01 Şubat 2009
SABAH SABAH
Sabah sabah acıyla uyandım güne… Oysa ne güzeldi gecemiz. Sen hiç olmadığın kadar anlayışlıydın bana. Hatta bir ara kalkıp masayı toplamama bile yardım ettin. Bir tuzluk taşıdın ama olsun… Dışarıda yağmur yağıyordu. Loş bir ışık eve huzur veriyordu her zamanki gibi. Evdeki mumlar titrek ışıklarıyla eşlik diyordu gecemize, garip bir tedirginlik vardı mumların ışığında. Fonda o hep tanıdık tını…
Mutluydum ben ve sen hiç olmadığın kadar yakındın bana. Yüzümü okşadın önce, elimi tuttun sonra ve ayağa kaldırdın beni. Sıkıca belimi kavradın ve başladık dans etmeye. (*)
Teninin kokusunu çektim içime. Sen baktın gözlerime. Şarkıyı mırıldanıyordun belli belirsiz. Sonra döndürüyordun beni defalarca. Bir şey söylemek istiyordun da sanki sözcükler çıkmak istemiyordu. Müzik bittiğinde beni şöyle bir döndürdün etrafımda. Kendine çektin sonra. Hiç öpmediğin gibi öptün beni.
Bir şey olacaktı o gece ben hissediyordum,
sen biliyordun.
Ama geciktiriyorduk her ikimizde…
Oturduk koltuğun köşesine. Sen sarmaladın beni kollarınla sanki son kez sarılıyormuşçasına. Öptün öptün öptün saçımın her telini. Parmaklarımı, tenimi. Bakışlarını kaçırıyordun hissettim. Sırtımı sana yaslamıştım. Güven duymadığın anlar vardır ya… Hani derdin sen bana
“Bir şey söylemene gerek yok, sen gel yaslan bana.
Ben senin limanınım bunu hiçbir zaman unutma”
Yok bu sefer öyle güçlü durmuyordun arkamda. Hatta kendi bedenimi taşıyabileyim diye geriye atıyordun bedenini usulca. Hem anlaşılmasın istiyordun hem de fark edilsin. Nasıl olacaktı ki bu söylesene bana. Sonra sen yüzümü yüzüne çevirdin. Baktın gözlerinle söylediğini ben anlatayım diye yalvardın bana. Bildik bir cümle döküldü dudaklarından belli belirsiz. “Sen çok iyisin… Sen bana karşı her zaman sabırlı, her zaman anlayışlıydın” Sustum sadece ve susmanı diledim sessizce. Sen sustun. Bir şey söylemeyecek misin dedin. Hiçbir şey söylemeyecektim.
Ama içim haykırıyordu avazım çıktığı kadar. Bağır bağır bağırıyordum ben sana. Ama kıyamazdım ki sana. Sesimi yükseltip incitemezdim ki erkeğimi. Sustum. Bir an önce o kapıdan çıkman için yalvarıyordu gözlerim.
Sen fark etmedin ama o son bakışında: Elimi tuttun, avucuma bir şey bıraktın. Al bunu koy yüreğine dedin. Unutma beni. Öyle parlaktı ki o anda ne olduğunu anlayamadım. Aldım yüreğime koydum. Bir ağrı saplandı anlayamadım. Ben acının nerden kaynaklandığını bulmaya çabalarken…
Çıktın.
Sen gidince mutfağa attım kendimi, bulaşık yıkadım önce, sonra mumları söndürdüm ve ışığı açtım en parlak haliyle. Etrafı topladım. İçimdeki sesi duymamak için müziği en sonuna kadar açtım. Geceydi, geç olmuştu ama umursamadım. Neden sonra anladım, avucuma bıraktığın her neyse yara açtı içime. İçimde açılan yaranın çapı küçük olsun, yüzeysel olsun bir de çok acıtmasın diliyordum sadece.
Öyle olmadı…
Günler geçtikçe derinleşti yaram.
Acısı oturdu yüreğime.
Yüreğim atmadı sonra bir ara.
Kanım çekildi.
Günlerce yatağımdan çıkmadan bekledim sessizce.
O günden sonra…
Sesin sesime değmedi…
Yüreğin yüreğime…
Tenin tenime…
Günler sonra bir sabah uyandım ben içimde tarifsiz bir acıyla
Ne oldu, bu da nereden çıktı derken
Bir şiir geldi aklıma
“Eski bir aşk,
yeni bir ayrılıktır her zaman.
Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır;
kimse bilmez be canım
bir yara bir ömrü nasıl kanatır” (**)
_________
Fotoğraf
(*) Dans müziği için James Blunt - You're Beautiful' u dinleyebilirsiniz. Evrenin Ritmi'nde 105.
