25 Ocak 2009

BEKLEMEK


Kadın gittiğinden beri adam güne başlamakla ilgili sıkıntılar yaşıyordu. Kadın bir sabah erkenden uyanmış bavullarını kapının önüne koymuş adamı uyandırmış ve taksi yokmuş beni sen götürür müsün terminale demişti. Bir de rica etmişti: "Çalışma odamı boşaltmak için zamanım olmadı. İstediğin herşeyi atmakta veya saklamakta özgürsün." Adam hiç kapısını açmamıştı o odanın kadın gittiğinden beri ve adam o sabahtan beri uyanmıyordu güne. Yıllık izninin kalan günlerini almış ve kendini eve kapatmıştı. Pazar sabahıydı. Kalktı, sanki daha bir güzeldi gün, ya da artık o alışmıştı. Hiç açmadığı kapının önünden geçerken şöyle bir baktı.

Eli kapının koluna gitti. Hızlı adımlarla mutfağa gitti sürünen ayaklarının peşi sıra. Dolabı açtı. Kurumuş bir krem peynir, çeyrek sucuk buldu, 2 de yumurta. Omleti pişirirken, pazar kahvaltılarını hatırladı. Gülümsedi. Omleti bittiğinde kendini daha iyi hissediyordu. Dışarıda gözü yormayan bir aydınlık ve ısıtan bir güneş olmasına heyecanlandı. Bugün o gün dedi.

Odanın önüne gitti. Kapının önünde bir süre oyalandı. Kapıyı açtı. heryer derli toplu bırakılmıştı. Kutuların üstünde içindekileri belirleyen not kağıtları bile vardı. Önceden planlamış dedi, "Farkına varmamışım." Perdeyi araladı, camı açtı. Bir kutu vardı, diğerlerinden farklı... Dolabın üstündeydi ve üzerinde içindekiler yazan küçük not kağıtlarından yoktu. Kapağını açınca en üsttte bir zarf gördü. Sana... yazıyordu.


Zarfı açtı:


öpün
öptükçe bir sevgiyi büyüttüğünüzü bilin
gözlerinizle dudakları, dudaklarınızla alınları
ellerinizle yürekleri öpün
(sevgiler büyütülmek ve paylaşılmak
için vardır,

kekremsi tatların sizde bıraktığı
acımasız

sevileri doyasıya
yaşayın.)


ben başlattım
size sadece büyütmek kaldı sevginizi
paylaşın ki sevgi büyüsün, büyüsün ki hayatınıza renk katsın.
önemi kalmaz büyütmüş olmanızın sevginizi paylaşımsız ortamlarda

unutmayın

PAY-LA-ŞIM

bu önemli. bu çok önemli.

ben artık gidiyorum
şimdilik hoşçakalın.

Yere oturdu. sessizce ağlamaya başladı. O gittiğinden beri nedenini ilk defa anladı,
Odayı olduğu gibi bıraktı, giyindi. Kadınını nerede bulacağını biliyordu. O parkta ulu çınarın altındaki banktaki ilk konuşmalarını hatırladı giyinirken. Çok kızdı kendine kimbilir gideceği sinyalini ne çok vermişti, işlere öylesine dalmıştı ki eve sadece uyumaya geliyordu.

Kadın demişti ki;
"Paylaşım biterse giderim ben. Durmam sadece sevgi var, saygı var diye. Giderim ben."
Adam sarılıp öpmüştü kadını dudaklarından;
"O zaman hiç gitmeyeceksin bizden. Olurda gidersen, bu ağacın altına uğra bir akşamüstü bu banka otur karşı büfeden bir çay söyle. Sen çayını bitirmeden ben gelip seni bulmuş olacağım."

Adam gitti, koca bir bina vardı ağacın olduğu yerde. Ne park kalmıştı, ne ağaç ne çay içilecek bir büfe. Kadını da yoktu elbette. Oysa gelirken nasıl da emindi; bıraktığı yerde bulacağı heyecanı sarmıştı.
Şimdi koca bir duvar ve kapı vardı geçmişinin olduğu yerde.
Yere oturdu adam, bir sigara yaktı.
Ağladı...
______








MOR BULUT



Mor bir bulutun gümüşsü parlaklığını
parmak uçlarımla ıslatamadığımda farkına vardıklarım...

Ve ağzımı kesip kanatan sözcüklerimin boğuntusu
sana söylenememiş olmalarından değil,
söylenmemiş olmalarından.
Son gölgende uzuyorum, belki de çekiliyorum.
...


* uygur yılmaz


______




24 Ocak 2009

VURULDUK EY HAKLIM UNUTMA BİZİ...


Bir pazar sabahıydı 20'li yaşlarımın başında, başımda kavak yelleri... Bir pazar sabahıydı, uzun upuzun bir mektup yazdım, sayfalar dolusu. İngilteredeki arkadaşıma televizyondan seyrettiklerimi yazıyordum satır satır gözyaşlarımla. Tüm kanallarda, radyolarda türküler eşlik ediyordu gözyaşlarına. Nasıl anlatılırdı bir türkü bir mektupta.


Ruhi Su sesleniyordu bir yanda;

Ankara'nın taşına bak
Gözlerimin yaşına
Uyan uyan Gazi Kemal
Şu feleğin işine bak!
Kılıcını vurdum taşa
Taş yarıldı baştan başa
Uyan da bak Gazi Kemal
Başımıza gelen işe.

Ankara'nın dardır yolu
Düşman aldı sağı, solu.
Sen gösterdin Paşam bize
Böyle günde doğru yolu.

Diğer yanda Selda Bağcan;

Bir Pazar Sabahıydı Ankara Kar Altında
Zemheri Ayazıydı Yaz Güneşi Koynunda
Ucuz Can Pazarıydı Kalemim Düştü Kana
Zalımlar Pusudaydı Bedenim Paramparça
Ucuz Can Pazarıydı Kalemim Düştü Kana

Uğurlar Olsun Uğurlar Olsun
Hüzünlü Bulutlar Yoldaşın Olsun
Bir Keskin Kalem Bir Kırık Gözlük
Yürekli Yiğitlere Hatıran Olsun

Çevirdim Anahtarı Apansız Bir Ölüme
Şarapnel Parçaları Saplandı Ciğerime
Ucuz Can Pazarıydı Kan Doldu Gözlerime
İsimsiz Korkuları Katmadım Yüreğime
Bembeyaz Doğruları Yaşadım Ölümüne

Uğurlar Olsun Uğurlar Olsun
Hüzünlü Bulutlar Yoldaşın Olsun
Bir Keskin Kalem Bir Kırık Gözlük
Yürekli Yiğitlere Hatıran Olsun


Annem ağlıyordu koltukta. Babam suspus uzanmıştı yatağına.
Evde bir yürek acısı, evde bir öfke vardı hayata...
Bense bir mektup yazıyordum aşkıma...
***
Ertesi gün, Cumhuriyet Gazetesinin verdiği posteri, özenle asıldı Atatürk'ün yanına.
***
16 yıl sonra hala aynı yürek acısı ile uyandım sabaha.
Annem ağlamıştır mutlaka ve babam öfkelidir hayata...








22 Ocak 2009

YALNIZLIĞIM – Vol.1



Yalnızlığımı büyütüyorum, bu adamla bu evde büyütebildiğim tek şey yalnızlığım.
Çıkmaz bir sokaktayım. Ne geriye dönüp yeni yollar arıyorum ne de ileriye doğru adım atabiliyorum. Kafamı kaldırıp parıldayan gökyüzünü görmek bile içimden gelmiyor.
Giderek yalnızlığıma alışıyorum. Bataklığım benim koca yalnızlığım…

Yazdığı her şeyi sildi. Kağıdı buruşturdu yere attı. Yerde biriken kağıtlara baktı. Ne çok şey yazmış ama beğenmemişti. Gazete ekine söz vermişti. Yalnızlık üzerine bir yazı yazacaktı. Gazetede çalışan arkadaşı çıkaracakları yeni ekte ona da bir yer ayırmak istiyordu. 200 kelimeyi aşmamak kaydı ile yalnızlık üzerine bir şeyler yazıp göndersen ne güzel olurdu diyen arkadaşına bir de ahkam kesmiş yalnızlık uzmanlık alanım, istersen roman yazarım demişti. Hislerini yazacaktı bundan kolay ne vardı. Kurgulamasına bile gerek yoktu. Neredeyse bu teklif yapılalı bir hafta oluyor ve arkadaşının ona verdiği süre doluyordu.

