24 Kasım 2025

Kimdir Öğretmenin?




Kasetçalarımız var, siyah, küçük.  Kasetlerimiz var,  kitaplar kadar çok değiller, kitaplarımız çok, ansiklopedilerimiz var.  Joan Baez, cevabı rüzgarda ara diyor, henüz İngilizce bilmiyorum ama şarkıyı mırıldanarak söylüyorum.  Zülfü bağırıyor,  ey özgürlük! Ben de bağırıyorum. Ruhi Su , bilmiyor feleğin nesi var? Ben de bilmiyorum.

Büyüyorum,  alabildiğine bir yalnızlık var içimde,  okula başlayınca anlıyorum,  kardeşim yok benim,  sıkı pazarlıklar sonucunda oluyor. Demokrasiye geçişim kardeş oylaması ile oluyor. Çoğunluk kardeşe onay veriyor. Annem Almanya'daki bir çocuk kampına lider olarak Türk ekibini götürecek,  işte  o yıl pazarlığı sıkı yapıyorum,  Almanya'dan kardeş gelecek, o şartla gitmesine razı oluyorum. Fazlası geliyor, bir de mahallede caka satacak kırmızı bisikletim olacak. Kardeşimi çok seviyorum. Pek çok seviyorum. Sevgisinde boğulmayayım diye, kader bizi ayırıyor,  o hep ecnebi memleketlerde yaşıyor,  sevmeye bir de hasret ekleniyor.

İlk anılarımın mekanı karanlık bir mutfak, penceresi apartman boşluğuna bakıyor. Onlarca kilo havuç, elma, portakal suyu emektar bir katı meyve sıkacağından pınar gibi akıyor.  Her hafta bir kek ya da turta garanti. Muzlusu favori ama o elmalının kokusu yok mu?
Sonra o mutfakta düdüklü patlıyor,  nohutlar ve tavuk parçalarını tavandan topluyoruz.  40 yıl eve düdüklü almıyorum. 

Çekirdek ailemizin hap kadar odalara yayılan mutluluğu 80'lere denk geliyor.
Zaman kötü, ama ne gam!

Biz sokakta oyunlar oynuyoruz, mitinglere katılıyoruz, geziyoruz, kah Uludağ'da mangalsız piknik yapıyoruz, kah deniz kenarında yürüyüş,  Bursa''dan Side'ye kadar vosvosumuzla yol yapıyoruz, bazen hapiseneleri ziyaret ediyoruz, bir seferinde bebeğimi içeri almıyorlar, ağlıyorum, asker abiyi bu yüzden sevmiyorum.  Ve ne tuhaf onca yokluğun içinde ve her şeye rağmen gülüyoruz.  Ağlıyoruz da, çocuğuz biz, anamız babamız ağlıyor diye ağlıyoruz. 

İmkanlar el verdiğince, hayatı öğreniyoruz; hak yememeyi,  sevmeyi,  çalışmayı,  dürüst olmayı, ahlaklı olmayı, paylaşmayı, değer vermeyi öğreniyoruz.
Şanslı çocuklarız öğretmen anne babayla büyüyoruz.
 
Biri aktif olarak yapıyor,  diğeri yönetici. 
Hiç vazgeçmiyorlar; iyiden, doğrudan ve haktan!

Gönülleri geniş, sevda yüklü, öyle ki, el uzatana yürek uzatıyorlar... Yüreklerinin kırıldığı oluyor, yok sayıldığı da, onlar yine de bildiklerinden vazgeçmiyorlar.

Ah!
Atatürk'e sevdalılar, insanca yaşamaya tutkulu. Atamın izinde, insanın yanında duruyorlar, dimdik!

