DAMAĞIN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DAMAĞIN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Haziran 2010

Dalından Yemek Kırmızı ve Şarap Renginin Her Tonunu


Güzel bir üç güne sığdırdık
Ağaç bir eve
Yeşilin tonlarına
Dalından toplanan
çileğe, böğürtlene,
ahududuya
ve kiraza,
Huzuru.

Güneş ısıttı tenimizi
Toprak aldı bütün negatifimizi
Yağmur geldi damla damla
Islattı yüreğimizi
Güzel bir üç günde
Büyüttük sevgimizi




19 Mart 2010

ŞARAP (MI)


Fotoğraf / Joannès Ceyrat



Oysa içesim yoktu...
Tamam, yalan!
Günlerdir içesim vardı.
Sonra bugün BU YAZI beni baştan çıkarttı.
Aklımı aldı.
Aklımı geri alıp eve geldim.
Kendime bir şarap seçtim.
İçiyorum.
İçiyorrrr İçiyorummmmm.


Fotoğraf ne alaka diyenlere

Mutluyum diyorum
Bilmem anlatabiliyor muyum



16 Ocak 2010

İKİBİNBEŞ REKOLTESİ


Şömineye bir kaç odun attı, bir de alevlensin ve gecenin sessizliğinde çıtırtıları duyulsun diye kozalak... Evin ısısı öyle güzeldiki üzerine yeni aldığı altı kumaş, belinde saten kemeri olan pijamasını giydi. Bir o saten kemere bir de incecik askılı üstünün göğüs çatalında biten danteline kapılmıştı.  Haftasonununu yalnız geçireceğini öğrendiğinden beri kaplayan hüznü dağıtmaının bir yolu da elinde kırmızı şarabı ile düşlere dalmaktı. Köye bakan büyük camın önündeki büyükçe mumlardan birini ve yan bahçeye bakan camın önündeki sehpanın üzerindeki iki küçük mumu yakarak gecesini aydınlattı. Sallanan koltuğunu; hemen şömine önünde duran büyükçe; siyah lekeleri olan postun üzerine ve şömine ile büyük pencereyi göreceği bir açı ile yerleştirdi.

Mutfakla salondan oluşan alt kat toplam elli mertekareydi ve şömine bu alanı haydi haydi ısıtıyordu. Mutfakla salonun hemen hemen orta kısmında kalan merdiven altını kendilerine mahsen yapmışlardı. Oraya koydukları bir şarap dolabına her geldiklerinde mutlaka özellikli bir kaç şarabı eklerlerdi. O dolaba koydukları her şarap; dostlarla, baş başa  ya da  işte böylesine yalnız gecelerde illa ki kendine uygun bir an yaratırdı.  Şarap dolabını açtı ve şaraplara göz gezdirdi. Eline aldığı ilk şarap, sevgilisinin son gelişinde özenerek aldıkları ama içmeye fırsat bulamadıkları şarap oldu. Yüzünde bir gülümseme ile şarabı yerine bıraktı. Bir kaç şişeye daha göz gezdirdikten sonra sonunda Turasan Kalecik Karası 2005 rekoltesinde karar kıldı. Ahşap üçgen içinde çukurları ve yanında bıcağı bulunan peynir tabağına bir kaç çeşit peyiniri gelişi güzel koyup, gösterişsiz bir peynir tabağı hazırladı. Kuru bir kaç üzüm, fındık ve füme hindi eklemeyi de ihmal etmedi. Uzun ayaklı el yapımı degüstasyon bardağını seçti. Beraber aldıkları keyif anlarının vazgeçilmez parçalarından biriydi o bardaklar. Hasır görünümlü büyükçe bir tepsiye şarabı koydu, bardağı ve peynir tabağını. Bir peçete aldı, tam ışığı söndürüp çıkacaktı ki, şarabın tamamını içerim diye düşünüp, şarabı karafa koydu. Keyfi gitgide yerine geliyordu.

