YAŞAMIN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YAŞAMIN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

05 Şubat 2019

Gerçekler hayallerden ilham alır!

Hepsi ben...
Hepsi benden...
İçim dışım...
Hayalim... 
Gerçeğim...
Anım...
Anlarım...
Renklerim...

Hissediyorum, az kaldı. Şubat gibi. Kısa diğerlerine göre. 
Hissediyorum, çok az kaldı. 

Hepsi ben!
Hepsi benden!
İçim dışım!
Hayalim!
Gerçeğim!
Anım!
Anlarım!
Renklerim!


Şubat, 2019
Cesaretten bir adım öncesi
Hayalden bir adım sonrası
Gerçeğe daha yakın



07 Ocak 2019

TUHAF KELİMELER




Tuhaftı! Sabahın 5'inde uyandım. Elime kağıt kalem alıp, 50'ye merdiven dayamış hayatımın kıymetlilerine dilim döndüğünce duygularımı yazdım. 

Yazdıklarımı okuduklarında yüzlerindeki ifade dondu kaldı. Orada kaldı, havada. 31 Aralığı 1 Ocağa bağlayan saatlerde bir kaç kelime takılı kaldı, baktıkça anladım ki, bir kaç kelimeden fazlaydı.  Hava ağırlaştı. Yüzlerine dikkatlice baktım. Beklediğim tepki bu değildi. Dilimin dönmediğini, duygularımı anlatamadığımı fark ettim. Yazı kalır. Kaldı. Bildiğin havada asılı kalmıştı kelimelerim. Toplamak istedim. Toplayıp yüreğimin en derinlerine, çıktıkları yerlere onları saklamak istedim. 

Günler sonra yazdıklarımı açıklarken buldum kendimi. Anlatamadığımı anlatma çabası. Yorucu oldu. Tuhaf! Hiç kendimi bu kadar anlatamadığım olmamıştı doğrusu. 

Her pazartesi, her yıl karar almayı sevmem, çünkü aldığım kararı uygulamam. Bu yıl bir tanesi var ki, kendimden beklenti sayılır, enerjimi beni üzen şeylere harcamak istemiyorum. Evet, bu yıl kendimden beklentim daha yapıcı, pozitif, beni ileriye götüren, hiç olmadı yerimde saymamı sağlayacak duygu, düşünce, enerji, insan ve olaylara zaman ayırmak. 

Mesela; sefertasimoda var instagramda okumayı sevdiğim, beni düşündürüyor. Takılıp kalıyorum yazdıklarına, kelimeleri mesela...  Yumuşacık, hani böyle pembeye kaçan bir turuncu toz olur, bebek mavisi gökyüzünde, beyaz pofuduk bir bulut olur ortada, bakana mutluluk verir ya da tarçınlı kurabiyenin o elma ile karışmış kokusu yayılır apartmana da sen merdivenleri çıkarken "lütfen Allahım, lütfen" diye dua edersin annen kapıyı açtığında. Abartmıyorum, bu kadın insanın okuma iştahını açıyor, hem de hiç fark etmeden. Mesela;


Bahçemdeki ayva ağacını kötülemişlerdi bana. Yenmiyor ayvaları, sert oluyor, suyu yok demişlerdi. “Tamam” demiştim ben de. Öyleyse öyledir çünkü. Geçen hafta birkaç tanesini marmelat yapmak için koparıp kalorifer peteğinin üstüne dizmiştim. Yumuşamışlar. Dün, rendelemeden önce, doğrayıp limonladığım dilimlerden birinin tadına baktım. Biraz da çekinerek... Ve ben ömrümde böyle güzel ayva yemedim. Tatlı, çiçek kokulu, sulu, nefis, minik, canım ayvacıklar...İnsan unutuyor. Hep tekrarlamak lazım. Kafana, kalbine, ruhuna işleyene kadar tekrar tekrar söylemek...Her şeye inanma.Kalbini aç. Keşfet. Ayva ağacını. Bahçeni. Komşunu. Dünyayı. Hayatı. Her gün. Yeniden. Hiç yorulmadan. Yoksa ömrün başkalarının korkularıyla, hakikat olmayan doğrularıyla çevrelenir. Sen sadece ayva ağacına inan. O en doğrusunu bilir.

gibi bir yazı... Ah o ayva, okurken değmedi mi damağınıza. Dilinizde hafif de olsa bir kamaşma. Bak o kesin olmuştur. Kaçırmayın gözlerinizi sağa sola.