Büyüyoruz, torna değil ki ev.  Farklı öncelikleri,  hayalleri, alışkanlıkları olan çocuklarız. Okullu oluyoruz,  başka çocuklar,  başka aileler görüyoruz. Şansımıza daha çok sarılıyoruz. Hayat bize bir şanslı kapı vermiş,  o kapıdan geçip başlamışız, neredeyse bir sıfır öndeyiz.  Beni bilmem ama kardeşim şansını katladı, uzaklarda olsa da, yeri geldi, öyle bir yerde öyle bir cümle kurdu ki, bana abilik yaptı, kurduğu cümle ile hikayem bambaşka bir yöne aktı. 


"Onlar hep senin yanında olur"


Biliyordum ama demek ki o dönem duymaya ihtiyacım varmış.

Yolumu değiştirdim,  eşimle kurduğumuz dünyaya minnattarım,  yollarda mavişle olmaya, içine güneş doğan evimize, yeşile ve maviye olan tutkumuza, sakinliğimize ve sevme biçimimize,  sohbetlerimize,  gönlümüze ve gülen gözlerimize minnettarım.

Gelenimize gidenimize, evimizi evleri bilenlere, kapımızı çalıp,  elinde olanı paylaşana, minnettarım. 

Değer görüp değer veriyoruz, teşekkür ederim hepinize, önce aileme, olduğunuz için çok şanslıyım, sonra da hayatıma değen ve beni büyüten herkese.

Öğretmenler size nereye varacağınızı söylemez ama yolu gösterir diye bir cümle okudum bu sabah.
53 yaşıma gelene kadar yolumdan şaştığım da oldu, yolumu uzattığım da...
Şimdilik durağımı çok seviyorum,  yolumun sonu nerede nasıl olacak bilmiyorum. Ama
yolumu sevdirdiniz, yoluma hep çiçekler derlediniz, işte bunu çok iyi biliyorum. Gönlümü şenlendirdiniz. Eğer bir gün bir vesile ile karşılaştıysak ya da karşılaşırsak
sizlerin de gönlü hoş olsun, yolunuz açık olsun isterim.
Yüzünüzde benden bir tebessüm kaldıysa yahut kalırsa,  yaşamak amacım gerçekleşmiş demektir.
Ne mutlu bana. 

16 Kasım 2025

Kimin Suçu?


Erkendi, emeklilik zamanını göreceğim ben seni diyenlere inat, sabah 6.30'da açtım gözlerimi. Karanlığa... Ne kadar da ışıksız oluyor günler, doğumu ile batımı arasında 10 saat var yok...

Haftalık gazetemi aldım elime, hala kağıt olsun istiyorum okuduğum gazete, kitap. Evet, köyde günlük gazete takip etmek zor, yaşasın haftalık gazetem.

Gün ağarmaya başlayınca açtım perdeleri, seyreyledim hayatın bana bahşettiği güzellikleri, koca dağ ile selamlaştım göz ucuyla, pembe beyaz toz  bulutlara, uçuk mavi gökyüzüne, tepeden doğmak üzere olan güneşe teşekkür ettim. Isıttım bedenimi o güneşin kollarında, yüreğime su gibi serptim kapı aralığından giren çiy taneciklerinin nemini.

Elimi yüzümü yıkadım, yatağımı havalandırıp topladım ve günlük kıyafetlerimi giyerken düşündüm, sallanan koltuğumun keyfini ne zamandır sürmedim diye.

Sallandım bir iki, çocuk misali uçuverdi kelebeklerim, gazetemi okudum bir süre, ayağa kalkıp bahçeyi süzdüm, çimlerimiz, otlarımız, narenciye bahçemiz, narsız nar ağacı olur mu desem de o henüz bir bebe, çiçek verdi boyuna posuna bakmadan sadece bir tane,  pampaslar ve yalancı ada çayı ile selamlaştım, kadim zeytin ağacına sordum gecesini, üşümemiş sevindim, ne de olsa 8 dereceleri görür olduk buralarda, gündüzleri hayra alamet olamayacak 25'ler insanı sevindirse de, düşündürücü tabi, lavantalara seslendim, sardunyalar ve mercanlar derken, kaktüsler aldı sazı eline, neymiş onları yeterince sevip okşamıyormuş ellerim. Onlarınki de laf! Küstüm ağacı ve mine ağacı laflarken girdim aralarına, susuverdiler, benden ne gizlileri varsa... 