Annesinden kalan yüksekçe sehpaya tepsisindekileri özenle yerleştirdi. Az önceki peynir tabağını hazırlayışındaki özensizlikle çelişen bu hali de belli ediyordu ki, keyfi yerine gelmişti. Şöminenin karşısına kurulmadan önce Cassandra Wilson'un Blue Light 'Til Dawn albümünü koydu. 2005 yılının tesadüfüne bir selam çaktı. Polar şalını omuzlarına alıp, şöminenin sıcağına göz kırpan sallanan koltuğunda düşlere daldı...



Tupelo Honey



_______________________________________

10 Mayıs 2009

İSTİMİN KEBABI OLUR DA GÜNÜ OLMAZ MI?

Annemin telefondaki heyecanlı sesine uyandım dün akşam üstü akşam üstü... Yarın dedi, dağa gidiyoruz tamam mı? Tamam da yarın anneler günü, hani kahvaltı ederiz, sen ayaklarını uzatırsın kraliçemiz olursun diyecek oldum ki sağ omuzdaki melek dürttü beni: "Saçmalama annenin en sevdiği şey dağdaki küçümen ev ve bahçeyi ekip biçmek, hazır baban tamam demiş" dedi. Tamamdır dedim ben de anneme en mutlu sesimle.

Sabah erken uyandım ve onlarda buluştuk. Benim arabayı orada bırakıp babamın araba ile yola devam ettik. Neymiş araba doluymuş. Yok artık ikna oldum, babam kesin benim şoförlükten memnun değil...

Yeşilin tonlarında yolculuğumuz devam ede dursun, biz babamla üniversiteyi ve dolaylı olarak Türkiye'yi kurtardık. Tansiyon yükselince annemin uyarısı ile konuyu yaz tatiline getirdik. Sıcak kumlardan soğuk sulara atlama fantazisinin sakinleştirdiği beden ve ruhumuzla evimize vardık. Yan bahçenin köpeği bizim bahçeyi de sahiplendiğinden kendisini gene evin önüne kurulmuş bulduk ama lokması bitmediğinden gelişimize pek oralı olmadı. Sonradan öğrendik günlerdir bahçede dolaşıp başı boş farelerle beslenen gelinciği mideye indirmekle meşgulmuş. Hay allahım dedim, yok muydu gereksiz bir hayvan etrafta onu yeseydin... (Doğal seleksiyondan yanayım da...) Bir sonraki gelişimizde fare avına kahveden üç beş arkadaş götürmek gerekecek bu durumda...

Bakla oda nohut sofa evinden kafayı uzatan 19 yaşındaki Şifa elinde oyuncak kıvamında tuttuğu, benle aynı gün, ay doğumlu 30 günlük Görkem Beylerle kapıya geldiğinde kendimden utanmadım desem yalan olur; büyüyünce bir balta, odun, öküz, dana ve en iyi ihtimalle beyfendi olacak olan afacana sahip olamadığım için şu hayatta... Neden erkek çocuk derseniz ruh annem Sepo bana erkeği, Şuşuya kızı yakıştırırmış evlat olarak, biri gerçek olmak üzere eh diğeri de olur dimi?

Ev temizliği, bahçe düzenlemesi derken, annemin hazırladığı börek ve sarma ile ara öğün yapmaya karar vermiştik ki; annem Şifa'nın henüz 24 yaşında olan kocası Muhittin'i yalvar yakar ikna etmeye çalışıyordu; bir bardak çay ve börek için... Nafile... Muhittin herkes haddini bilsin Bilge Hanım gelmem ben masanıza tavrında ısrarcı olunca annem çayla böreği aldığı gibi Muhittinin yanına gidiyordu ki, Muhittin yanımıza geldi ama masamıza ısrarla oturmadı...