O tuhaflık devam ediyor. Anlatamıyorum kendimi. Gerçekten bak. Mesela bir ağaç var camımın önünde, tarif edebilsem onu size, Hiç yaprak yok üzerinde, genç bir gövdesi, uzun dalları var, bir kaçı rüzgara teslim etmiş kendini, bir sonraki yel bile düşürebilir onu metrelerce aşağıya. Bu sabah geldiğimde, usulca üzerine beyaz neredeyse kristal gibi bir örtü örtülmüş gibiydi. Saat on gibi hava lodosa dönünce eridi gitti o örtü. O ağacın duruşunu anlatabilsem size...

Dedim ya tuhaf bir hava var üzerimde, kelimelerimde, kederli desem değil, şaşkın desem hiç değil. Suskun biraz. Evet evet konuşmayan anlatamayan kelimelerle cümleler kuruyorum bugünlerde. Belki de aslında susmam gerek. İçime dönmem, bakmam ama hiç konuşmamam.

Bu yıl kendimden böyle bir beklentim var işte; İsviçre'de Rigi Kulm'da bulutların üzerinde olduğum günkü gibi, sessiz, sözsüz kalakalmak!





01 Ekim 2018

Taslak

Geriye dönüp baktığımda hayatımın bazı anlarının taslak misali, bir kenarda beklediğini gördüm. Zamanını bekleyen taslaklar silsilesi içinden bazıları zaman aşımına uğramış. Haliyle sildim. Bazıları ise halen son bir düzeltme ile hayatımın an(ı)larına eklenecek gibi gözüküyor bana. Bekleyip göreceğiz ya da daha titiz bir temizlikle yüke dönüşen taslakları sileceğiz. Haberdar ederim. 



Yukarıdaki fotoğrafı paylaştığımda gördüm ki; kapılar ve pencereler zaman zaman kayıtsız kaldığım kareler. Zaman zamansa "bir şeyi" anlatmak/anlamak istercesine takılıp kaldığım... İnstagram üzerinden paylaştığım bu kapı fotoğrafından sonra, şu diyaloglar geçti iki arkadaşımla aramda... 

  • dr.evren_55Biz ikimizde kapı seviyoruz .. farkettim.. sende benim gibisin.. nerde kapı görsem resmini çekiyorum.. kapı çekiyor beni ... açılmasını istediğim çok kapı vardı.. ondandır belki de ☘️yolda2yolcu_e@dr.evren_55 belki de kapanmasını istediğimiz kapılar vardır 😉dr.evren_55@yolda2yolcu_e 40 ımda kapatabildim bazılarını .. 🤪***gelbuyanaBen de yarı açık kapıları sevmiyorum. Ya tam kapalı ya da açık olmalı. Yok öyleyolda2yolcu_e@gelbuyana içeri mi girilecek dışarı mı çıkılacak! Belirsizlik işte ☺gelbuyana@yolda2yolcu_e olmasın işte o belirsizlik. Bil şey yapmalı ve belirsizlik ortadan kalkmalı

Bazı anahtarlar elimizde, 46 yaşında biraz da hayatı derinlemesine yaşama fırsatı bulduğum için belki de, şimdilerde daha da iyi anlıyorum ki, bazen bırakıp gitmek, sırtını dönmek ve hatta vazgeçmek anahtarın ta kendisi. Mücadeleye evet ama kazanamayacağın bir savaşın meydanında yitip gitmektense, yeniden başlamak için kabuğuna çekilmek ve kendine biraz zaman tanıyıp, yaşadığın o anı, bu bir "taslaktı" diye bir kenara bırakmak gerek. Elbet o an bir kez daha karşılaşacağın bir gelecek habercisi, hani şu yaşını almış, tecrübeyle sabit diyenlerin de dediği gibi, bir sınav. Sen geçene kadar farklı hallerde ve zaman dilimlerinde, kahramanı ve meydanı değişen bir savaşın çan sesleri... Kulağında duyduğun şey bir uğultu değil yani... 

***

Yaşlanıyorum galiba, bu kanıya hayatın hızının iki, üç katına çıkmasından vardım. Ekim ayı gelmiş. Yağmuru, bulutları, ara sıra yüzünü gri bir örtünün altından gösteren utangaç güneşi bu aylarda daha da çok seviyorum. Bu aylarda mumlar yakıp, jazz dinleyip, hayaller kurmayı da seviyorum. Şimdilik kısa bir yapılacaklar listem var.  
  • #cennetimdebirgündaha diyerek, orada geçirdiğim her güzel anıyı bir kenara kaldırıp, vedasını da kendime yakışır şekilde yapıp, dağ evinden ayrılmak. 
  • Yeni anılara yer açmak için yeni yerler keşfetmek ve tadını çıkartmak için kampçılığa, karavancılığa bebek adımları ile ilerlemek. 
  • Daha sağlıklı bir beslenme alışkanlığı oluşturmaya yönelik girişimlerde bulunmak.
  • Evrenin düzeni ile uyumlu olabilmek için "akışa" inanmak ve gelenin ve gidenin keyfini sürmeyi öğrenmek.  
Görüşmek bir dilekten öte, bir ihtiyaç bu aralar o nedenle görüşmek üzere! 






