“Derme çatma” diyorum.
“Ne
o derme çatma olan… Şu karşı tepede gördüğümüz ev mi?”
“Ev mi var… Ben hayattan
bahsetmiştim.”
Onun gösterdiği karşı tepede asılı kalıyor bir süre gözlerim. Ne
zaman asılı kalsa gözlerim, bir öykü anlatır içim:
Bir ev; yığma taş.
Bir adam, yaşlı.
Bir köpek, sadık.
Bir ağaç, ulu.
Bir su, başıboş akıp
duruyor.
“Ahlat mı ki…”
Sesli
düşünmüşüm. “Meşe” diyor. O kadar emin.
Omzumun ucundan
bakıyorum ellerine. Parmak uçlarıma neredeyse değmek üzere. Nedense titriyorum.
O ağacın altına kadar yürüsek, belki geçer. Duymuş gibi. “Ne dersin, yürüyelim
mi o eve kadar?”
Beraber… O eve kadar… Yürüyoruz. Kaç göz odası vardır ki… Sığar
mı boşluğumuz o eve... Duymuş gibi. “Hadi tahmin et, nasıl bir ev, kimler
yaşıyor. Sen kurgula, sonra ben. Kiminki gerçeğe yakınsa diğeri ona bu gece
sahilde balık rakı ısmarlar, mezeler de çabası” Kahkahası değiyor “meşe”nin
dallarına. Koca meşe köküne kadar sarsılıyor. Toprağın kaymasından anlıyorum.
Sahilde…
Bu gece… Balık rakı… Eskisi gibi… Hiçbir şey olmamış gibi. Üşüyorum. Derme
çatma bir yatağın üzerinde, yarı çıplak bedenimle, kendimi ona sunmaya hazırım.
Gözlerimde umarsız bir bulut, geçip gidiyor. Ardından kuşlar ve sonra garip ama
balıklar. Denizin dibiyle gökyüzünün sonsuzluğunda bir yerde teslimiyete hazır
bir yürek, sahipsiz. Düşündükçe yavaşlıyor adımlarım. Gerisinde kalıyorum koca
gövdesinin. Gerisinde kalıyorum o evin ve hikayenin. İşim yok bu hikayede. Biliyorum.
Arkamı dönüp koşmaya
başlıyorum birden bire. “Ahlat o” diyorum, “ahlat! anladın mı?" Bu hikayeden
çıkmak istiyorum. Sona yaklaştıkça acıtan bütün hikayelerden kaçmak istiyorum,
aşk bir boyunduruk altına girmek gibidir, derdi, aşkla işim olmaz. Ben koşarak geldiğim gibi, koşarak gidiyorum
bu hikayeden de, anlıyorum.
Çeşmenin başına varınca durup, soluklanıyorum. Onlarca zaman söyleyemediğim kelimeleri bir çırpıda söylemiş
gibi rahatlıyorum. İçimdeki ses hala... “ahlat o” diyor. Arkamdan koşup yetişiyor. “Neyin
var”
Bir bulut geçiyor önce, sonra kuşlar ve sonra boyunduruk bağlanmış
öküzler. Bir adam beliriyor. Yaşlıca bakışlı, saçları ağırmış. Elleri nasırlı. Karşı
tepedeki yaşlı adam olmalı. Yaşlı adama gülümsüyorum. Bir şeyleri anlatmak
istercesine kalkıyor sol eli havaya. Uzaklaşıyor bu hikayeden. Sonu gelen bütün
hikayelerden kaybolur ya karakterler birer birer, o da kayboluyor bu hikayeden,
o ev, o ağaç, o köpek ve o su, o öküzler, o tarla, o gökyüzü… sis olup dağılıveriyor
gözlerimden.
“Tarlayı sürmek için ne
gerek biliyor musun” diyorum, “Aşk” diye bağırıyorum. “Yürek olacak adamda önce”
diyorum, “yürek övendire olacak çift sürerken. Bir de ne olacak biliyor musun?
Sadakat! Olacak ki tıpkı bir pulluk gibi toprağı güvenle işleyebilesin.
Sonrasında ekilecek tarla. Sonrasında büyüyecek filizlenecek hayat, belki derme
çatma olacak, belki kuruyacak, belki öyle bir hasat olacak ki… Şaşıracaksın. Ama
en azından denemiş olacaksın hayatta sana sunulan ne varsa. Hakkını vererek
yani, sonra payına düşeni alacaksın hayattan, nerede yanlış yaptığını hiç
bilemeden. Sonrası bir sis bulutu, sonrası siyah beyaz bir fotoğraf geçmişten
gelen.
*** * *** * *** * *** * ***
Teşekkürler...
fotoğraf / İsmail Ertin