(**) Yılmaz Odabaşı – Bir Aşk Yara
BİR DÜŞ GECESİ (*)
Yağmur yağsa deliler gibi, biz hiç konuşmasak, tutmamış olsak ellerimizi.
Hatta ikimiz de adı konmamış bir sevdanın içinde olsak.
Ben arabayı kullanırken sen yanımda otursan öylece… Yağmur yağsa üstümüze. Biraz ürkek biraz hızlı araba kullandığım için sen tedirgin olsan. Ağzından çıkabilen tek kelime dikkat et olsa. Radyo da kanal çekmese… Sen sinirlensen bir sigara yaksan ikimize… Yağmur giderek hızlansa… Sonra kaysa arabamız yağan yağmurdan, çarpsak bir ağaca ve kentin ışıkları çok geride kaldığı için çalışmasa telefonlarımız. Bize bir şey olmasa ama arabamız çalışmasa… Yürüsek ormanda bir süre, bir kasabada bir bara denk gelsek. Girsek içeri. Çekici sabaha gelirim dese. Biraz şoktan biraz da sinirden votka shut atsak seninle.
Üçüncü shutta fark etsek konuşmadığımızı ama söylemek istediğimiz çok şey olduğunu… O sırada bir şarkı çalsa sözlerini yarım yamalak bildiğin. Ben sana eşlik etsem, sesimin en mutlu tonunda. Gülmeye başlasak ve sen ilk defa gözlerimi fark etsen o gece. Bardaki diğer müşteriler eşlik etse bize... Sen ve ben barın üstüne çıkıp şarkı söylesek avazımız çıktığı kadar… Detone olsak ama umursamasak… Sadece gülsek beraberce… Ben ilk defa gülmenin sana ne kadar yakıştığını fark etsem… Sonra sen elimi tutup beni aşağıya indirsen… Dışarıda yağan yağmura rağmen arabamıza gitsek... Yağmur hiç durmadan yağsa o gece… Güneşle uyansak güne… Bakışların düşümdeki gibi olsa, gözlerin gözlerimi o sabahtan sonra hiç bırakmasa…
Olmaz mı?
______
(*) 27 Dresess Filminden Bir Sahne üzerine kaleme alınmıştır. (Ben bu bar olayına takıkım da o nedenle etkilenilmiştir. Filmi izlemeseniz de olur. Ya da haftasonu sabun köpüğü niyetine izlenmesi tavsiye edilir. )
31 Ocak 2009
SEN ÜZÜLME
Yoksun kaç gündür yüreğimde…
Alışık değilim sensizliğe
Dayanamadım aradım seni eski fotoğraflarda
Baktım mutluymuşsun aslında
Alnımdan öpmüşsün bir seferinde
Bir seferinde de elin elimde
Gönderdiğin son fotoğraflara takıldı gözüm
Yüzünde son yangınlardan kalma bir hüzün
Ne kadar uzaksın sevdiğine
Ne kadar yabancısın kendine
Dilimde günlerdir hep aynı şarkı
“sen ağlama…
bir damla gözyaşın yeter...
sen üzülme…”
Sen olamasan da şimdiki zamanımda
Yüreğinden geçeni bir tek ben biliyorum hala
Boşuna çığlık atıp durma
Duyduğumu belli etmeyeceğim bu sefer sana
Bu sefer ben
Sadece susup bekleyeceğim
Benim için çığlık atan biri olunca
Koşup ona gideceğim
O zaman seni aramayacağım eski fotoğraflarda
Merak etmeyeceğim; mutlu musun yoksa mutsuz mu…
Sadece susup bekleyeceğim
Benim için çığlık atan biri olunca
Koşup ona gideceğim
O zaman seni aramayacağım eski fotoğraflarda
Merak etmeyeceğim; mutlu musun yoksa mutsuz mu…
Ben sevdiğimle çığlık atacağım hayata
Sen ister duy ister duyma
O söyleyecek bana şarkımı bu defa
Sen ister duy ister duyma
O söyleyecek bana şarkımı bu defa
“kara gözlerinden bir damla yaş düşünce
hüzün keder yüreğime yaslanır
sen ağlama…
sen ağlama…
bir damla gözyaşın yeter…
Sen üzülme gülüm
Sen üzülme gülüm
gamzen de gül erir biter…”
ANNEME DÜŞSEL MEKTUPLAR - Vol.1
Bir kaç gündür iyi değilim anne…
Öğrettiğin yoldan yürüyebiliyor muyum çok emin değilim.