Bu sabah içimdeki çiçekleri sayayım dedim, yetişemedim hızlarına, bir bir çoğaldılar saydıkça. Yüzümde açan gülleri görmeliydiniz, gözümdeki yıldız çiçeklerini ve acem halıları serilmiş yüreğimi, ellerim papatya öbekleri... Vallahi de billahi de kıskanırdınız. 

Birden, ansızın bir acı geldi oturdu yüreğime... Bu topraklarda onca acı varken neyeydi benim sevinmem, çiçek açmam, kuşlar gibi şakımam, hiç mi utanmıyordum. Utandım halimden... Soldu çiçeklerim bir bir, kapandı lavantalar, döktü adaçayı çiçeklerini, naneler bile kokmuyordu. Kuşlar! Ah o bülbül gibi şakıyan kuşlar! Onlar bile sus pus oldu. 

Kimin suçuydu bu? Kim renklerimizi soldurdu? Ya gelmezse bir daha baharlar, ya maviliklere süremezsek gemileri, güneşin zaptı yakındı hani... Ah şair kandırdın bizi... Hem de fena kandırdın. Umut yükledin yüreklere su serper gibi... 

İstikbal göklerde dedik, işimiz gücümüz yokmuş gibi her sabah uyanıp maviye boyadık iyi mi? Yaşarız bir orman gibi kardeşçesine dedik, ne gök bıraktılar ne deniz ne orman... Sardı akrepler dört bir yanımızı. Yeter artık dedim, barış olsun diye, zeytinin dalını aradım durdum, şelaleye düşmüştür diye, vardım dağın başına, ne şelale kalmış, ne ağaç, ne kuş, ne ellerin, durular mı onlar bile gitmişler dedim... Aşk ! Sen nerelerdeydin? Geldi oturdu karşıma, gözlerin durur mu durmadılar, onlar da gittiler... Ben şimdi bir çift gelinciğe yükledim sevdamı, umudumu, özlemimi... Oysa bu topraklarda nice analar, eşler, çocuklar bir gelinciğe bile hasret kaldı. İçlerini hep karalar bağladı. 

İndim dağdan öylece, sessizce, çaresizce, ellerim bomboş, yüreğimde sancılar... Bir duru sözle gönül alana, bir kuru dalla, çiçekle gelene gülerdi gözlerim... Yaralı yüreğim... Git git git gitmeeee kal! Kaldım öylece, sessizce, çaresizce, ellerim bomboş yüreğimde sancılar... Oysa bu sabah yeşermiştim ben, küllerimden... İçerim ben bu akşam, ah bir de rakı şişesinde balık olsam, daha ne isterim bu hayattan. Kederi de sevinci de içinde, içince. Bak alkol demiyorum, yaşamak hali diyorum... Farkında olarak, iyisiyle, kötüsüyle, çok severek diyorum. İçimde bir kelebek kalmış sabahtan... kanatlarını mı çırptı o... Utanma, sıkılma, bırak uçsun... Uçsun ki, umut olsun. 

Peki ya içimdeki utanmaz diye haykıran o ses... O sesi ne yapacağız... Kimin suçu? Söyle bana... Duydun mu uzak diyarlarda "benim" diye haykıran bir ses. Varsa bile, çocukluğumuzun köyü misali... Orada, uzakta, gidemediğimiz, göremediğimiz aydınlıklarda. 

Uç uç kelebek... 
Annen sana terlik pabuç alacak... 
Peki, artık buna hangi çocuk kanacak?