Kalktı kendine sıcak bir içecek hazırladı. Saate baktı. En az 2 saatim var dedi. Salona geçti sallanan koltuğuna oturdu ve kendi yalnızlığında üşüdüğünü fark etti. Ne uzun zaman olmuştu birinin kollarında ısınmayalı başka bir tenin ısısı ile ürpermeyeli. Kalktı diz üstü battaniyesini aldı omuzlarına örttü.
Gazeteyi eline aldı;
“Tony Takitani yalnızlık üzerine bir film. Fakat filmin bahsettiği, lafta bir yalnızlık veya cıvık aşk şarkılarının "terkedildim" hezeyanları değil. Doğumdan başlayıp bütün bir yaşama, neredeyse alıp verilen her nefese sinen bir yalnızlık, dümdüz ve buz gibi bir tek başınalık hissi. Ichikawa'nın minimal sineması öncelikle bu bağlamda işe yarıyor. Süssüz, kendi içinde müthiş bir simetri taşıyan ve boş gibi gözükse de aslında epey dolu olan çerçeveler, filmin bahsettiği bu yalnızlık halini cisimleştiriyorlar. Işık çalışmasının verdiği sonuç ise beyazın ve mavinin açık tonlarının ağırlıkta olduğu, neredeyse Kubrick filmlerini akla getiren bir sterillik. Tüm bu görsel tercihler filmin buz gibi yalnızlık hissini daha da keskin, daha bir can acıtıcı hale sokuyorlar. Önünde her daim saygıyla eğileceğimiz Ryuichi Sakamoto'nun müzikleriyse her zamanki
gibi (ve filmin görsel üslubuna uyum sağlar şekilde) minimal ve mükemmeller.”(1)
Keşke filmi görseydim dedi. Kızdı kendine daha öğrenciyken bile film festivallerini kaçırmaz özel olarak İstanbul’a, Ankara’ya festivallere giderdi. İlk gençliğini özlediğini fark etti. Yaşlanıyorum deyip gülümsedi.
“Filmin finalini açık etmeyelim ama bus tercihin arkasında da Hitchcock'un Vertigo'sunu ister istemez akla getiren bir gönderme var. Ancak Tony Takitani yüksekten değil, yalnız almaktan korkuyor. En nihayetinde yendiği fobi de bu oluyor. Esasında hepimizin yalnız olduğu, hatta yalnızlığın ömür boyu sürdüğü gerçeğiyle barışıyor. Neyse ki bu esnada fazla ağlayıp sızlanmıyor, yönetmen Ichikawa ise mesafeli bir yaklaşımla filminin düzeyini ve ciddiyetini koruyor”(1)
Kendi yalnızlığına döndü. Ne zamandır yalnızdı. Yalnız kalmak en büyük korkusuydu. Fobi bile denebilirdi. Galiba Tony Takitani gibi kabullenmeli ve yalnızlığın bir ömür boyu sürdüğü gerçeği ile barışık yaşamayı öğrenmeliydi.
Hem ne demişti hayattaki tek dostu ona;
"...Yalnızlığımla savaşacağıma onu kabullenirsem durum değişir belki. Yalnızlık, ne kadar bastırmaya çalışırsak o kadar güçleniyor, ama yok sayarsak gücünü yitiriyor, bunu farkettim."
Ben yazmadım tabii ki :) Üstat Coelho'dan. Dün gece Portobello Cadısı'nı okurken rastladım.
Yalnızlığını yok saymak üstüne bir yazı yazmaya karar verdi ve aldı eline kalemi…
Yansımamı dost yaptım kendime,
Narkissos’a özendiğimden değil,
yalnızlığımdan delirmeyeyim diye...

19 Ocak 2009

PEŞİN SIRA GELİYORUM



Bembeyaz bir sayfa açıyorum sana ve bana.
Olmayacak böyle, sürekli kaldığın yerden devam etmiyor hayat.
Bazen bambaşka bir yerlerden başlamak lazım devam etmek için.
Tabi sen şimdi karşıma geçip gülüyorsun.
Başla canım ben mani olmayayım diyorsun.
Ben seni bilmiyor muyum sen bana şu anda kahkahalarla gülüyorsun.
Verdiğim kararları uygulamaya geçme süremin ve tekrar dönüp dönüp dur bakalım haftaya demelerimin ilk şahidi hep sen olduğun için, sanıyorsun ki bu sefer de ben aynı yerdeyim.
Başa dön ve lütfen tekrar oku.
Kelimeleri sindire sindire bir kez daha yüksek sesle oku.
Bembeyaz bir sayfa açıyorum sana ve bana.
Olmayacak böyle, sürekli kaldığın
yerden devam etmiyor hayat.
Bazen bambaşka bir yerlerden başlamak lazım
devam etmek için.


Senin bana destek olman şart biliyorsun.
Seninle geçirdiğim zamanlar, sana danışmışlıklarım her zaman daha fazla.
Bunun sen de, ben de ve hatta o da gayet farkında.
Bazen takılıp kalmıyor değilim,
neden seninle daha iyi anlaşıyorum acaba diye.
Öyle ya kavgalarımızı hatırlasana…
Ben sevme diyorum sen kapılıp gidiyorsun.
Ben üzülme diyorum sen kendini kahrediyorsun.
Ben unut gitsin diyorum, sen bir kere kırıldım diyorsun.
Hiç lafımı dinlemiyorsun.
Kendi başına buyruk hallerin yok mu, deli ediyor beni.
Heyecanlara yenik düşmelerinden nefret ediyorum,
yüreğim bazen ağzıma kadar geliyorsun, gene de bir şey demiyorum.
Farkında mısın, ben ikimize yepyeni bembeyaz bir sayfa açıyorum.
Tekrar sevelim, sevilelim, heyecanlar duyalım, hatta aşık olalım istiyorum.
Yüreğim duyuyor musun bu defa ben senin kapılarını sonuna kadar açıyorum.
Uç uçabildiğin, sev sevebildiğin kadar.
Ben peşin sıra geliyorum.


17 Ocak 2009

UMUT YÜKLÜ DÜŞ GEMİSİ


Dışarıda puslu bir hava, güneş insanın ağzına bir parmak bal çalıyor bir ara. Hevesleniyorsun, heves seni harekete geçirene kadar bir bakıyorsun kayboluyor bulutun arkasına. Garip bir oyun oynuyor sanki insanlarla. Armut dersem çık elma dersem çıkma. Ya da sen bilirsin ister çık ister çıkma. Güneş buluta giriyor, sen gelip oturuyorsun karşıma.
Daha yaşın 30larda bile değil aslında. Tanıştığımız günü ne sen biliyorsun ne ben farkındayım o anda seninle arkadaş olacağımıza. Bir gün çıkıp geliyorsun sebepsiz. İyi misin merak ettim diyorsun. Önce anlam veremiyorum ne demek istiyorsun. “İlk karşılaştığımızda iyi olmadığını söylemiştin. Merak ettim sadece” diyorsun. Buyur ediyorum seni içeri. Biraz muzur biraz ürkek bir gülümseme yakalıyorsun yüzümde, hiç üstünde durmuyorsun. Koltuğa değil de masanın yanındaki sandalyeye oturuşun dikkatimi çekiyor. Bir kağıt kalem istiyorsun, üstüne bir şeyler karalıyorsun. “Bir kahve yapayım içer misin” diyorum. Mutfağa gidiyorum fonda Küba müzikleri eşlik ediyor düşüncelerimize. Küba’da sokakları geziyoruz o anda ikimizde. Karşılaşıyor muyuz ki diye düş kuruyor düşümün heyecanına kapılıp telaşlanıyorum. Karşılaşsak mutlu olur, bir kahve içimlik laflar mıyız acaba. Ya karşılaşınca tanımamazlıktan gelirsek. Hüzün kaplıyor içimi. Elimde kahvelerle döndüğümde teşekkür ediyorsun. Severim diyorsun. müziği mi kast ediyordun kahveyi mi diye sorma gereği duymadan; biliyorum diyorum. Birbirimize bakıyoruz. Gülümsüyoruz. Sessizce kahvelerimizi içiyoruz. Sessizliği sen bozuyorsun: fal bakar mısın diyorsun. Evet diyorum. Kapatıyorsun. Elindeki kağıda bir şeyler karalamaya devam ediyorsun. Ben fincana dokunuyorum. Soğumuş, hazır mısın diyorum. Gülüyorsun. Hazır olmasam gelmezdim diyorsun. Ne kadar güzel gülümsüyorsun diyorum içimden. Çapkın, masum, içten… Sen hangisisin?
Kahve kahve söyle bana…
Fallar bakılıyor, karşılıklı söylenmek istenenler satır aralarına sıkıştırılıyor sanki falda çıkmışçasına. Kağıda ara ara bir şey yazıyorsun ya da karalıyorsun. Meraklanıyorum ama sormuyorum. Söylenecekler bitmiş gibi, ben gideyim artık diyorsun. Sizli bizli bir konuşmanın ortasında duruyoruz aniden. “İyi olmana sevindim. Yanlış anlaşıldığımı düşünmemiştim. Keşke uyarsaydın” diyorsun. “Hoşuma gitmişti aslında” diyemiyorum.
Salona dönünce kağıdı masada bıraktığını fark ediyorum. Pencereye koşuyorum. Sokağı aydınlatan lambanın altından geçiyorsun. Yağmur çiseliyor ve sen gene de yavaş yavaş yürüyorsun. Sen defalarca yazmışsın kağıda ben de defalarca okuyorum.
Sana geldim.”