Korkuyorum geleceğimden, kendiminkinden değil inan çocuğumunkinden…
Anne hatırlar mısın bana Kurtuluş Savaşını anlatışını…
Demiştin ki “Kadın erkeğinin, ülkesinin, geleceğinin yapı taşıdır”
“Atatürk’ün kadını mermi taşıdı sırtında. Yüzünü batıya döndü ve düşmanı dökmek için yürüdü…”
Anne yıl 2009 oldu. Kadın başını bağladı, yüzünü doğuya döndü. Çocuklar öldürülsün diye kocası ikili anlaşma yaparken, tasarımcının çantasına koydu mermisini, çocuklar öldürülsün diye… Çocuklar öldürülüyor bu dünyada… Yani ben… Yani kardeşim… Bir nesil böyle yok ediliyor… En çok ne ağrıma gidiyor biliyor musun, babamdan dinlediğim Nazım şimdi timsah gözyaşlarıyla yakışmayanların sesinde. Çok ağrıma gidiyor anne.
1978 baharı mıydı? Ben daha küçük bir çocuktum… Babamla sen ve birkaç arkadaşınız karışmıştınız kalabalığın içine. Ben arkanızdan koşup gelmiştim. Garip bir oyun oynanıyordu, kuralları sadece karşı tarafın bildiği...
Nasıl bir oyun olduğunu anlayamadığım bir oyun oynanıyordu kalabalığın içinde. Senin sesin, babamın yüreği ile tek oluyordu, ellerinizi kaldırıyordunuz, ben de...
Beline kadar simsiyah saçların vardı anne. Sen en güzel anneydin saçlarınla. Ve adamın biri seni saçlarından sürüklüyordu, bir başka adam babamı copluyordu anne. Cop ne demek o zaman öğrendim. Siz bir oyun oynuyordunuz ve ben daha 6 yaşında bir çocuktum anlamıyordum. Sadece çok korkuyordum anne. Saçlarına bir şey olacak diye çok korkuyordum…
Yıl 2009 oldu anne ben yolun yarısını geçtim. Gene bir oyun oynanıyor ülkemde.
Bu sefer anlıyorum. Oyunun kurallarını biliyorum. Her yere konan bir oyun icat ettiler, kimin ne zaman oyuna katılacağına karşı tarafın karar verdiği...
Bir adam çıkıyor ülkem adına barışı konuşurken bile kavga ediyor. Sonra dönüp, Atatürk’ü örnek gösteriyor:
“Çanakkale Boğazı’na girmişlerdir. Türkiye’nin nesi yok belliydi. Gücümüz belliydi. Ama Türkiye’ye saldıranların da gücü belliydi. Bütün bu olanlar karşısında Atatürk, Mehmetçiğe bir şey söylüyor. "Ben size ölmeyi emrediyorum" diyor.”
Anne savaş zamanıydı. Mehmetçiğe söyleniyordu… Çocuklara değil, eli silah tutan Mehmetçiğe…
Türkiye hala işgal altında şimdilerde ve bir lider ki asla benim liderim olamaz, ülkesine gece yarısı girerken veya bir metro açılışında mesela; halkını böyle selamlıyor anne.
Bir oyun daha oynanıyor şimdi ülkemde, hiç ses çıkmıyor biliyor musun? Çıkanlar da iyice cılızlaştırıldı zaten. Halk hiç bu kadar cahil, hiç bu kadar kör göz olmamıştı anne. Halkın kör gözüne sokmadıkları şey kalmadı aslında. Ama ne yapsın halk, acısı neredeyse yangını da orada: halkın acısı şimdilerde, teğet geçen krizle birlikte bir lokma ekmek bulabilmek derdinde.
Beni affet anne ve çok üzgünüm baba.
Sizin gibi olamadım, sesim soluğum çıkmıyor şimdilerde.
Ve beni affet ATAM, sana layık bir Türk kadını olamadım bu ülkede.
…
Hani her şeyin başına insanı koyacaktık ya anne…
Hani insan olarak bakacaktık ya herkese…
Hani ben değil, biz vardı ya önce…
…
Ben insanım anne…
Ve biz diye bir şey kalmadı neredeyse…
Öğrettiğin yoldan yürüyebiliyor muyum çok emin değilim.