25 Haziran 2018

#oyver



Bu gece uyku tutmadı. 
Kolay değil onlarca yılın umutsuzluğunun üzerine 
beklenmedik anda esen ince yelden ürperen yüreğine su serpmek. 

Telaşlıydım bu sabah, 06.00 da gözlerimi açtım. Biraz toprağa değsin elim diye balkona çıktım. Serindi hava, bulutluydu. Sararan yaprakları ayıkladım, solan çiçekleri topladım. Saat 07.50 de giyindim. Koşar adım gittim. Ağlamaklıydı içim, yaşlı bir teyzeye anlatıyordu muhtemelen kızı "altı oka basma onun altında yuvarlak var ona bas" teyze verdiği cevapla gülümsetti "ben altı oktan başkasına basmam yuvarlak da kim?" Zorlanıyordu elinde bastonu ile yürürken. Kızı sesleniyordu ardından "Anne gösterdim ya oy pusulasını fotoğraf var öğretmenin..." ben uzaklaşıyordum koridorda. Ağlıyordum. Bir adam dönüp baktı bana. Anlam veremedi göz yaşlarıma. 80 yaşında kendi yarını için değil torununun geleceği için oy vermeye gelen teyzenin gayretine ağlıyordum. Anlayamazdı o adam beni. Anlasa o da ağlardı. Eve geldim. Uzandım. Yarını düşündüm. Umudu. Özgürlüğü. Ağladım. Mutluluk gözyaşı niyetine aktı içimin tüm umutsuzluğu. Babamın sesinden bir şiir oldu gün "bugün pazar! Bugün beni güneşe çıkardılar" Ben bir öğretmenin bir çocuğun hayatını nasıl güzelleştirdiğine şahit olduğum için bir dünyayı nasıl değiştirir görebiliyorum. Oy ver oy ver ki dünya daha yaşanır bir yer olsun artık! #oyver

---- O çocuk büyüdü, güleç yüzlü başka bir çocukla evlendi. İkisi "bilge" bir çocuk daha ekleyecekler kendi hikayelerine . Ve eminim onlarca çocuğa da yol gösterecekler. Güleç yüzlü koca yürekli çocuklar çoğalsın diye #oyver

04 Mayıs 2018

Şeriflerin Hayrola



Bulutlu bir gökyüzü yüreğin. Yağdı yağacak. Kaç yalnızlık sığar avuçlarına kim bilir? Kaçında kapatıp gözlerini, düşünürsün derin derin. Gören düşünceli adam der senin için. Sen ki gülüşlerin efendisi!Nasıl da yenik düştün bir yağmura. Hadi kapa gözlerini o koltukta, hayal et bir fırtına olduğunu, hayal et esip kavurduğunu... Hayal ederken daldığın derin uykuda çözülsün yüreğinin bulutu. Belki yalnızlığın beslenir de çoğalırsın sabahına. ♡♡♡
"Şeriflerin Hayrola" olsun bu #evrencekaralama nın adı.16 Mart 2017

16 Nisan 2018

Sindire Sindire



Yaş oldu 46...

Şöyle bir geçmişe gidip, bugüne geleyim dedikçe; takılıp kaldığım anlar oluyor. Kimine gülümsediğim, kiminde gözlerimin dolduğu onlarca an birbiri ile yarışıyor hatırlanmak için. Domino taşı misali, anılar yıkılıyor birbiri üzerine. İçinde akıp gittiğim zaman, bir 20 yıl öncesine savruluyor, bir 3 yıl öncesine, gelip duruyor mesela 10 yıl öncesinde sonra koşarak 3 gün öncesine gidiyor. 

Yıllar geçtikçe, büyüyor insan. Aldığı yaş anlamında değil, farkındalıkları ve duruşu ile ilgili büyüyor. Mesela bundan on yıl önceki fevri bir tavrı, bugün daha sükunetle yaklaştığı bir tavra evriliyor ya da sesinin yükseldiği bir kavgada birden bire dinleyen ve dindiren oluveriyor. Öyle birden birden olmuyor elbet.  Dedim ya; farkında olmak... Nasip oluyorsa, şanslı insan.