* Yaşamıma değen, Atama, şaire, söz yazarına, şarkıcıya, yüreği yüreğime değenlere, elimden tutanlara, elimi bırakanlara... Beni ben yapan her kim varsa, doğaya, havaya, suya, anama, babama, kardeşime, eşime, dostuma... Bin şükür, bin bir teşekkür... 

08 Kasım 2025

Hayat - Limon - Selanik - Halkidiki

Hayat sana limon verirse, limonata yap..

Eylül ayı 53 yaşımın tuhaflıkları ile geçti. Evren'e mesajı yanlış mı iletmiştim.

Sözlerim gerçeğim mi olmuştu.  Kötü şansın belini kırmaya yetmeyen bir havan hikayesi var ki, tuhaf yetersiz bir kelime gibi. 

Her şey Temmuz ayında Antalya'daki düğünde başladı.  10 yıllardır süre gelen "beni bir gezdirmedin halam" cümlesi birden yerini buldu. Gezdiremedim!

"Oy oy oy... Yedi beni.... Ömrümden deli deli...*

Beni tanıyanlar bilir ki, gezmek deyince de ben! Detaycı, planlı, titiz biriyimdir.  Kusursuz olmasa da,  eksiksiz olsun isterim. 

Gün gün,  saat saat bütün rotayı alternatifli çıkarır,  yürüyüş mesafelerine kadar not alırım.  Kalacak yer için 3 nokta, yemek için 2 nokta, alternatif kafe ve şarap mekanları, bira içilecek yerler gibi detaylar eklerim. Tarihi yerlerin özelliklerini not ederim ki tur operatörü edasıyla meseleye yaklaşabileyim. Öyle bir excel tablo çıkarırım ki aklını çıldırırsın. 

Olacak iş değildi ama oldu, olması gerekiyormuş ki oldu! Benki, defalarca birlikte gideceğimiz insanlara pasaport kontrolü yaptırır, pasaport son süresi baktırır, ikna olmaz fotoğraf falan isterim, kendi pasaportlarımıza bakmamışım iyi mi?

Günlerden Cumartesi, halamgiller Antalya'dan sabah 5 gibi çıktı, Pazar sabah da biz çıkacağız, haliyle Maviş düğüne hazırlanır gibi yola hazırlanıyor. 

Bende bir bayram havası, çocuk telaşı, yüzümde bir gülme var, sanırsın yaradılış. 

Kıymetli evraklar kutumdan çıkarttım pasaportları, bir gün önce yaptırdığım yeşil pasaport - araç vizesi evrakı- ve yol notlarım ile birlikte koydum su geçirmez çantama. Sonra bir şey dürttü beni, aldım elime pasaportu... Baka kaldım... Kaldım yani... Öylece aktı göz yaşlarım... Tam bir hayal kırıklığı olacaktı halamgillere az sonra telefonla vereceğim haber: Pasaportlarımızın son kullanma tarihi tam 1,5 geçmişti. 

Pandemi, ev yapımı derken, 10 yıl sandığım pasaportlar 5 yıllık olduğundan, geçip gitmişti zaman ve evet ardına bile bakmadan. Eee mübarek kardeşim, pasaport bu bilmez bakmayı da sen ne ayak diye sordum kendime: kontrol manyağım ölmüştü bir yerde ve ben cenazesine bile gidememiştim. 

***

Geldiler, pazartesiyi bekledik, İzmir Nüfus Müdürlüğü'nde aldık soluğu, evrak istediler, Bursa'dan evrak istedik, geldi, teslim ettik formları, hadi hayırlısı dedik, teşekkürler ettik, çıkarken çarşambaya elinizde olur dediler, daha o gün 4.45'de ret geldi, bekledik salı olmasını, gittik yeniden İzmir Nüfus Müdürlüğü'ne,  evrak uygun değilmiş dediler, bir kez daha evrak istedik, farklı bir yöntemle gönderdiler, böylece bir kere daha evrak verdik, bir kere daha başvuru yaptık, çıkarken oldu dediler, perşembe elinizde olur dediler, olmadı, adamdı, telefondu, acildi, mağduriyetti derken, cumartesi ptt kargodan aldık pasaportları ve çıktık yola... Günler de boş geçmedi aslında, bildiğin İzmir'de turist olduk. İyi de oldu. Güldük, çok güldük... Şok da olduk, hem de ne şok! Okey oynadık geceleri, kumarına, öyle boş yok bizde... 