Annem; geçen yıl doğudan gelen, köylülerden birinin hayvanlarına bakan çoban Ömer'i anlattı... Bizim evin arkasındaki çamlık bölgeye doğru bir alanı çevirip hayvanları oraya koymuşlar... Babam bir akşam rakı sofrasını kurmuş, mangalı yakmış... 20'li yaşlarında batıydaki dağ köyüne gelen çoban Ömer de bizim evin arkasında naylondan inşaa bir barakada kalıyor. Seslenmiş babam Ömer'e... Ömer gel diye... Ömer bu, İsmet Bey çağırır da gelmez mi, bir koşu gelmiş. Babam demiş, gel yemek ye bizimle... Yok diye ısrarcı olmuş Ömer ama babamla annem bir olunca ayıp olur diye oturmuş masaya. Babam Ömer'e rakı koymuş, Ömer gene yok olmaz demiş. Anneme bakmış, annem de ama az iç demiş ki annem tam bir yeşilaycıdır... Ömer bir yudum almış rakıdan gözleri dolu dolu; kim derdi ki demiş, İsmet Bey'le aynı masada rakı içeceksin şehirde... Muhittin hikaye bitince az önce dillendirmediği tavrını döküverdi yüreğinden... "Herkes haddini bilmeli"... Çayını bitirdi döndü işinin başına... Annem hep böyledir, apartmana yeni taşınana tepsi tepsi çay götürülür. Geçen yıl apartman boyandı 2 blok 20 daire biz çay ocağı kıvamındaydık bir süre ki yaza denk geldiğinden soğuk su servimizde mevcuttu haliyle. İyi ki böyle bir ailede büyüdüm diyorum her seferinde, önce insan, önce sevgi, önce değer olmazdı herhalde bugünümde...

Öğeden sonra öyle bir rüzgar çıktı ki, hava serinledi, güneşte bulutların arkasında saklanınca iyiden iyiye soğudu hava... Sobayı yakmaya karar verdik. Babam soba yakmanın inceliklerini anlatı. Meşe odunu olacak - aslında kömür var aşağıda ama akşam kalmayacağız, daha iyi yanar, uzun süre ısıtır - çam koyma sakın is yapar. Soba kovasının altına kalınları üzerine inceleri yerleştir ve kurumuş kozalakları koy en üste... Dikkat et kurumuş olsun... Bir iki çıra ile de yak ve sobanın altını aç... Teorikte harika duran bu anlatı pratik de nedense olmadı ve rüzgarın ters dönüp basması sonucu evin içinde bir is, bir duman neredeyse, boğulmak üzereyiz. Ben çaktırmadan kozalak torbasının içindeki yaş kozalaklar ile yaş dalları sobaya atmış olma ihtimaline karşı ortalıkta gözükmiyeyim diyorum ve son anda rüzgar meselesi beni kurtarıyor...
Ve evin akıllısı olarak neyse ki Muhittin var diyorum da; Muhittin demez mi ben telefonla tarifle öğrendim soba yakmasını diye... Uğraş uğraş yaklaşık 1 saat sonra ev istim, ben evden istim, annem bahçe çapalayacağım diye, babam duman bana dokunur diye, Muhittin karıkları yetiştirmek lazım diye teker teker terk edince evi kaldım mı bir başıma evde... Bütün pencere, kapıları açmama rağmen, boğazımda bir yanma, gözlerim yaşarmış halde inatla bitirdim temizliği. Ahlatın rüzgardan uçuşan çiçekleri ise kar gibi yağıyordu evin içine kadar, onları temizlemek bile istemedim, öyle düşseldi evin içindeki halleri...
Rüzgar hızını artırınca ve babamın üşüme riskine göze alamayacağımızdan dönmeye karar vermiştik ki, soba keyfini yaymaya başladı evin içine.
Ama ne keyif, çıtıt çıtır gelen odunun sesi, dışarıdaki kuşların sesi ile karışıyor ve ben günün yorgunluğu ve istim kokan tenimin rahatsızlığı ile uzanıyorum sedirlerden birine
ama ne çare vakit doldu, şehre dönmek gerek... Aynı hızla kalkıyorum yola çıkmaya hazırım da, aklım fena halde kalıyor evde. Nedensiz bir burukluk içimde. Ya haftaya geldiğimde kokmazsam böyle istim istim... Ya gerek kalmazsa soba yakmaya... Keyfim kalıyor yarım... Dilerim haftaya tamamlarım... Bundan böyle her yıl Mayıs ayının 2. pazarını İstim Günü yapacağım, hepinizi beklerim...
_______________________________________
Fotoğraflar / Evren