Aslında mesele 46, 56, 66 de değil. Kıymeti yüreğinden muktedir adamın da dediği gibi, sindire sindire yaşıyorsan anları, büyümüşsün demektir bu hayatta. Ne kadar erken büyürsen o kadar çok haz alıyorsun yaşadıklarında. Skorun değil de hazzın muazzamlığı etkiliyor artık seni. Yaşamın sana sundukları ile mutlu olmayı öğrenirken, mutsuzluğun da bir seçim olduğunu öğreniyorsun. Nasıl görmek istersen öyle bakmayı, duymak istediklerinin senin beklentilerin olduğunu, duyduklarının hayatın sana sunduğu armağanlar olduğunu da öğreniyorsun zamanla. Mucizelere daha çok inanıyor, bir kedinin miyavlaması ile bir taşın arasında hayat bulan papatyanın sana fısıldadıklarını daha net anlıyorsun aslında. 

Velhasıl, ben 46 oldum. 
Ve ben hep olduğum gibi şanslı bir insan olarak devam ediyorum hayata... 
"İyi ki" lerimin çoğaldığı nice güzel yaşlarım olsun diliyorum. 
Evren'in dünyasını renklendiren her bir can'a, olay'a, an'a teşekkürlerimi sunuyorum. 
İnsan denen mozaiğin muazzamlığı karşısında saygıyla eğiliyorum. 

Evren, 
Aşkla,
Bursa.
10.04.1972



03 Mart 2016

Yollara Düşmek ve Kanser İlişkisi

Bugün bir haber okudum.  Başlığı şöyleydi:

Kanser teşhisi konunca 90 yaşında yollara düştü


Hep düşünmüşümdür; bir gün kanser olduğumu öğrensem ne yaparım diye, aslında bir film ile bunu düşünmeye başlamıştım: Bucket List 

İnsan en çok yapmak istediği şeyi yapabilmek için neden öleceği haberini bekler ki... Zaten öleceksek beklediğimiz tam olarak ne?

***

Kafam karışık uyandığım sabahlarda yazmak isteği ile dolup taşıyorum. Defalarca anlamama rağmen pratikte yazmak eyleminin "tedavi" kısmı beni cezbediyor. 

Yazarken düşünmüyorum, düşünmediğim için üzülmüyorum, üzülmediğim için sıkılmıyorum, sıkılmadığım için kaçmak istemiyorum. 

***

Dün bir mail attım, cevap " ben sende neyi temsil ediyorum kim bilir" oldu. 

Düşündüm,  neydi onu aklıma düşüren, neydi; kalemi kağıdı alıp da yazma isteği uyandıran, peki ya o liman... neydi ona sığınmama neden?

***

Çözümsüzlük

***

Onca kelime yazıp sildim şu yukarıdaki boşluğa; boşluk dahil. En sonunda çözümsüzlük yazınca fark ettim ki, içimde ılık bir his dolandı, tanıdık bir kelime. 

***

İnsan yaşamı boyunca yüzlerce kez çözümsüz kalıyor, ille bir çıkış yolu buluyor elbet, bulamayan zaten nefesini daha fazla tüketmemeyi seçiyor ki bence zor bir seçim: kendi rızanla göçüp gitmek bu dünyadan.

Bir çözülmeyeni bir bilenmeze teslim etmek. Tuhaf!

***

Şair ne güzel diyor;

“Şimdi” ve “Burada” olmanın kederine karşı çıkmadım.*

Belki de formül; şimdi ve burada olmanın verdiği kedere, kısa bir zaman önceki şimdi ve burada olmanın verdiği mutlulukla karşılık vermektedir ve belki az sonra karşılaşılacak olan şimdi ve burada olmanın verdiği umutla! Mantıklı da geldiyse bu romantik çözüm pek ala da kabul görür.

***

Çünkü insan vazgeçtiklerinin onun hayatına neler getirmiş olabileceğini asla deneyimleyemez.

***

Ayrıca insan yollara düşmek için neden ölümcül bir hastalık beklesin ki değil mi ama? En fazla baharı bekler insan... Üstelik baharda her şey yenilenir, tazelenir...

Öyleyse yola çıkalım, yoldan çıkalım daha fazla kedere kapılmadan.











* Birhan Keskin






26 Mayıs 2015

Bir Kahve İçimlik Sohbette Buluşmak Seninle



Beylik lafları seviyorum... Mesela;
Aşk, yaşamın sıradanlığına soylu bir başkaldırıştır.
Peh peh peh!

