manzara ile bizi karşılayacağına emin olduğum Ohrid'de neredeyse akşam yemeğine yetişmiş olacağız. Saat 8 gibi.
Bir sonraki yazı: Ohrid... Sen nasıl bir gölsün anlat bana...
Saat neredeyse 5 ve yaklaşık 1,5 saatlik bir yolumuz var ama o nasıl bir yol. Nasıl masalımsı, nasıl yağmurlu, çift şerit yol, tüm yol kenarı sarı, pembe çiçekler açmış çalımsı ağaçlar. Harikalar!
Yağmur hızını arttırdıkça, hava da kararmaya devam ediyor. Güneş olsa harika bir manzara ile bizi karşılayacağına emin olduğum Ohrid'de neredeyse akşam yemeğine yetişmiş olacağız. Saat 8 gibi.
Bir sonraki yazı: Ohrid... Sen nasıl bir gölsün anlat bana...