Kağıttan gemi yapıp, umutlarımı içine koyuyorum. Penceren atıyorum, süzülerek iniyor sokağa. Her yağmur damlasında direncini kaybeden düş gemim, sokak lambasının altındaki su birikintisinde yavaşça batıyor. Pencereyi kapatıyorum. Penceremi hiç mi açmamıştım acaba, bu nedenle mi söyleyemedin bana. Oysa cesaretin etkilemişti beni. Söyleyecek lafın olduğunda söyleme biçimin. Yüreğine aldanmıştım ben senin. Bakışlarında kaybolmuştum ilk defa.
Sen gideli çok oldu. Haber bile yok gittiğinden beri.
Gene de ne zaman buğulu bir hava olsa dışarıda sen gelip oturuyorsun karşıma. Hep dilimin ucunda bir soru:
Yüreğinden geçmediği için mi cesaret edemedin, sana geldim diyemedin?
Bir sorabilsem, ben de cevap vereceğim sana:
Keşke deseydin...
____

15 Ocak 2009

TAHİR İLE ZÜHRE


TAHİR İLE ZÜHRE


Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil
bütün iş Tahir'le Zühre olabilmekte
yani yürekte

Mesela bir barikatta dövüşerek
mesela kuzey kutbuna keşfe giderken
mesela denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil

Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?

Yani Tahir'i Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Nazım Hikmet Ran ( 1902 - 1963 )


Aslında birşey yazmıyayım diyordum Nazım'a ilişkin. Hele de duyunca inanmayan dillerden döküldüğünü şiirlerinin-düşüncelerinin, yanına sahte gözyaşları eklenmiş hallerini görünce o insanların, dayanmıyordu yüreğim. Önce Cimbakuka ve sonra da Yalnızlıkokulu kaleme alıp dile getirince duramadım.
Oysa küçücük bir çocuktum ilk duyduğumda mısralarını. Pazar mıydı ayrımına varamam ama babamla parktaydık. Güneşli bir gündü. Babam gökyüzüne baktı. "Bugün pazar. Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar" dedi. İçime işledi. Ne zaman bir sevda yaksa yüreğimi babamın sesi gelir kulağıma ve seslenir bana Nazım'ın yüreğinden:
"Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil, bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte, yani yürekte..."
Saygıyla...

KADEH KALDIRALIM HAYATA


Sen eve girince bir sessizlik oluyor fark ettin mi?

Nedense sen gelene kadar evin içinde bir gülümseme, bir huzur garip bir meltem esintisi sürekli. Önce adımlarının sesi geliyor gülümseme hızla kayboluyor. Sonra anahtarların şıkırtısı, bir bakıyorum huzur koltuğun altına saklanmış. Kapı açılıp da sen içeri girince meltem yerini boşluğa çoktan bırakmış. Hoş geldin diyorum. Sesin geldiği yöne bakıyor ama bir şey söylemiyorsun. Aç mısın diye soruyorum. Kafanla onaylıyor ama hiç ses çıkartmıyorsun. Mutfağa yöneliyorum senin sessizliğin bana eşlik ediyor. Oturup sessizce yemeğini yiyorsun. Ben sadece susuyorum. Yıllar oldu sessizliğine sessizliğim eşlik edeli, ben o zamanlardan beri sadece bekliyor ve susuyorum.
Aşkına
Sevgine
Dostluğuna
Sesinin tınısına susuyorum.
Dokunuşuna
Duruşuna
Beni hırpalayışına
Ama en çok sevişine susuyorum
Bir de güne seninle uyanışıma


Bir damla ol içime ak, susuzluğumu gider diye, ben her gece sen yemeğini yiyip de içerideki odada koltuğa uzandığında, sessizce içime ağlıyorum. O sırada önce gülümseme geliyor kapının ardından gizlice yanıma. Bir bakıyorum koltuğun altından sürünerek huzur da hemen peşi sıra onunla. Tülün hafifçe salınması ile fark ediyorum ki meltem de yerini almış diğer yanımda. Huzur gıdıklıyor ayağımı, aynı anda meltem kulağıma fısıldıyor, “kana kana içmek lazım hayatı, inan çok kısa”
Gülümseme kendini tutamıyor bir kahkahaya dönüşüyor. Koşarak salona geliyorum. Şaşkın yüzün gene sessiz ama ben duramıyorum kahka üstüne kahkaha atıyorum. Gözümden yaşlar geliyor, sessizliğin ilk defa bana eşlik ediyor. Elini tutyorum, huzur bir damla yaş oluyor gözünde, gülümseme biraz ürkek geliyor konuyor yanağına. Hadi diyorum kalk sokağa çıkalım. Meltem camı aralıyor o sırada, yağmurun sesini duyuyorsun biliyorum çünkü kafanı sesin geldiği yöne doğru çeviriyorsun. Yağan yağmurda ıslanıp, sessizliğimizi ıslatalım diyorum. Bana bakıyorsun.
Ben her sabah bu rüya ile uyanıyorum. Bir gece rüyam senin ağzından dökülen şu cümle ile bitecek umuyorum: Geç oldu ama hadi çıkalım sokağa. Yanına iki kadeh almayı unutma. Yağmur damlaları köpüren şampanyamız olsun. Kadeh kaldıralım hayata.
________

14 Ocak 2009

ESKİYOR HERŞEY


Aradın onca aydan sonra, garipsedim doğrusu duyunca; tanıdık bir uzaklık vardı sesinde, bu değil şaşırtan. Bilmedik bir tedirginlik vardı yanında onu anlamakta zorlandım. Konuştuk kısaca:
~ Nasılsın iyiyim
~ Ben de…
Sessizlik tanıdık
~ Ben meşgul etmeyeyim
~ Etme…
Sessizlik tanıdık
~ Kapatayım
~ Kapat…
İşte tedirginlik burada.
Neden diye sormadan duramıyor insan. Kulağım bize Natalie Cole'un “I miss you like crazy” ile eşlik ettiğini duyuyor. Durup düşünüyorum bir an. KULAĞIMIN DUYMADAN ÖNCE ANLADIĞI O AN GELİYOR AKLIMA. H
er şey birden aydınlanıyor. Dedim ya tanıdık bir uzaklık, bilmedik bir tedirginlik, çok anlamlı bir sessizlik…
ESKİYOR HIZLA HERŞEY O SESSİZLİKTEN SONRA. Geride kalıyor zaman geçince, ister istemez. Eskilere rağbet olsa bat pazarına nur yağardı derler eskiler, bence bilirler de söylerler.

İNSAN


Yaşlı kadın torununu yanına çağırmış; cılız sesinin ve 96 yıllık yorgun bedeninin izin verdiği bir ses tonu ile torununa iyice yaklaşmasını söylemiş. Dünyada kaç insan var diye sormuş torununa. Torunu yaklaşık 6 milyar demiş. Kadın gülümsemiş yanlışın var demiş. Peki demiş sen kaçını tanıdın? Oğlan kendinden emin; en az 1000 demiş. Kadın gülümsemiş; yanılıyorsun, dünyada 1000 insan ancak var, dilerim ya onlardan biri ol ya da onlardan birinin arkadaşı.

Okuduğum öğreti niteliği taşıyan bu metin böyle miydi bu kelimelerle mi kaleme alınmıştı çok da emin değilim. Ama aklımda kalanı bu: İNSAN OLMAK. Ne zaman bir karar almam gerekse ve bir karar vermem önce insanı koyarım en öne ve merak ederim ben insan değil miyim diye? Peki en öne insan beni koyarsam bu bencillik mi olur benim ana dilimde. Peki ya koymazsam enayi demez mi akıl dilim bana. Bence bir karışıklık var ortada. Anneme ve babama danışmalıyım bir ara . Beni yetiştirirken bencillik sınırını tam olarak nereye çizmişlerdi; ufkun görünmeyen diğer yanına mı acaba. İtirazım yok bu duruma yanlış anlaşılmasın sakin ha; keşke enayi olma duygusunu da atsalardı dünyanın öbür ucuna. Pek sık olmasa da karşılaşınca insan bu duygusuyla sormadan edemiyor aslına; geride kalan onca insana ne deniyor peki bu dünyada?