Korkuyorum geleceğimden, kendiminkinden değil inan çocuğumunkinden…
Anne hatırlar mısın bana Kurtuluş Savaşını anlatışını…
Demiştin ki “Kadın erkeğinin, ülkesinin, geleceğinin yapı taşıdır”
“Atatürk’ün kadını mermi taşıdı sırtında. Yüzünü batıya döndü ve düşmanı dökmek için yürüdü…”
Anne yıl 2009 oldu. Kadın başını bağladı, yüzünü doğuya döndü. Çocuklar öldürülsün diye kocası ikili anlaşma yaparken, tasarımcının çantasına koydu mermisini, çocuklar öldürülsün diye… Çocuklar öldürülüyor bu dünyada… Yani ben… Yani kardeşim… Bir nesil böyle yok ediliyor… En çok ne ağrıma gidiyor biliyor musun, babamdan dinlediğim Nazım şimdi timsah gözyaşlarıyla yakışmayanların sesinde. Çok ağrıma gidiyor anne.
1978 baharı mıydı? Ben daha küçük bir çocuktum… Babamla sen ve birkaç arkadaşınız karışmıştınız kalabalığın içine. Ben arkanızdan koşup gelmiştim. Garip bir oyun oynanıyordu, kuralları sadece karşı tarafın bildiği...
Nasıl bir oyun olduğunu anlayamadığım bir oyun oynanıyordu kalabalığın içinde. Senin sesin, babamın yüreği ile tek oluyordu, ellerinizi kaldırıyordunuz, ben de...
Beline kadar simsiyah saçların vardı anne. Sen en güzel anneydin saçlarınla. Ve adamın biri seni saçlarından sürüklüyordu, bir başka adam babamı copluyordu anne. Cop ne demek o zaman öğrendim. Siz bir oyun oynuyordunuz ve ben daha 6 yaşında bir çocuktum anlamıyordum. Sadece çok korkuyordum anne. Saçlarına bir şey olacak diye çok korkuyordum…
Yıl 2009 oldu anne ben yolun yarısını geçtim. Gene bir oyun oynanıyor ülkemde.
Bu sefer anlıyorum. Oyunun kurallarını biliyorum. Her yere konan bir oyun icat ettiler, kimin ne zaman oyuna katılacağına karşı tarafın karar verdiği...
Bir adam çıkıyor ülkem adına barışı konuşurken bile kavga ediyor. Sonra dönüp, Atatürk’ü örnek gösteriyor:
“Çanakkale Boğazı’na girmişlerdir. Türkiye’nin nesi yok belliydi. Gücümüz belliydi. Ama Türkiye’ye saldıranların da gücü belliydi. Bütün bu olanlar karşısında Atatürk, Mehmetçiğe bir şey söylüyor. "Ben size ölmeyi emrediyorum" diyor.”
Anne savaş zamanıydı. Mehmetçiğe söyleniyordu… Çocuklara değil, eli silah tutan Mehmetçiğe…
Türkiye hala işgal altında şimdilerde ve bir lider ki asla benim liderim olamaz, ülkesine gece yarısı girerken veya bir metro açılışında mesela; halkını böyle selamlıyor anne.
Bir oyun daha oynanıyor şimdi ülkemde, hiç ses çıkmıyor biliyor musun? Çıkanlar da iyice cılızlaştırıldı zaten. Halk hiç bu kadar cahil, hiç bu kadar kör göz olmamıştı anne. Halkın kör gözüne sokmadıkları şey kalmadı aslında. Ama ne yapsın halk, acısı neredeyse yangını da orada: halkın acısı şimdilerde, teğet geçen krizle birlikte bir lokma ekmek bulabilmek derdinde.
Beni affet anne ve çok üzgünüm baba.
Sizin gibi olamadım, sesim soluğum çıkmıyor şimdilerde.
Ve beni affet ATAM, sana layık bir Türk kadını olamadım bu ülkede.
…
Hani her şeyin başına insanı koyacaktık ya anne…
Hani insan olarak bakacaktık ya herkese…
Hani ben değil, biz vardı ya önce…
…
Ben insanım anne…
Ve biz diye bir şey kalmadı neredeyse…
________
COGİTO AŞK :
Cogito Düşünce Dergisi…
Yıl 1995…
Ne çok okurdum o zaman, ne çok izlerdim, ne çok aşık olurdum.
Ne çok okurdum o zaman, ne çok izlerdim, ne çok aşık olurdum.
İlk gençliğimin doyumsuz aşkları...
Cogito o yıllarda girmiş bir dergi benim dünyama.
Sakladığım tek cilt kalmış kitaplığımda : Sayı 4 bahar 1995…
Sakladığım tek cilt kalmış kitaplığımda : Sayı 4 bahar 1995…
AŞK
Öyle güzel bir dergidir ki, bir bakın derim eğer yolunuza şimdiye kadar çıkmadıysa…
Ben şimdi biraz alıntı yapacağım altını çizdiklerimden.