***

Yunanistan'a daha önce de gittik, defalarca, Halkidiki bölgesine ikinci gidişimiz olacak. Rota belli, deniz, kum, güneş ve biraz tarih, Selanik ve civarındayız 6 gece 7 gün. Oh mis!

***

Gidiş dönüş, 1997 km'lik yolu kesintisiz gitsek 24 saat gösteriyordu Google, biz 6 gece 7 gün doya doya gezdik rotadaki koyları, köyleri, kasabaları...


***

İlk haftayı İzmir'de geçirdik. Çeşme, Alaçatı, Urla, Arkas Sanat Merkezi, Agora, Kemeraltı, Alsancak, Güzelbahçe,  balık ekmek keyfi, deniz molaları, Özbek, Sığacık, gün batımları... Dolu dolu bir İzmir ve çevresi haftası oldu. 







Stresli bir haftayı geride bırakıp Cumartesi asıl hedefimiz için yola çıktığımızda yüzlerdeki mutluluğu gösterebilseydim keşke size... Zafer nidaları çınlıyordu her kilometrede. 

Rota oluşturuldu ama keskinlik yoktu. Açık uçlu bir rotaydı, özgür ve planlı bir plansızlıkla gezdik. Kah orada kah burada değildik ama, alternatifleri iyi değerlendirdik.  Her gün başka bir durak, her durakta başka plajlar... Yunanistan denince, doğa, tarih, deniz kum, güneş... Tanıdık geldi mi? Peki tüm bunların ücretsiz olması da cabası. Üç tarafı denizlerle çevrili yurdumda deniz balığını rüyasında görüp, çiftlik balığını bile sayılı günlerde tüketen yurdum insanına ülkenin parası 50 katı iken bile kurduğun  sofranın bugün benim diyen balık restoranının 3'te 1 fiyatına kurdurduğunu anlatamazsın, diğer bir çok şeyi anlatamadığın gibi. Ekonomik olarak sıkıntılı bir dönemde olmamıza rağmen ilaç gelen rotadan kalan anıları fotoğraflara sığdırdık bir de anımsarken yüzlerde oluşan tebessüme. 


***



















***

Gelelim havan hikayesine; taş bir havanım var, yıllardır kullanırım, halam dedi ki, havanın ne güzelmiş, havan bildiğin tezgahta duruyor, havanı ve tokmağı... Havanın tokmağı, halam bu cümleyi söyleyip, arkasını döndükten sonra  yuvarlanarak tezgahtan düştü ve ikiye ayrıldı. Bakakaldık giden tokmağın ardından... Şair misali takıldık, serde sakinlik var çığlık atamadık :) Nasıl yani olduk... Nasıl yani!!!

***

Kısmetten öte köy yok bir kez daha anladık. 2 haftayı doya doya, güle güle, şok ola ola yaşadık. Kocaman "iyi ki"lerle sarmalandık. Yıllar sonra, birlikte büyüdüğümüz, hala dediğim, hala kızıyla, enişte, bacanak, kum, deniz, güneş, bol kahkaha ve anılarla geride bıraktık. Böylece yıllardır dile gelen "bir gezdirmedin" cümlesi evirildi ve  " pek güzel gezdirdin, ağırladın halam" oldu.  

***

Yıldızlı sözlerin bir de videosu gelsin ki, kendisi benim emeklilik şarkımdı :)) 

Oy oy oy yedi beni, bu Erasmus yedi beni :))))