Mehmet Sungur hoca etmiş bu lafı. Yazdım bir kenara dursun diye. İnsan kendi içinde ve kendine rağmen çıkış kapısı bulamaz bazen. 

***

Geçenlerde instagram hesabımın bir fotoğraf altı yazısında şöyle bir not düştüm bu günlerde yaşadıklarımı anımsatacak. Bilmem seneler sonra okuduğumda bir şeyi ya da o gün o duygu ile yazdığım şeyi ifade edecek mi?

Düşün ki bir mektup gelmiş uzaklardan, adını bile söylerken zorlandığın küçük bir kasabadan. Diyelim ki sen yeni yeni öğrenmekte olduğun dilde okumaya çabalıyorsun ve başında biri sürekli "ne demiş ne anlatmış" diye tepinip duruyor. Mektubu aldığın gibi koşmaya başlıyorsun. Uzağa, koşabildiğin en uzağa koşup, nefes nefese elinde tuttuğun mektuba bakıyorsun. Onu okumak, anlamak ve cevaplamak istiyorsun. Ama nafile bir çaba seninkisi. Zaman alacak okuman, anlaman ve cevap vermen... çok zamanını alacak.
Düşün ki sen bugün elinde olan mektubun hangi dilde yazıldığını bile bilmiyorsun.
***

Yazmanın benim tek kurtuluşum olduğunu, içimi akıtmanın tek yolu olduğunu anlamam uzun seneler evvele dayanır. Aslında bir psikolog tavsiyesi... Bana değil de bir arkadaşıma yapılmış. O hiç yazdı mı bilmem ama ben o günden beri ne zaman başım dara düşse yazarım. 

***

İnsan içi kaynayan bir kazan; komposto yapmak istersin, şekeri fazla gelir, reçel gibi olur, suyu fazla gelir az daha kaynatayım dersin, fazla katılaşır bir işe yaratmak için uğraşır durursun, emeğin boşa gitsin istemezsin. Ama bazen gider. Yapa boza öğrenirsin hayatı. Tam oldu dersin, bir rüzgar eser tersine, bilemezsin ne yöne gideceğini, durursun. Yüzüne çarptıkça bir tokat gibi, daha çok şaşırırsın, o yana bu yana koşturmaya başlar, iyice dağılırsın. Bir sınav daha!

Çuvallarsın. Böyle zamanlarda içinde kaynayan kazandan öfke çıkmaya çalışır, sen bastırırsın. Bir kahve molası istersin, küçük masum bir mola... Denize nazır bir apartmanın altıncı katındaki balkonda ilk günlerin heyecanını kendinde saklı tutan sohbeti böler bir esinti, deniz kokar... hissedersin esintiyi yüzünde, bir de bir damla yağmur düşer yüzüne... hangi buluttan düştüğünü göremediğin o yağmur damlasını seversin. Kurak toprağın bir damla yağmuru çatlağından içine akıtması gibi, yanağından süzülüp, göğüs çatalının çizgisinden süzülen damlanın yüreğinin çatlağından içine girmesine izin verirsin. Kuşlar kanatlanır böyle zamanlarda aşk filmlerinin unutulmaz sahnesinde. 

Günler önce bir kağıt parçasına yazdığın bir satır cümle tokat gibi çarpar yüzüne... İçindeki bütün sesleri susturup, sinersin köşene. İçinde ne var ne yoksa dökersin kelimeleri dost sanıp da kendine... Yazar durursun; boş, anlamsız, parlak ve sessiz beyazlığa... Oysa karanlıkta kalmaktır niyetin, boğulmak ve tüm günahlarından arınıp, içinden yeşil bir umut çıkacağı günü bekleyerek bir ömür gibi uzun, bir saniye gibi kısa bir zaman diliminde düğüm çözülsün istersin. Ocağın altını, tam da zamanında kabarcıklar büyüyüp göz göz olduğunda bir kaç damla limon sıktıktan bir kaç dakika sonra, biri gelip kapatsın istersin. 

Yorulan parmakların, yanık kokan için, bir damla yağmuru kendine çoktan buhar etmiş yüreğinle ve elbette tükenen kelimelerinle... elindeki mektuba bakarsın... Buruşturup atmak istersin, bilmezsin ki o mektup sensin, senin gerçeğin. Ne bileyim belki de son sınavın. 

Sahi insan kaç sınavı geçer de öyle gider ki ölüme! Ki kuşlar kanatlanıyorsa bir sahnede "son" yazısı yakındır bence o filmde. 