Ya da meşhur oyunumu oynayayım bu akşam.
Saat kaç 00:24 güzel. İlk okunacak sayfa belli oldu 24.
Ocak ayında olduğumuza göre ilk paragrafı kabul edelim.
Buyurun bakalım falımızda ne yazıyor beraber dillendirelim:
Saat kaç 00:24 güzel. İlk okunacak sayfa belli oldu 24.
Ocak ayında olduğumuza göre ilk paragrafı kabul edelim.
Buyurun bakalım falımızda ne yazıyor beraber dillendirelim:
İlki sana;
Artun Ünsal’dan geliyor…
Aşka Dair…
Artun Ünsal’dan geliyor…
Aşka Dair…
“Aşk bence düdüklü şekerdir – şimdilerde pek satılmıyor ya – bulununcaya kadar binbir türlü çaba, üzerinde son kullanım tarihi de yazmaz, şeker yenir ve düdük ötmez olur, çünkü şeker düdükten yapılmıştır. Abartıyor muyum yoksa? Sanmam, her şey tükenir çünkü aşk da. Masallardaki gibi, bir varmış bir yokmuş, dere tepe gidilesi. Masalla aşk birbirine karışır, bir aşk varmış bir aşk yokmuş. Aşk da bir yoldur. Ne yazık, yaşam biter yol bitmez. Aşklar başlar, bir gün biter, ama aşk sürer. Çünkü yaşam aşktır.”
Saat 00:37 olmuş.
Ve ikincisi bana;
Gürkal Aylan’dan geliyor…
Aşk Gelicek Cümle Eksikler Bitermiş…
Ve ikincisi bana;
Gürkal Aylan’dan geliyor…
Aşk Gelicek Cümle Eksikler Bitermiş…
"Uzaklıklar
Uykusuzluklar, tedirgin yarım-uykular, sevisizlikler, kırgınlıklar, güzel heyecanlarla soluk soluğa yaşanmamış gecelerde uzun yollara, ıssız dağ başlarına, kimi zaman pet şişeler ve uyuz kedilerle resimlenen varoşlara yazılan destanlardır. Şimdi güneşin ve rüzgarın, sabah ayazının ve tozun görünmeyen yağmurlarıyla, benzinin ve yeni dökülmüş ziftin genzi yakan kokularıyla yıkanıyor yorgun göz kapakları. Yalnızlıklarla örülen gecelerin sonu, yalnızlıklarla örülecek gündüzlere açılıyor yine. Tekbaşınalıkların sarmalında, kokladıkça solgunlaşan sevda çiçeği, yolu düşsel sevgilerden geçen bu yaşam gezginlerinin değiştirilemez yazgısı gibidir. Yolların ve günlerin sonsuzluğunda uç uça eklenen sigaralar, bir sevgilinin sıcaklığıyla sarılınan küçük kaçışlar, minik avuntulardır.
- Sensiz yolların anlamı olmaz
- Sensiz olmuyor
- Sen hep bendesin
- Seni kalbime yazdım
- Seni getirmiyor bana kısa kalıyor geceler”
Saat 01:20
Ve üçüncüsü düşsel sevdalara…
İbn Hazm’dan geliyor…
Aşk’ın Halleri
“Aşkın Mahiyeti
Çok sevgili dostum, aşk göz açtırmayan bir derttir. Bu derdin ilacı acısıyla oranlı olmalıdır. Bu öyle bir hastalıktır ki, hasta zevk alır. Öyle bir acıdır ki dert sahibi arzu eder. Bu derde uğrarsa artık iyileşmek istemez. Acı çeken ise, bu acıdan kurtulmayı dilemez. Aşk insana, vaktiyle iğrendiği şeyleri süslü püslü gösterir. Kendisine zor gibi gözüken şeyleri kolay gösterir. Doğuştan olan huyları ve doğal eğilimleri değiştirecek kadar ileri gider.”
Seviyorum bu oyunu…
Yazarken aklıma düştü.
İnsan hiç bilmediği, tanımadığı, dokunmadığı, teninin sıcaklığını bilmediği, kokusunu içine çekmediği birini sadece yazdıklarından dolayı sevebilir mi?
Yazdıkları karşılıksız kalmazsa bu sevgi bir sevdaya dönüşebilir mi?
Karşılaşmaları için birbirlerini beklemeleri gerekse, ne kadar beklerler mesela…
Ya da bilseler hiç tutmayacak o eller o elleri gene de umutlanırlar mı böyle delicesine mesela?
Var mıdır böyle düş sevdalar anlatsana bana.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)