Yolculuk yeşilin bin bir tonunda devam ediyor. Mostar'dan çıkıp Saraybosna'ya doğru gidiyoruz. kalacak yerimiz henüz yok. Gidince bakacağız. Önceliğimiz "hope of tunnel"e gitmek. Umut Tüneli, yaşam Tüneli dediğim şey, birinin evi. Evinin altından başlayan bir umut. 300 bin kişinin hayatını kurtaran bir mucize. Üzerine okuduğumuz onca yazıdan sonra buruk bir hava ile yolculuk devam ediyor. Sanki o sınıra yaklaştıkça, tünelin basık ve havasız koridorlarında ilerliyoruz. Yağış devam ediyor. Umut Tüneli uzaktan sıradan bir ev ama uzaktan. Yaklaştıkça kurşunların açtığı delikleri seçebiliyoruz. Biraz ilerideki otoparka aracımızı bırakıp, tünele doğru ilerliyoruz. Kapıda Kolar ailesinin ninesi Sida Nine duruyor. Selam verip geçiyoruz, yılların yükü omuzlarında, 90'ını deviren bu kadın bir kahraman.
Daha girişte bir tokat gibi vuruyor insana zulmün çığlıkları. Sanki her bir ses, umutsuzluk, korku ve gözyaşı asılı kalmış havada. İçinde bir Türk gazetecinin de bulunduğu bir grup gazeteci tüneli haber yapıldıktan hemen sonra bombalamanın başlatıldığı umut tünelinde, özel ışıklandırmayla aydınlatılan nokta, donup kalmanıza sebep oluyor. Oradan sağa dönüp merdivenleri inebildiğinizde gözün alışmakta zorlandığı bir karanlık karşılıyor sizi, sonrası bir tünel boyu "umut". Sadece 20 metresi ziyarete açık, geri kalan özellikle kapatılmış.
Bahçede oluşturulmuş 3 oda var, her birini tek tek geziyoruz. Belgeseller ve fotoğraflarla olayın boyutu ile ilgili daha da dehşete düşüyorsunuz. Zaten oldum olası kenarlarından sararmaya başlamış siyah beyaz fotoğraflar beni hüzünlendirir. Zamanın duygusuna kanıt el yazması günlükler, sessiz tanıklık eden kullanılmış eşyalar ve elbette ki duvarlara belki tırnakla kazınmış işaretler. Her biri düğüm misali, yutkunmak zaman alıyor.
Sonuncu odadan gelen sesler dikkatimizi çekiyor. Hararetli bir konuşma, belli ki en az iki kişi derinlemesine bir konuyu tartışıyor. Kapısı aralık olduğundan uzatıyorum kafamı içeri doğru, ayakta duran "anlatıcı" belli ki rehber. Buyur ediyor, lafını da esirgemeden. İçeride bulunan sıra sıra oturma yerlerinde biri kadın biri erkek iki kişi var. Biraz mahcup giriyoruz içeri, özel bir ana zamansız bir müdahale bizimki. Sonradan anlayacağız ki, hiç olamayacak bir anda, iyi ki tanıklık ettik dediğimiz bir anı olacak bizim için. Bizim ardımızdan 5-6 kişi daha giriyor. Rehber o sıralar çocukmuş, adam ise o tünelden kaçmayı başarmış bir Bosnalı. Neredeyse aşık atışması gibi devam eden sohbete eşlik etmek muazzam bir duygu. An'a tanıklık etmiş iki kişiden birden dinlemek olanı biteni, dehşete düşmüş yüreğimizdeki sıkıntıyı çoğaltıyor. Genç olan akan görüntüyü bir anlığına durduruyor, burası diye işaretlediği yer yeşil boş bir alan: "Burada top oynardık biz, katliam sonrası toplu mezarlar çıktı buradan" Gözleri dolu dolu bakıyor ekrana... Bir kaç saniyeliğine de olsa, kaçan topunu takip ediyor çocuk gözleri... nemli. Kaldığı yerden sözü alıyor yanımızda oturan adam: İşaret ediyor bir noktayı; tünelin girişi, anlatıyor taşıdığı yumurtaların kırılmasını, çürümüş bir koku yayılıyor içeri... Öyle dar ki tünel ve öyle uzun: 720 metre uzunluğunda, 80 cm var yok tünel genişliği, yüksekliği yer yer 1,5 ila 1,8 metre, tünelin daha girişinde bile klostrofobik bir ruh hali sarıyor insanı, ve böyle bir tünelden günde yaklaşık ortalama 4000 kişilik gruplar umuda, ışığa ulaşmaya çabalıyor, geride bıraktıklarına bir kez bile dönüp bakmadan. İki kişi karşılıklı gelirse önce ellerdeki erzaklar değiş tokuş ediliyor, sonra birbirlerinin üzerinden geçiyor insanlar. Yumurta ve gaz çok değerli...