13 Ocak 2009

ŞAPKA

Sen şimdi öyle oturuyorsun ya elinde bir sigara, diliyorsun ya gün geçsin, akşam olsun, karnım doysun yeter bana. Farkında değilsin. YAŞLANIYORSUN. Bir gün önüne koyacaksın şapkanı, bakacaksın yaşanmışlıklara...İstemek yetmez sahip olmak için, bileceksin artık o yaşta. Bazen yönünü değiştirmek lazım akışın: Kanatların olmasını isteyerek bir ömrü heba etme lüksün yok SAÇMALAMA ama kanatları olduğu için kuşlara yem verebilirsin mesela ve gökyüzünde süzülebildikleri için onların kanatlarına yüklersin umutlarını. Onlar taşırken sıcak diyarlara senin umutlarını, belki dinlendikleri bir zamanda umudunu gerçek yapacak biri gelir o anda kuşların yanına. Bilemezsin ama dilersin... Umutlarını gerçek yapacak olanın sen olduğunu ancak şapkanı önüne koyunca fark edersin. Bence vakit var…
Sence?

Fotoğraf


12 Ocak 2009

AŞKI ÖĞRET BANA


Aşkını anlat bana bir çocuk saflığında olsun
Bir kuşun ürkekliğinde
Bir tüyün hafifliğinde olsun

Aşkını yaşat bana
Vazgeçemediğim anılarım olsun
Sen vazgeçsen bile
benim bırakıp gidemediğim anlar olsun

Sen aşkı öğret bana
Ben sevmeyi sana
...

11 Ocak 2009

ARDINA SAKLANMIŞIM KENDİMİN




Yazıp siliyorsun…
Ne yazacağını bilmiyorsun.
Ne yazmaya kalksan ya onu yazıyor, ya onunla yazıyor ya da ona ithaf ediyorsun.
Onsuz mu olamıyorsun
Onsuz olmamayı mı tercih ediyorsun
Onsuz olmamak işine mi geliyor bilmiyorsun
Bu sorulardan iyi çalımlarla kaçıyor
Olur da çalımdan kaçayım derken yeni bir soru ile karşılaşırsan da cevabı geçiştiriyorsun
Akıllısın ya…
Sen bunu uzun zamandır yapıyorsun
Ben farkındayım da sana bunu söylemek ilişkimizi etkiler mi onu kestiremiyorum
Ben seni o varken tanıyamıyordum o gitti artık ulaşamıyorum


Sen duvarlar örüyor
Kozalarda uyuyorsun
Hadi diyorum bir metamorfoz çıkar kabuğundan, kabuk çatlıyor
Hah tamam artık çıkıyor diye umutlanıyorum
Hemen yeni bir tane daha örüyorsun
Kendinle yüzleşmekse korkun
Ya da benim söyleyeceklerimse seni ürküten


Yapma…
Bunu kendine, bana, seni sevenlere, dostlarına, anne-babana ve hatta hayatına yapma.
Okumayacaksın biliyorum
Boşuna bu yazmalar
Tıpkı aramalarımın cevapsız kalışı gibi
Yazmalarım da karşılıksız
Ama biliyor musun ben seni seviyorum kendim


Sen ne kadar suçu kendin de arasan da
Duvarlar örüp arkasına saklansan da
Kozalar örüp uyusan da
Sen ne kadar benden kaçsan da
Asıl bensiz olamazsın
Sen asıl onsuz daha bensin
Daha içten
Daha güzel
Daha akıllı
Daha insan
Sen ne kadar benden kaçsan da
Geride bırakırım hevesi ile hep arkana dönüp baksan da
Ben hep yanındayım tam da yanı başında.


10 Ocak 2009

TO FEEL YOU ALL THE TIME


aslında giden değil kalandır terk eden
giden de bu yüzden gitmiştir zaten

Munganın bu sözlerini
Biraz’ın Terk Edilenler için yazısını okuyunca hatırladım.
Şiirin tamamını bulunca da paylaşmadan edemedim.



Terk eden kimdi
kimdi kalan

giden mi suçludur her zaman?
ne zaman başlar ayrılıklar
dostluklar biter ne zaman
her geçen gün bir parça daha aldı götürdü bizden

aynı kalmıyordu hiçbir şey
değişiyordu her şey kendiliğinden

artık çözülmüştü ellerimiz
artık bölünmüştü yüreğimiz
birimiz söylemeliydi
bunu ötekine incitmeden


kimdi giden kimdi kalan
aslında giden değil kalandır terk eden
giden de bu yüzden gitmiştir zaten.



murathan mungan

Sahi ne zaman başlar ayrılıklar
Dostluklar biter ne zaman?

Peki ya kopmayan kopamayan bağlar var mıdır hayatta.
Bölünmüşken yürekler ve eller kenetli değilken
Başka kollarda başka hayalleri yaşayıp
Başka sabahlara uyanırken…
Ve hiçbir zorunluluk da yoksa üstelik
Neden terk eden edileni hala arar
Ve neden terk edilen terk edende bulur yaşama sevincini.

Kimdir giden ve söyler misiniz kimdir aslında kalan?







07 Ocak 2009

SON DİLEK



Dünyadaki son gününüz olduğunu bilseydiniz ne yapardınız?

Çılgın bir parti verirdim. Sevdiğim, yüzünü görmek istediğim herkesi davet ederdim.
Onlarla fotoğraflar çektirir, hepsinde bir ben kalsın isterdim.
Son bir saat aralıksız shut atardım atabildiğim kadar. O ana kadar bir yudum içmezdim. Aklım başımda olsun ki söylemek istediklerimi söylemek istediklerime söyleyebileyim. Orada olmayanlara da yazıp bırakabileyim diye.
En çok kardeşime kızardım gelemedi diye.
Sahi ne zaman öğrendim ben son günüm olduğunu. Yani 24 saatim var mı?
Varsa iyi...

O zaman kardeşim de benimle demektir.

Sen mi?
Sen gelmesen de olur.
Sana söyleyecek ne bir sözüm var ne yazılacak bir cümlem.
Ama son bir dileğim var eğer yerine getirebilirsen.
Kaldıysa bir parçam sende bir nedenden
onu da gönder ki vakit varken

bir şey geriye kalmasın sende benden,
götüreyim yanımda ben giderken.

Fotoğraf

06 Ocak 2009

HİBERNASYON



Her şey o karmaşık durumda ne yapacağını, nasıl karar vereceğini bilememesi ile başlamıştı. Farkındaydı. Başka bir arkadaşına olsa “deli misin sen evde iki yabancı gibi yaşayacağına konuşsana, al karşına ne oluyor bize diye sor” derdi. Oysa kendisi o kadar da kolay yapamamıştı. Kocası ile iki yabancı gibi yaşamaya başlayalı hayatında hiçbir şey iyi gitmiyordu.

İşinde sorunları vardı, sürekli gergindi, sabahları zor uyanıyor, hatta yataktan kalkamıyor, eşinin hadi hadileri arasında güne başlıyor, işe sürünerek gidiyor ve bütün gün bir sürüngen kıvamında çalışıyordu.

Bunu çözmesi, bu durumdan kurtulması ve bir an önce hayatına devam etmesi gerekiyordu. Yolu yoktu, bütün cesaretini toplayıp bu gece bu konuyu açıklığa kavuşturacaktı. Konuyu nereden nasıl açmalıyım diye düşündü. Sabah yataktan kalkamama durumu ile başlasa konu ister istemez neden niçin bölümüne gelir oradan da aralarındaki iletişimsizliğe varırdı elbet.

Akşam yemeğe oturduklarında, yorgun bedenine zorla monte edilmiş kafasını isteksizce kaldırdı ve kocasına:

- Ben bir önceki hayatımda galiba kış uykusuna yatan bir hayvandım. Baksana şu halime yaşamaya mecalim yok.
- Tembellik diyoruz biz buna.
- Tembellik değil, sanki kanım yok, kalbim atmıyor ve de hissetmiyorum.
- ….
- Sence de bir sorun yok mu ortada?
- Bir şey mi istiyorsun sen? Bir şey mi yaptım. Önemli bir günü unuttum gene di mi? Günlerdir surat asmaların, oflamalar püflemeler buna.
- Hayır hayır… Hem ne zaman surat astım ben sana.
- Ne bileyim bizim Bülent’in karısı bir haftadır Bülentle yatmıyormuş. Ne güldüm ya. Sonra seni anlattım Bülent dedi abi kesin unutmuşundur özel bir günü diye.
- Bülenti ne iyi dinlemişsin. Keşke Bülenti dinlediğin kadar dinlesen beni.
- Hayda sen de tuhaflaştın valla. Bak ben seni yarın annenlere göndereyim. Ara patronu. İzin al iki gün. Bak bir şeyin kalıyor mu annenlere gidince?