16 Mayıs 2014

KADER

Sana düşmediyse kor, 3 gündür yasın... Sonrasında günlük koşuşturmana devam eder küfredersin, ta ki bir sonraki yasa kadar; tabi kor senin hanene düşmediyse. Düşürmesin deriz. İnsanız, bize düşmesin isteriz. Küfürle, istekler arasında gidip gelen söylemlerin ne bu ülkeye ne de bu tür olaylara çözümü vardır hepimiz biliriz. Taş ağırdır, elini altına koymak zordur, biliriz. İsteriz ki biz söylenelim ve düzelsin dünya ama düzelmez, bunu da biliriz. Bizler analitik düşünce ile örülmüş bir toplum değiliz. Kaderciyiz, kader der geçeriz. Özünde sistemi inceleyip, sistemin tıkanıklarını bulmak çabası,eğitimi, analitik düşünceyi, insanı öncelikleyen sistemler kurmayı zorunlu kılar. Bizler bu ülkede ak ile kara arasındaki seçime her gün zorlanan ve gri de var diyenlere tekme tokat giren bir milletiz. Sonumuzu Allah hayır etsin dualarının yanına, nereden başlasak da düzelse bu sistem gibi soruları ekleyemedikçe, daha çok ölür, daha çok küfrederiz.

14 Mart 2014

Sebzeli Ev Eriştesi İle Kafayı Dağıtmak

Günler ölümlerle kısalıyor bugünlerde... Aniden gece oluyor sabah ezanından hemen sonra. Karanlık çöküyor. Geceyi, karanlığı, kaosu sevenler puslu havalarda ava çıkarlar... Çıkıyorlar da. 

İki babanın acısı çarpıştırılıyor meydanlarda. Hangi acıyı seçersen seç deniyor, acının tarafı olmaz diye bağırıyorum evde tek başıma. Acının tarafı olmaz, acı düştüğü yeri yakar geçer sadece, hiç sönmeyen bir koru gerisinde bırakarak. Kimse sesimi duymuyor biliyorum. Öznesi insan olan cümleler kurmayı unutturdular bu topraklarda... Geriye kalan bir avuç insan kendi kendine çırpınıyor şimdi. Acının tarafı olmaz babaların yüreğinde. Ananın adı bile yok artık. Acı öyle bir kapladı ki her yeri, ağlamayan erkek adamlar da bile bir kaç damla gözyaşı. 


Kafayı yememek için mutfağa atıyorum kendimi. Gündemin dışına çıkmak, hayal bir dünya kurmak istiyorum kendime. Mumları yakıyorum, müziği açıp, üzerime bir önlük takıyorum. Şef bıçağını kapıyorum bir de kalın kesme tahtamı... Dolapta ne var ne yoksa dışarıda, Elbet bir araya gelip bir şey olacaklar. Biberleri kesiyorum ince uzun ve düzgünce... Renk renk biberleri... Sonra büyükçe bir kuru soğanı... Salataya doğrar gibi doğruyorum ustalıkla. Sarımsakları soyuyorum. Buzluktan zencefili çıkarıyorum, böylece her dem taze. Nane koparıyorum balkondan bir iki sap. Mantarları gelişi güzel doğruyorum, kimi kalın kimi ince, kimi kısa kimi gövdesiyle kalıyor orta yerde. Kuruttuğum acı biberden alıyorum bir tane, acıyı bölmek ister gibi, iri iri koparıyorum onu da. Fırın tepsisine bir parça zeytinyağ koyuyorum. 160 derece ısıtılmış fırında bir parça kurutuyorum sebzelerimi, yarı pişmiş alıyorum 20 dakika sonra. Taze patatesleri zar kalınlığında dilimleyip fırına bırakıyorum kızarsınlar diye, bu sırada yeni aldığım seramik tencereye bir parça tereyağ ile zeytinyağ koyuyorum. File badem ve çam fıstığı kavuruyorum önce, üzerine bir parça Antep'en gelen acı kırmızı biber salçası. Kokusu çıkınca fırında kuruttuğum sebzeleri ekliyorum tencereye, hepsi birbirine karışıyor. Üzerine domates suyu gezdiriyorum az ve katkısız. Kavuruyorum kısa bir süre. Karabiber ve tuz öğütüyorum biraz, tatları katmerlesinler diye. Patatesleri fırından alıp onları da atıyorum tencerenin içine. Bir parça soya sosu gezdiriyorum, bir tatlı kaşığı kafi geliyor lezzetlendirmeye. 