Buruk, üzgün ve şaşkınız... Olanı sindirmek ve yola devam etmek üzere otoparka dönüyoruz. Marketi işleten adam müze evin büyük oğlu: Edin. Harika iki torunu var, fotoğraflarını çekiyorum, beden dili inanılmaz, hele de gözler. Hemen anlaşıyoruz. O sıra Edin geliyor yanımıza, silah ve gaz taşığı kamyonu gösteriyor. Türk olduğumuzu öğrenince bir fes getirip, fotoğraf çektiriyor. Sizi seviyorum diyor, Türkçe konuşuyor. Şaşırıyoruz. Aslında diyor, kızgınız, sesimizi duymayan Avrupa'nın yıllar sonra gelip de burayı müze yapmasından... Sahi çok da uzak olmayan tarihin tanığı bizler, nasıl da yüzleşeceğiz acaba dünyayı cehenneme çeviren kararlar karşısındaki vurdum duymaz tavrımızla.
Saraybosna'ya kadar arabada umut tünelinin yarattığı etkiden kurtulamadan sohbet ediyoruz. Saraybosna bizi karşıladığında kalacak yer sorun oluyor, bir türlü otel bulamıyoruz. Neyse ki, ilk durduğumuz yerin solunda kalan daracık yolda, küçük ve sevimli odaları ile bizi bir geceliğine konuk edecek otelimize yerleşiyoruz. Vakit dar, bir saatlik bir dinlenme sonrası Bosna sokaklarındayız. Otel ararken polisle başımızın derde girmesi sonrası, çokça okuduğum "elden ödeme" yaparak pasaportlarımızı kurtarmak durumunda kalmam dışında şu güne kadar canımızı sıkacak bir olumsuzlukla karşılaşmadık.
Bosna bizden... Hanlar hamamlar, pazarlar ve Aksaray bile var, cevapi denen inegöl köfte benzeri bir köfte, ve hatta çay ve trileçe... Kaçmıyor tabi, Baş Çarşıda gezip, hanları hamamları, camileri, kiliseleri hızla turluyoruz. Meydandaki sebilinden su içip, ara sokaklarında kayboluyoruz. Yeterli sayıda fotoğrafla anıları sabitleyince, karnımızı bir güzel doyuruyoruz. Zaman zaman yağan yağmura aldırış etmeden çayımızı da içip otele dönüyoruz. Bu gece iyi dinlemek lazım yarın yol uzun... Üstelik sabah erkenden kalkıp, Latin Köprüsünden geçip, İnat Evi'ni ziyaret edeceğiz.
Sabahın erkeni yola çıkıyoruz. Srebrenitsa'ya giden yolun bozuk olduğuna dair duyduklarımızdan sonra gidip gitmemek konusunda kararsız kalıyoruz. Yol üzerinde su başında verilen bir mola ile kararımız kesinleşiyor. Srebrenitsa'ya uğranacak. Yine aynı şey oluyor, kısa yolu gösteren google bizi dağ yollarına sokuyor, oradan gidemeyeceğimizi anlayınca geri dönüp diğer yola sapıyoruz ama değişen bir şey olmuyor. Zaten yolun bozuk olduğu söylenmişti deyip katlanıyoruz yola. Öyle dar, öyle sapa, öyle uçurum ki bir yanımız, hiç kafamız çalışmıyor; tur otobüsleri bu yoldan gidemez! Ama biz gidiyoruz, bir teker sürekli uçurumun ucunda. Araba, boyunca çamur oluyor. Varıyoruz Srebrenitsa'ya...
Merkezinde bir tur atıp, mezarlığa doğru yola çıkınca anlıyoruz. Yol düzgün ve geniş. Macera göbek adımız sanki. Neyse ki yollarda her hangi bir sorun yaşamadan varıyoruz gideceğimiz yerlere.
İkinci dünya savaşı sonrası en büyük katliam Srebrenitsa. Vahşetin boyutunu Hope Of Tunnel'de seyrettiğimiz belgesellerde görmüştük. Sonucunu mezarlıkta daha net algıladık. Üstelik 2015 yılındaki anma gününde 18 yaşını doldurmamış 20'ye yakın genç ve 75 yaşındaki bir dede ile torunun mezarlarının bulunmuş olması bu topraklarda bilinmeyen toplu mezarlar olduğunun bir kanıtı gibi.
Merkezinde bir tur atıp, mezarlığa doğru yola çıkınca anlıyoruz. Yol düzgün ve geniş. Macera göbek adımız sanki. Neyse ki yollarda her hangi bir sorun yaşamadan varıyoruz gideceğimiz yerlere.
İkinci dünya savaşı sonrası en büyük katliam Srebrenitsa. Vahşetin boyutunu Hope Of Tunnel'de seyrettiğimiz belgesellerde görmüştük. Sonucunu mezarlıkta daha net algıladık. Üstelik 2015 yılındaki anma gününde 18 yaşını doldurmamış 20'ye yakın genç ve 75 yaşındaki bir dede ile torunun mezarlarının bulunmuş olması bu topraklarda bilinmeyen toplu mezarlar olduğunun bir kanıtı gibi.
Bir sonraki yazı: 3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Sava ve Tuna'nın Kesiştiği Şehir; Belgrad