Kadın sessizce baktı. Ne kadar da başkaydı. Ne kadar da özeldi. Konuşurlardı. Dinlerlerdi. Gülerlerdi. Aynı dili konuşamayan iki insana dönüşmüşlerdi. Ne zaman olmuştu bu değişim. Yoksa hep böyleler miydi?

Kadın adama baktı… Masadan kalktı...

- Kusura bakma toplayamayacağım mutfağı. Bu arada mera edersen; hibernasyon benim ki… Öyle bir günden yarına değişmez. Annemle falan da geçmez. Yatıyorum. Odaya geldiğinde bedenim soğuksa sakin ola ki sarılmaya kalkıp beni ısıtmaya çalışma. Şimdi mevsim değişti ya bizim hayatımızda, bünyem yeni duruma alışana kadar izin ver bana.


________________________________________


KIŞ UYKUSU : HİBERNASYON Kış geldiği, sıcaklık düştüğü, besinleri ortadan kaybolduğu zaman doğadaki canlılar bu duruma karşı bir kaç şekilde kendilerini koruyorlar.Ya sıcak bölgelere göç edeceklerdir yada bulundukları bölgede kalarak kendilerini bu yeni duruma adapte edeceklerdir.3 cü bir seçenekte Hibernasyon yani kış uykusu yani canlı bünyesinin neredeyse durma noktası derecesine kadar yavaşlatılarak koşulların düzelmesini beklemektir. Kaplumbağaların ve diğer soğukkanlı hayvanların bu ilk iki yönteme başvurmak gibi bir şansları yok, göç edemezler yada bünyeleri çevreden aldıkları ısıya göre değişim gösterek yavaşlamaya başladığı için yeni duruma adapte olamazlar. Tek şansları hibernasyondur. Yani kış uykusu aslında isimlendirildiği gibi bildiğimiz şekilde bir uyumak değildir, ölümle yaşam arasındaki bir çizgiye kadar inmek ve orada beklemek demektir. Buna bilim dilinde "Hibernasyon" kış uykusuna yatan bir hayvana da "Hibernatör" diyorlar .Bu yavaşlamayı tıpkı insanların donmadan evvel uykuya dalmalarına benzetebiliriz.

Ama kış uykusuna yatan canlılar bizden farklı olarak ölüm çizgisinin tam üstünde durabilmeyi ve ısı yükselince yaşama geri dönebilmeyi beceriyorlar. Gece uykusunda ise bünye yavaşlamaz vücut ısısı düşmez. Mesela ayılar gerçek anlamda kış uykuna yatmıyorlar. Onların ki sadece derin bir uyku, çünkü asla vücut ısıları hibernasyon tanımına uyacak şekilde düşmüyor ve bünyeleri ölüm derecesinde yavaşlamıyor. Kış uykuna yatmış bir hayvan ise kolaylıkla ölmüş sanılabilir çünkü vücut ısıları neredeyse sıfır dereceye kadar düşüyor, nefes alış verişleri ve kalp atışları hissedilemeyecek derecede yavaşlıyor. Hibernasyondan çıkmakta gece uykusunda uyanmak gibi aniden ve kolayca olmaz ısı ve daha uzun bir süreç ister.

Ayrıca bkz


04 Ocak 2009

KENDİME KENDİMDEN BAŞKA KENDİM YOK


HÜZÜN MEVSİMİ

Gece
bir tabut gibi çöker omuzlarıma
bir ölünün iç çekmesi olur rüzgar
hüzünle düşünürüm uzaktaki bir evi
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
hasreti bir ben bilirim
bir de gecenin gözlerindeki baykuş
baykuş kötü kuş baykuş çirkin kuşonu hüznümle güzelleştiririm.

hüznümle süsler.
bir damın üstüne oturturum süsler.
damımın üstüne oturturum

— sizi hiç bu kadar yakından görmedimdi

yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta

abimin acıyla yontulmuş yüzü
yaşlı bir güvercin gibi düşer avuçlarıma
dağılır ses olur acısı
ezberlediğim bir öğüdü yineler bana

— çocuğum üşütme yüreğini...

şimdi hüzün mevsimidir bütün şiirleri gezen
ben doğma büyüme evciyim göç benim harcım değil
hasret bana çabuk dokunur yalnızken karanlıktan korkarım
mesela mevsim kışsa yağmur yağıyorsa
mesela annem de yoksa, şimşek de çakıyorsa ben çok korkarım ağlarım

— ana bana kurşun dök. dua oku. üfle ana.

ana ben daha çok küçüğüm. bana ninni söyle ana

yalnızım. bunu hep söylüyorum
yalnızım. bunu hep söylüyorum

geceyi çarmıha geriyorum kimseler tapmıyor
hüznümü ölçeğe vuruyorum yüreğime sığmıyor
herşey ne kadar olabilir meraklanıyorum
yüzüme dokundukça tırnaklarım kanıyor
yalnızlığımı hüznümle yoğuran gece
öyle basitsin ki sen bütün şiirlerin içinde
biliyorum.
biliyorum bunu da biliyorum
gökteki yıldızlar kadar dizeler yazılsa da
kendime kendimden başka kendim yok
ne utancımı kuşanan bir sevgine çirkinliğimi öpen bir kız

yalnızlığımdan yalnızlığım yalnız

— ana bana bir hal oldu. hep böyle titriyorum.
ana çok üşüyorum, ıhlamur ısıt bana

yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta

ben sevgiye hasretim
sevgi uzakta


ey insanlar
ey gecede unutulmuşluğumun yargıçları
iğrenerek öpüyorum parmaklarınızı
iğrenerek hepinizi kucaklıyorum ilkin
ağzınızı dudaklarınızı dişlerinizi öpüyorum
bilmiyorsunuz
ben kendimi öpüyorum

cinsel bir çiftleşmedir çarşaflar
ıslak bir gece en fazla kendini çoğaltır
bir solucan vücuduna yeni bir halka ekler
döllenir acı
sevişme daha da erselikleşir

— hü’yü tanıdım size anlatmalıyım bir gün.
size bir gün mutlaka hü'yü anlatmalıyım

geceyse
tükenmişse güneşin güçlülüğü
gök gözlerinin buğusunu yansıtır
senin acın acıların ölümüne gebedir
korkma yavrum
ne gece ne geceler senin suçsuz mızıkçılığını küçültemez
bir çirkini öpmek için uzattığın yüreğini
güzelleşip bir sevginin göğsüne yatmak bir
biraz yorgun biraz korkak bir insan sevmek biraz da
yayıp sırtını gecenin duvarına bir ölünün ağzını dudağını öpmek biraz

yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
ben sevgiye hasretim
sevgi uzakta

ey kanımda tefler çalan mevsimle gelen
sesimi çakallarla boğan gece
hüznüme vur acımı soy
beni de kuşat
boris karlof kadar masum yüzümü
karanlığınla frenkeştaynla


çünkü artık büyütmeliyim içimde nefreti
kalbim ki yıllardır iyiliğe abone
nerde bir insan görse
bırakır sevgi kuşlarını
çünkü o bağışlar yargıçlarını
kendi yasalarını kuramıyan yargıçlarını

ey gecede unutulmuşluğumun suçluları
ey yanlışlığın yanlış yargılayıcıları

suçum: nefreti öksüz bırakmak
savunmam: sevgimi yüceltmek içindir
sakalım yok biliyorum ama kötü değilim
büyükleri sayarım küçükleri severim
çocukları incitmeden severim. kadını öpmesini bilirim
sizi de sizi de öpmesini bilirim
— ana ben çok yalnızım.
benim başka sevgim yok...
içimde utanç çiçeği gibi büyüyor hü
kural tanımayan sevgim benim
aykırım fizik
ötem doğaüstüm yanlışlığım

aşkım.
Sevgili yanılgım benim başyargıcım
nefretim nefretim nerdesin

kalbim
bir gün elbette sana hükmedeceğim
elbet geçer bu hüzün mevsimi
bir baykuş bir serçeyle arkadaş olduğu gün
o gün size sevinci de anlatıcam
bir solucan bir leylekle çiftleştiği gün
o gün bahar mevsimidir size aşkı anlatacağım

ve bir gün elbette yıldızları sayacağım

— gelin kucaklayın beni. yıldızları sayamıyorum.