Halamın kalınca kıyıp da kuruttuğu eriştelerden alıyorum bir kaç avuç, sebzelerin üzerini örtüyorum. Üzerine kaynamış suyu gezdirip altını kısıyorum. Alevi seyrediyorum bir süre. Bir babanın yüreğinde ömrü boyunca sönmeyecek ateşi görüyorum yeniden. Salona dönüyorum. Dünya bıraktığım gibi, başlıyor yine dönmeye kaldığı yerden. Yemeğin kokuları sarıyor her bir yanını evin. Balıkları da atıp fırına, demlenirken sebzeli eriştem, bir rakı koyuyorum sofraya, dubleyle domuz sıkısı arasında. 

Masada tekila bardağında frezya... En sevdiğim. Dikdörtgen ve uzunca bir tabağa balığımı koyuyorum, bir yanına kuzu kulağı roka karışımı sadece limonlanmış, üzerinde bir kırmızı soğan dilimi, diğer tarafta sebzeli erişte iki kaşık kadar. Oturuyorum masaya tek başıma, karşımda bir çocuk gülümsüyor bana, çok geçmiyor bir çocuk daha geliyor masaya... Sonra dayım, teyzem, annanem, babaannem, hiç görmediğim dedem, dağlara beraber tırmandığımız büyükdedem, fatma anne, ferit dayı, onların arkadaşları, tanıdıkları, dostları... Gece uzadıkça duyan geliyor, bazısı bir iki soluklanıp, bazı fıkralar anlatıp, bazısı sırtımı sıvazlayıp gidiyor. Gece uzuyor... Sesler yükseliyor uzaklardan... Telaşa kapılıyorum, başka bir çocuk daha gelmeden son yudumu da alıp kalkıyorum masadan. Gece uzun, gece karanlık, gece çığlık çığlık uzaklarda biliyorum. 

Başka bir sabaha uyanmak istiyorum. 
Güneşin doğduğu, gökyüzünün bulut bulut olduğu bambaşka bir sabaha...




Çocukken bulutlarla oynardık,
çimene dayardık sırtımızı,
toprak kokardı üstümüz başımız.
Ağaçlara tırmanırdık, sanırdık ki yıldızları tutmak mümkün.
Ay dedeye anlatırdık en büyük günahımızı,
akşam ezan okunmadan girmezdik eve.
Çocuktuk tabi o zamanlar.
Ölmezdik.

13 Mart 2014

Bir Çocuk Bir Genç Bir İnsan



"Sen gittin çocuk... Onlarca çocuk daha güzel bi geleceğe ulaşabilse bari..."

Daha dün kurmuştum bu cümleyi...
Bundan aylar önce de kurmuştum benzer bir cümleyi.
Bugün yine kuruyorum aynı cümleyi.

Sen de gittin çocuk... Yüzlerce çocuk daha güzel bi geleceğe ulaşabilse bari...

Sen de bütün abiler, bütün çocuklar ve bütün insanlık gibi.
Gittin, acıları geride bırakarak.
Bari diyorum şimdi, yani bari senin gidişin fark ettirse gerçeği
Özünde hepimiz insanız işte!

Sahi nerede, ne zaman kaybettik biz "insan" olmayı.
Oysa bi cümleye yakışan en güzel özneydi "insan"
ve şairinde dediği gibi
Nerede... nerede insanlar?
dünyayı güzellik kurtaracaktı,
bir insanı sevmekle başlayacaktı her şey
Nerede... nerede bu güzel insanlar...






fotoğrafı nereden aldım hatırlamıyorum


04 Mart 2014

Ada Ekmeğinin Kokusu




Önce kokusu girdi içeri... Günlerdir özlemle beklenen sevgiliye kavuşmanın heyecanı ile aldım elime paketi. Mis gibi kokusunu çektim içime. Öylece çalışma masamın üzerine koydum ve bekledim akşam olmasını. 

Aslında bekleyemedim. Kutuyu hemen açtım. Bezlere sarılmış, çok aktif Bozcaada stili ekşi maya ile yapılmış ekmeklerimi aynı özenle elime aldım ve bir kez daha kokladım. Tam çavdarlı olan cevizliydi, diğeri tam buğday. Pencereden dışarı baktım, Bozcaadayı düşündüm. Bozcaada... Hayallerimin yıkıldığı bir yerdi seneler önce... Hayallerimi süsleyen bir yere dönüştü, bir ekmek sayesinde. 