29 Ocak 2009

RAKI İÇMEK

“En önemlisi, sululuğu ciddiye alabilmektir. Yani insan, ömründe kabul ettiği her şeyi ciddiye almak zorunda… İster çiçek bakmak olsun, ister rakı içmek, ister bina planlamak, ister kitap yazmak fark etmez… Ciddiye almaya alışmak lazım. Mizah ciddi bir iştir”





Aydın Boysan Bursa’daydı. Babamdan sonra rakı içmek istediğim tek adam. Babamla ilk rakımı içtiğimde 18 yaşındaydım. Ama Aydın Boysan'la olmadı, olamadı… Bir aşkı yitirdiğimde üzülmüştüm bu kadar bir de Aydın Boysan’la içemediğime…

Bursa’da ya… Bursa ile başladı söze.
Bursa’nın şeftalisini anlattı, kestanesini…
“Bursa’nın kestanesi, bir okka çeker dört tanesi” dedi .

Aydın Boysan’ın Bursa’sını anlattı. Sonra mizaha yaklaşımını…
Laf döndü dolaştı rakıya geldi. Hesap yaptı. 70 yıldır akşamcıyım. 60 yıldır evliyim. Düşünün dedi 10 yıl kafayı çekmem gerekmiş evlenmek için.
Söz aldım, geri kalan 60 yılı inşallah neden evlendim diye içmemişsinizdir dedim güldü. Eşine duyduğu saygıyı ve sevgiyi anlattı. Mimarlığından söz etti biraz. Yaptığı eserlerden hiç pişmanlık duymadığını ama mal sahiplerinin bazılarından mutsuz olduğundan bahsetti. Rakı ile ilgili konuştukça Refik Durbaş “abi yaşı tutmayanlar olabilir üniversitedeyiz” dedi, şöyle bir dönüp baktı: “Öğrensinler içmeyi ve belki de içmemeyi” dedi. “Ben anlatayım da…”
Anılara daldı, Tarık Minkari dostunu, Aziz Nesin’i, Vehbi Koç’u anlattı.
Zehiri miktar belirler dedi. Latince bildiği tek sözmüş.

Geçmişimden vazgeçmem dedi. Bir daha gelsem bu dünyaya gene ben olurdum. Çivilerimin hiçbirinden vazgeçmem dedi.
60'ında gazete yazısı yazması istendiğinde;
İyi değilim kötü bir dönem geçiriyorum demiş ve nazikçe reddetmiş
Demişler ki, içinde bulunduğun durumdan çıkman için kafayı yazmaya takman lazım. O böylece başlamış gazete yazıları yazmaya.



Ve söyleşisini bir alıntı ile tamamladı;


Hep sarhoş olmalı. Her şey bunda; tek sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zaman’ın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına sarhoş olmalısınız.

Ama neyle?

Şarapla,

şiirle

ya da erdemle,

nasıl isterseniz.

Ama sarhoş olun.

Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üstünde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun; “Saat kaç?” deyin. Yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir yanıtı size: “Sarhoş olma saatidir! Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.”

Baudelaire - Paris Sıkıntısı


Ve ben o akşam sarhoş oldum;

rakıyla, dostlarla ve erdemle…

Ve söyleşisini bir alıntı ile tamamladı;


Hep sarhoş olmalı. Her şey bunda; tek sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zaman’ın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına sarhoş olmalısınız.

Ama neyle?

Şarapla,

şiirle

ya da erdemle,

nasıl isterseniz.

Ama sarhoş olun.

Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üstünde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun; “Saat kaç?” deyin. Yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir yanıtı size: “Sarhoş olma saatidir! Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.”

Baudelaire - Paris Sıkıntısı


Ve ben o akşam sarhoş oldum;

rakıyla, dostlarla ve erdemle…