Arkadaş Zekai Özger • Soyut Dergisi • Nisan 1969

ÖLÜMÜ GÖZE ALMAK




“Neden başka bir şeylerden bahsetmiyoruz”

Sahi neden?
İnsanlar ölüyor bu dünyada.
Fark eder mi dini, dili, ırkı, cinsiyeti, rengi?
Söyle fark eder mi?
İnsanlar ölüyor bu dünyada yüzyıllardan beri.
Toprak uğruna, din uğruna, rengi uğruna.
Özür dilemek ne fayda… Ardından ağlamak…
Dünyanın kuralı bu deme bana.
Dünya, masa başında oturup 3-5 kişinin kararı ile yüz binlerin ölmesinden oluşamaz.
Oluşmamalı.

“Neden başka bir şeylerden bahsetmiyoruz”

Neden mesela…

Aşktan…
Beklentilerden…
Kırgınlıklardan…
Kızgınlıklardan…
İnançlardan…
Sevgiden…
Zenginlikten…
Yoksulluktan…
Yokluktan…
İşsizlikten…
Krizden…
Arkadaşlardan…
Dostlardan…

Bahsediyoruz…
Ama bunlar başka yazıların konusu.
Bugün tek bir konu var bahsedilmesi gereken

ÖZGÜRLÜK VE ÖLÜM

Anlasana yoktur hiçbir savaşın kazananı, sadece kaybedenler vardır.
Bir de kaybedilenler bu uğurda…
Olayların hangi tarafında olduğun önemlidir.
Ne zaman bir ölüm olsa özgürlük adına aklıma gelir: Büyük Reis’in Mektubu


Çocuktum daha Cumhuriyet gazetesi bir ek çıkartırdı “Bilim ve Teknik” 5-6 haziran Dünya Çevre Günü ile ilgili olarak Büyük Reis’in Mektubunu yayınlamıştı. Seattle Reis, Duvamish Kızılderililerinin Şefiydi. Bu küçük kabile batı Amerika’da Pasifik okyanusunun yakınlarında Washington Gölü’nün sularını denize akıtan ırmağın kenarında yaşamaktaydı. 1856 yılında bu kabile Bainbridge Adasının doğu kıyılarına göç ettirildiler. Bu gün yalnız küçük bir ırmak ve bir göl Duwamish adını taşır. Bir de Washington Eyaletinin en büyük şehri olan Seattle Kentinin adı, Kızılderili Şeften alınmıştır. 1853-1857 yılları arasında USA Başkanlığı yapan Franklin Pierce’ın, topraklarını sözde satın almak isteyen bir mektup yazması üzerine, Seattle Reis’in verdiği yanıt:


Washington’daki Büyük Reis bizim toprağımızı satın almak istediğinizi bildirdi. Dostluk ve iyi niyet sözleri söyledi. O bizim dostluğumuza layık olmadığı için bu sözleri söylemesi iyi. Biz yine de onun teklifini düşüneceğiz, çünkü satmazsak beyaz adamın belki de silahla gelip toprağımızı alacağını biliyoruz.

Gökyüzü nasıl satın alınır ya da satılır, ya da toprağın ısısı? Bunun düşünemeyiz bile biz. Havanın tazeliğine, suyun pırıltısına biz sahip değiliz ki siz bizden onları satın alasınız. Kararımızı vereceğiz.

Beyaz kardeşlerimiz mevsimlerin geri geleceğine nasıl inanıyorlarsa Washington’daki Büyük Reis de Reis Seattle’ın dediklerine öylesine inanmalıdır.

Sözlerim Yıldızlar Gibidir

Benim sözlerim yıldızlar gibidir, hiç kaybolmayacaklardır. Yeryüzünün her yeri halkım için kutsaldır. Her bir parıldayan çam iğnesi, her kumlu kıyı, karanlık ormanlardaki sis, ağaçsız köşe, vızıldayan böcek halkımın düşüncesinde kutsaldır. Ağacın içinde yükselen özsu Kızılderililerin anılarını taşır içinde.

Beyazların ölüleri yıldızlar arasında dolaşmaya gittiklerinde, doğdukları toprakları unuturlar, bizim ölülerimiz ise bu harika toprağı hiç unutulmazlar. Çünkü o bizim anamızdır. Biz toprağın bir parçasıyız ve o da bizim bir parçamızdır. Kokulu çiçekler bizim kız kardeşlerimizdir; geyikler, atlar, büyük kartal da erkek kardeşlerimiz... Yüksek kayalıklar, yumuşak çayırlar, midillinin ve insanın vücut ısısı hep aynı aileye aittir.

Washington’daki Büyük Reis bize topraklarımızı almak için haber aldığında bizden çok şeyler istiyor demektir. Büyük Reis bize kendi kendimize rahatça yaşayacak bir yer vereceğini de söylüyor. O bizim babamız, biz de onun çocukları olacağız. Ama bu hiç olabilir mi? Tanrı sizin halkınızı seviyor, Kızılderili çocuklarını ise terk etti. Beyaz adamlara işlerinde yardımcı olsunlar diye makineler yolladı, onlara büyük köyler yaptı... Yakında beklenmedik bir yağmurdan sonra gelen seller gibi kaplayacaksınız toprağın üstünü.

Benim halkım giden bir sel gibi, ama dönüşü olmayan... Hayır, biz ayrı ırklardanız. Çocuklarımız bile birlikte oynamıyor, yaşlılarımız da aynı öyküleri anlatmıyor birbirlerine. Tanrı size iyi davranıyor, bizler ise yetimiz. Toprağımızı satma teklifinizi düşüneceğiz, ama bu kolay olmayacak, çünkü bu toprak bizim için kutsaldır. Biz bu ormanları seviyoruz. Bilmiyorum, yaşamımız sizinkinden o denli farklı ki...

Derelerimizde ve nehirlerimizde akan su yalnızca su değil, atalarımızın kanıdır. Size toprağı satarsak bilesiniz ki o kutsaldır. Çocuklarınıza onun kutsal olduğunu öğretin. Denizin berrak suyundaki her kımıltı benim halkımın yaşamından olaylar, anılar anlatmalıdır size. Suyun şırıltısı dedelerimin sesidir. Nehirler kardeşlerimizdir; susuzluğumuzu giderir, kanolarımızı taşır, çocuklarımızı birbirine yaklaştırırlar.

Nehirler Kardeşlerimizdir

Eğer kardeşlerimizi satarsak şunu hep anımsayın ve çocuklarınıza da öğretin: Nehirler bizim --ve sizin de-- kardeşimizdir, onlara diğer kardeşlerinize olduğu gibi davranmalısınız. Dağlarda sabah güneşi sisi nasıl kovarsa, Kızılderili de beyaz adamın kovalamasından hep öyle geri çekildi. Ama babalarımızın külleri kutsaldır, onların mezarları bu kutsanmış topraktır. Beyaz adamın bunu anlamayacağını biliyoruz. Onun için bir toprak parçasının diğerinden farkı yoktur. Çünkü o bir yabancıdır, gece gelir ve istediği toprağı alır. Toprak onun kardeşi değil, düşmanıdır. Onu fethettiği anda daha ötelere gider, babalarının mezarlarını geride bırakır ve onları bir daha düşünmez bile. Toprağı, çocuklarından çalar ve bunu da dert etmez kendisine. Babalarının mezarları ve onların çocuklarının doğum hakları unutulur. Anası olan toprağa ve onun kardeşi göğe, koyun ya da pırıltılı incilermişçesine satılacak eşya muamelesi yapar. Beyazların açlığı toprağı tüketecek, geride hiçbir şey bırakmayacak, tıpkı bir çöl gibi.

Bilemiyorum, yaşamımız sizinkinden çok farklı. Sizin kentlerinizin görünümü Kızılderililerin gözünü acıtıyor. Belki de biz vahşiyiz ve ondan anlamıyoruz. Beyazların kentlerinde sessizlik yok. Baharda hışırdayan yaprakları ve böceklerin vızıltısını duyacak hiçbir yer yok oralarda. Belki de bu, ben vahşi olduğum ve anlamadığım için böyle. Oralardaki gürültü sanki kulaklarınıza hakaret ediyor. Meleyen keçi kuşlarının sesini ya da geceleyin göl kenarında bağıran kurbağaları duyamadıktan sonra yaşamda ne var ki? Ben bir Kızılderili'yim ve bunu anlamıyorum. Kızılderili bir gölün üstünde rüzgarın şarkı söylemesini sever, öğle yağmurları ile yıkanan rüzgarın kokusunu da, hele o çamların, o sert çamların sert kokusunu... Hava, Kızılderili için çok değerlidir; çünkü her şey solumaktadır, hayvan, ağaç, insan, her şey. Beyaz adam soluduğu havanın farkında değil sanki, günlerdir etrafında oluşan pis kokuyu algılamayan bir ceset gibi...

Hayvanlar Olmasaydı

Ama biz size toprağımızı satarsak unutmayın ki, hava bizim için çok değerlidir. Hava ruhunu yaşayanlarla paylaşır. Rüzgar babalarımıza ilk soluklarını verdi, onların son soluklarını aldı ve çocuklarımıza da yaşamın ruhunu verecektir. Size toprağımızı sattığımızda rüzgarın, çayır çiçeklerinin hoş kokusunu taşıyan çok özel ve kutsal değerini bilmelisiniz. Hayvanlar olmasaydı Toprağımızı satma teklifini düşüneceğiz. Kabul etmeye karar verirsek de tek koşulumuz var: Beyaz adam toprağın hayvanlarına kendi kardeşi gibi davranacaktır. Ben bir vahşiyim ve başka türlüsünü de anlamam. Beyaz adamın geçen bir trenden ateş edip öldürdüğü ve sonra da bıraktığı binlerce kokuşmuş sığır cesedi gördüm. Ben bir vahşiyim ve anlamıyorum. Nasıl olur da o duman çıkaran demir at, bizim ancak yaşayabilmek için öldürdüğümüz sığırlardan daha önemli oluyor? Hayvanlar olmazsa insan nedir ki? Tüm hayvanlar yok olsaydı insan, ruhunun büyük yalnızlığı içinde ölür giderdi. Hayvanlara ne olursa hemen sonra insanlara da aynısı olur. Her şey birbirine bağlıdır. Toprağa ne olursa toprağın çocuklarına da aynısı olur. Ayaklarınızın altındaki toprağın atalarınızın külleri olduğunu çocuklarınıza öğretmelisiniz. Toprağı korumaları için onlara toprağın, atalarımızın ruhları ile dolu olduğunu anlatın. Çocuklarımıza öğrettiklerimizi çocuklarınıza öğretin.

Toprak Anamızdır

Toprağa ne olursa, toprağın çocuklarına da aynısı olur. İnsan toprağa tükürürse kendi suratına tükürmüş olur. Çünkü biliyoruz ki, toprak insana değil, insan toprağa aittir, bunu iyi biliyoruz. Kan nasıl bir aileyi birleştirse, her şey de öyle birbirine bağlıdır. Toprağa ne olursa toprağın çocuklarına da aynısı olur. Yaşamın dokusunu insan yaratmadı, o, dokunun içinde yalnızca bir iplikçiktir. Siz o dokuya ne yaparsanız aynısını kendinize yapmış sayılırsınız. Hayır, gece ve gündüz birlikte yaşayamazlar, ölüler o güzelim ırmaklarda, uzaklarda yaşarlar, ilk baharın sessiz adımlarıyla geri dönerler ve gölü okşayan rüzgar onların ruhlarıdır.

Toprağımızı satma teklifinizi düşüneceğiz. Ama halkım soruyor: Beyaz adam ne istiyor? İnsan gökyüzünü ya da toprağın sıcaklığını satın alabilir mi? Ya da antilopun hızını? Biz bunları size nasıl satabiliriz ve sizler bunları nasıl satın alabilirsiniz? Kızılderili bir kağıt parçasını imzalayıp beyaz adama verdi diye toprağa istediğinizi yapabilir misiniz? Havanın tazeliği ve suyun pırıltısı bize ait olmadığına göre bunları bizden nasıl satın alabilirsiniz?

Teklifinizi düşüneceğiz. Toprağı satmazsak, beyaz adamın silahla gelip, onu zorla alacağını biliyoruz. Ama biz vahşiyiz. Şimdilik güçlü olan beyaz adam; tanrı olduğuna inanıyor, toprağın onun olduğunu sanıyor. Bir insan nasıl olur da anasının sahibi olur?
Toprağımızı satma teklifinizi düşüneceğiz. Gece ve gündüz birlikte yaşayamazlar. Rezervasyon alanına gitme teklifinizi düşüneceğiz. Bir kenarda barış içinde yaşayacağız. Geri kalan günlerimizi nerede geçireceğimiz önemsiz. Çocuklarımız babalarının korkaklaştığını ve yenildiğini gördüler. Çocuklarımız utandırıldı. Yenilgilerden sonra günlerini boşa geçiriyorlar, vücutlarını tatlı yemekler ve kuvvetli içkilerle zehirliyorlar.

Geri kalan günlerimizi nerede geçireceğimiz önemli değil, zaten çok günümüz de kalmadı. Birkaç saat, birkaç kış... Bir zamanlar bu topraklarda yaşamış olan büyük kabileden hiçbir çocuk doğmayacak. Bir zamanlar sizin gibi kuvvetli ve umut dolu olup da ormanda küçük gruplar halinde dolaşan o insanlardan, halkının mezarlarında ağlamak için kimse kalmayacak.

İnsanlar Denizin Dalgaları Gibidir

Ama neden kabilemin çöküşü için üzüleyim? Kabile, insanlardan oluşur, başka bir şeyden değil. İnsanlar denizin dalgaları gibi gelir ve giderler. Tanrıları kendileri ile birlikte dolaşan ve arkadaşça konuşan beyaz adam bile bu ortak hükme karşı çıkamaz. Belki de biz gerçekten kardeşizdir. Göreceğiz. Bildiğimiz bir şey var, beyaz adam da anlayacak onu bir gün: Bizim tanrımızla sizinki aynı. Bizim toprağımıza sahip çıkmayı düşündüğünüz gibi ona da sahip olduğunuzu düşünüyorsunuz belki, ama bunu yapamazsınız. O, beyazların olduğu kadar Kızılderililerin de; tüm insanların tanrısıdır. Bu toprak onun için değerlidir, toprağı yaralamak, onun yarattıklarına kötü davranmak demektir.

Beyazlar da bir gün yok olacaklar, belki diğer kabilelerden de önce. Daha iyi bir yatak bulmak için uzaklara gidin. Bir gece kendi çöpünüzde boğulacaksınız. Sizi buralara getirip bu toprakların ve Kızılderililerin fatihi yapan tanrının kuvvetine güvenip, bizim batışımıza çok sevineceksiniz. Bu hüküm izim için bir sırdır. Bütün sığırlar öldürülüp, bütün yaban atları ehlileştirildiğinde, ormanın gizli köşeleri insanların kokusu ile ağırlaştığında, bereketli tepeler tel çitlerle sarılıp utandırıldığında nerede olacak o kuşlar? Kartal nerede? Yok... O zaman ava ve hızlı midilliye "Yaşa, çok yaşa!" demenin anlamı ne ki?

Yaşamın sonu ve kurtuluşun başlangıcı. Tanrı özel bir nedenle sizi hayvanların, ormanların ve Kızılderililerin fatihi yaptı, ama bu neden bizim için bir sır. Eğer beyaz adamın düşlerinden haberimiz olsa idi, belki de bu sırrı anlayabilirdik. Uzun kış akşamlarında çocuklarına anlattıklarını bilseydik anlardık belki de. Ama biz vahşiyiz, beyaz adamın rüyaları bize ödünç verilemez ki. O rüyalar bize ödünç verilemeyeceğine göre, biz de kendi yolumuza gideceğiz. Çünkü biz her şeyden çok, bir insanın kendi istediği gibi yaşama hakkına saygılıyız. Onun yaşamı kendi kardeşinden çok farklı olsa bile. Bizi bağlayan çok fazla şey yok.

Teklifinizi düşüneceğiz. Kabul edersek bu yalnızca söz verdiğiniz rezervasyonu sağlama almak için olacak. Orada belki de kısa günlerimizi istediğimiz gibi geçirebiliriz.
Son Kızılderili bu topraklardan gittiğinde ve anısı yalnızca ovanın üstündeki bulutun gölgesi olarak kaldığında yine de atalarımızın ruhları bu kıyılarda ve ormanlarda canlı olarak kalacaktır. Çünkü onlar yeni doğan bebeğin, anasının kalp atışlarını sevdiği gibi sevmişlerdi bu toprağı.

Toprağımızı size satarsak onu sevdiğimiz gibi sevin sizde onu. Ona özendiğimiz gibi özenin. Ve tüm gücünüzle, ruhunuzla, yüreğinizle onu çocuklarınız için koruyun ve tanrının bizi, hepimizi sevdiği gibi sevin onu. Çünkü bir şeyi biliyoruz: Bizim tanrımız sizinkinin aynısıdır. Bu ortak hükme beyaz adam bile karşı çıkamaz.
Kim bilir, belki yine kardeşizdir sizinle. Göreceğiz...
___________________________________________
Metnin orjinalini bulmaya çabalarken aşağıdaki yorumu okudum. Belki sizin de ilginizi çeker.
(...)
Ancak anlaşılmıştır ki bu konuşma aslında Duwamish kızılderililerinin şefi olan Seattle'a ait değil, bir belgesel film senaryosunda senaryo yazarı Ted Perry tarafından ona aitmiş gibi sunulmuş ve belgesel yapımcısı John Stevens daha etkili olmasını arzuladığı için bu sözlerin aslında ona ait olmadığını belirtmemiş, bunun sonucunda da Seatlle'ın sözleri olarak bilinmeye ve yayılmaya başlamış.
Konuşmanın orjinali tam olarak bilinmemekle birlikte 29 Ekim1887 tarihinde Seattle Sunday Star'da Şef Seattle' atfedilen ve görüşmeler sırasında orada tercüman olarak bulunduğunu iddia eden Dr. Henry A. Smith tarafından, Seattle' ait olduğu iddia edilerek yukarıdaki yazının esinlendiği bir yazı yayınlanmıştır.
Amerikan resmi kaynaklarında ise bu konuşma neredeyse tam tersi bir teslimiyeti ifade eden kısa bir konuşma olarak geçiyor. Bu konuşma dönemin bölge valisinin, Seattle’ın hemen güneyinde yer alan Muleteo’da veya Point Elliott’ta 21 Ocak 1855 tarihinde Duwamish, Snoqualmies ve Skagit kabileleriyle birarada yaptığı toplantı sırasında yapılan konuşma olduğu…
Amerika resmi belgelerine göre bölge valisine şu sözleri söylüyor Duwamish kızılderililerinin Şefi Seattle:
"Size babam gibi bakıyorum. Ben ve diğerlerimiz sizi öyle görüyoruz. Bütün kızılderililer size karşı aynı dostane duygular içindeler ve bunu kağıt üzerinde Büyük Baba’ya gönderecekler. Bütün erkekler, yaşlı erkekler, kadınlar ve çocuklar onun sizi onlara göz kulak olmanız için göndermesinden hoşnutlar. Benim zihnim sizinki gibi, daha fazla bir şey söylemek istemiyorum. Kalbim [konuşma sırasında orada bulunan] Dr. Maynard’a yönelik iyi duygular içinde. Ondan her zaman ilaç almak isterim. Şimdi bununla dost oluyoruz ve geçmişte eğer varsa bütün kötü duygularımızı bir kenara bırakıyoruz. Bizler Amerikalıların dostuyuz. Bütün Kızılderililer aynı düşüncedeler. Size babamız gibi bakıyoruz. Bu düşüncemizi asla değiştirmeyeceğiz. Bizi görmeye geldiğiniz için, hep böyle olacağız. Şimdi, şimdi bu kağıdı gönderin.”

SENLE KONUŞTUM



~ Uyuyamadım bütün gece…
~ Gene ne oldu ki?
~ Bilmem aklıma düştün gene. Sen iyi değilsin biliyorum. Biliyorum benim yapacağım bir şey yok sen istemedikçe ama elimde değil aklım kalıyor sende.
~ Sen işine baksana ne karışıyorsun bana. Ben sana karışıyor muyum? Müdahale ediyor muyum? Endişe duyuyor muyum?
~ Duymalısın belki de. Ben de iyi değilim sana söyleyemiyorum daha da kötü olma diye. Hem ne bu sinir bu öfke.
~ Karışma bana. Yaptım bir hata şimdi de cezasını çekiyorum. Hem ne var biraz yalnız kalmak istedimse. Ne var yani kimse bana ulaşamıyorsa. Ulaştı da ne oldu. Sen biliyorsun bunu en iyi. Birlikte yaşamadık mı tüm o heyecanları, üzüntüleri, kırgınlıkları, kızgınlıkları, hayal kırıklıklarını. Ben sen değilim. Unutamıyorum senin gibi bir günde.
~ Bir gün mü? Farkında mısın 2 yıl bitti. Koskoca iki yıl. Değer mi?
~ Senin verdiğin değerle benim ki bir değil diye sakın ola ki yargılama beni. Hem sen git ne istiyorsan yaşa. Engel mi oluyorum ben sana.
~ Engel değil de…
~ Ne?
~ Sen olmayınca olmuyorum. Denedim biliyorsun. Sensizken 1-2 kere denedim. Mutlu etmedi ki anlar beni. Seni istedim. Sen de ol.
~ Olamam. Benim yaram iyileşmedi. Hem ne diye dürtüp duruyorsun beni. Demedim mi ben ararım seni. Gelme üstüme. Bak tekrar diyorum. Sen git ne istiyorsan yaşa. Beni düşünme. Yalnız bırak. Ben daha iyiyim inan. Ama öyle senin istediğin gibi taşıp coşamam. Yavaş yavaş. Doktor bile dedi. Heyecanlara ve endişelere dikkat et diye. Sen bir de beni düşünüyormuşsun gibi hadi diyorsun yeni heyecanlara yeni aşklara. Oldu küçük hanım, mümkünse bir süre daha görüşmeyelim.
~ Bir dinlesen beni…
~ Dinledim de ne oldu. Teslim oldum. Kendi çıplaklığımla kalakaldım. Hem sen okudun mu bugün aydan atlayan kedi’nin yazısını.
~ Okudum
~ Ne anladın?
~ Ben çorbayı hatırlıyorum…
~ Ve ben…
~ Tükürüğü.
~ İşte gördün mü? O nedenle git ve ne yaşarsan yaşa ama benimle uğraşma. Beni rahat bırak.
~ Peki ya herkes onun gibi değilse. Yani çorbayı aşkla pişiren biri varsa… Sunmak için birini bekliyorsa… Hadi inat etme. Gel benimle, sensiz olmaz biliyorsun, boşuna inat ediyorsun. Şu evrende var olmazsan nefes almak neye yarar söylesene... Sensiz yaşanmaz ki yüreğim. Sensiz olmaz ki anlasana...


____


SORULAR VE CEVAPLARI




Aslında kırmızılının “öyle mi” yazısını okumak üzere girdim bloguna, bir de baktım ki yeni bir mim var dünden kalan. Okumaya başladım ve sonunda bir de baktım ben de mimlenmişim. Teşekkür ederim kırmızılı.

Mim kimden başladı nasıl başladı bilmiyorum ama James Lipton tarafından sunulan Inside The Actors Studio söyleşi programının en sevdiğim bölümüdür bu sorularla sanatçıların baş başa kalması. Hele de en sonunda;
"If heaven exists, what would you like to hear God say when you arrive at the Pearly Gates?"
"Eğer cennet varsa, cennetin kapılarına geldiğinde Tanrı'nın sana ne demesini istersin?"
Nasıl doğallar, nasıl da güvenle cevaplar veriyorlar.
Hep düşünmüşümdür yurdumda olsa nasıl olurdu acaba diye.

Bu kadar girizgahtan son; işte sorular ve cevapları…


1. En sevdiğiniz kelime nedir?

Aşk

2. En nefret ettiğiniz kelime nedir?

Babam dışında birinin bana kızım demesi

3. Sizi ne heyecanlandırır?

Gece karanlık ve fonda çalan jazz

4. Heyecanınızı ne öldürür?

Tam da o sıra karşımdakinin gaz çıkartması

5. En sevdiğiniz ses nedir?

Çocukların kahkahaları

6. Nefret ettiğiniz ses nedir?

Tahtaya tebeşirle yazı yazarken bazen çıkan o ses

7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?

Muhasebeci (para ve rakam olan herhangi bir meslek)

8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak istersiniz?

Düşünce okuma

9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?

Kendim olmak ama mümkünse daha az konuşmak

10. Nerede yaşamak isterdiniz?

Kesinlikle tropik bir adada

11. En önemli kusurunuz nedir?

Çoooook konuşurum

12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?

Tatlıya olan düşkünlüğüm

13. Kahramanınız kim?

Annemle babamın karışımı

14. En çok kullandığınız küfür nedir?

Fuck

15. Şu anki ruh haliniz nasıl?

Takıntılı, huzursuz ama gene de umutlu

16. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?

Gerçekten istemezsen başaramazsın. Gerçekten kendini vermezsen başarıyı anlamazsın.

17. Mutluluk rüyanız nedir?

Bir kır evinde torunlarımla gölün kenarında piknik yapmak

18. Sizce mutsuzluğun tanımı nedir?

Huzursuzluk

19. Nasıl ölmek istersiniz?

Ölmek istemesem ???

20. Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı’nın size kapıda ne söylemesini istersiniz?

Hoş geldin. İstediğin her şeyi yapmak için verdiğim fırsatları iyi değerlendirdin.
______________________________________________
Bu soruları kimin cevaplaması heyecanlı olurdu
Nily ve Yalnızlıkokulu'nun cevaplarını okumak isterdim.
Peki onlar cevap vermek ister miydi?
______________________________________________