Taş değirmenlerde öğütülmüş buğdayın uzun soluklu mayalanma süresince gelişimini sabırla, özveriyle ve aşkla izleyen, bekleyen ve bunu bir uğraş,  zamanı geçirmek için bir hobi olmaktan çıkarıp GERÇEK EKMEK DOSTLUĞU kurma amacına dönüştüren, emeğini ve bilgisini paylaşmak için sosyal medyayı kullanan güzel insan Ali şöyle diyor blogtaki yazılarından birinde;

İnanılmaz bir kabuk. Böyle bir kabuğu sadece sourdough/ekşi maya ile elde edebilirsiniz. Maya yaşlandıkça kuvvetleniyor ve adeta kabukta kendi karakterini ortaya koyan imzalar atıyor. Buna tanık olmak muazzam ve etkileyici bir deneyim. #bozcaada #adaekmeği

Ben Ali Beyi instagram da dolanırken tesadüfen keşfedenlerdenim, uzun yıllardır beyaz ekmek yemiyorum, ekşi mayalı ekmek yapan bir fırından ya da Gölyazı Köyünden gelen mayalı ekmekten alıyorum. Ada ekmeğini görünce ve okudukça yediğimiz çoğu şey gibi, ekmeklerimizin de "gerçek" olmadığını anlıyorum. Ticareti yapılan her şey "sunileşiyor". Kısa sürede çok üretmek, üretileni uzun süre depolayabilmek için içine türlü çeşit kimyasallar eklenen, tarlalardaki verimi artırmaya yönelik üretilen zehirden, genetiği ile oynanmış tohuma uzanan ticari yolun insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri dünyada tartışılıyor... Biz de ise ayakkabı kutularına sığdırılan bir gelecek ve eritilemeyen bir hırsın tartışmaları bile yapılamıyor.  

Oysa emeğin olduğu yerde "gerçek" var, biz bunu unutuyoruz. Bakın Ali bey bu emeği ne güzel anlatıyor;


Bu iş el hassasiyeti olmadan yapılacak iş değil. Bir de tam çavdar yapıyorsanız çok daha özenli davranmak gerekiyor hamura... Bazen ben bile bir offff çekiyorum... Her bir hamurun yüzeyi nazik fırça darbeleri ile zeytinyağlanıyor epey iş bu... Asıl olay son mayalanmada fırına atma aşamasında... Çok çok dikkatli ve ekstra özenle kalıpları fırına taşımak gerekiyor. Genel olarak artisan ekmekçilikte hamura herzaman çok nazik davranılmalı. Ayrıca benim kafayı taktığım %100 tam tahıllı ekmekler grubu ayrı bir dünya ve beyaz unla yapılan reçeteler ve hamur tekniklerinden çok daha aşamalı koşullar ve işçilik gerektiriyor. #adaekmegi #bozcaada #sourdough#realbread #ryebread #artisanbread #eksimaya#eksimayaliekmek #gercekekmek #islomania
Ada ekmeğine gösterilen sevgi unundan mayasına, pişirilmesinden gönderilmesine kadar özenle ve samimiyetle işleniyor; öyle ki o özen ve samimiyet duygusu gelen mail de bile kendini hissettiriyor. 


Kargoyla da ekmek mi gelirmiş demeyin... Geliyor inanın ve siz o ekmeği, benzer bir sabırla bekliyor, aynı özenle kesiyor, kırıntısını ziyan etmeden yiyor ve size sunulanın bir "nimet" olduğunu her yudumunuzda hissedebiliyorsunuz. 

Bu kadar uzun laflara ihtiyacı yok Ada Ekmeğinin... Adanın kokusunu, denizin vahşiliğini, emeğin içtenliğini, hayatın sertliğini hissedeceğiniz bu ekmeğin "sevgi" ile mayalandığını bilmek bile yetiyor aslında. Bir de "gerçek" olduğunu.

18 Şubat 2014

Akşam Pazarı ve İstanbul Devlet Tiyatrosundan Profesyonel


14 Şubat akşamı... Kadınlı erkekli yürüyen insanlar... Eller kollar çiçek ya da paketlerle dolu... İnceden bir telaş... Yağmur mu çiseliyor... Ya yağarsa.. Ya yetişemezsek... Onca bekledik, ayağımıza kadar da geldi... Ya yetişemezsek... Kapılar kapanır. Zaten tek perde... Ya yetişemezsek... Saatler öncesinden yola çıktık. Günler öncesinden biletlerimizi almış... Yıllar öncesinden okumuştuk: 

Bir adam aniden gelip de bir insanın geçmişini değiştirebilir mi, diye soruyor Teodor, daha oyunun en başında, kendini tanıttıktan hemen sonra. Salondan birkaç kişi hayır diyor, yarı duyulur yarı duyulmaz bir sesle. Teodor gülümseyerek bakıyor salona yani bizlere, bir şey söylemiyor ama hala istediği cevabı bekliyor gibi.

diyordu beenmaya yazısının girişinde...  23 Şubat 2010'da yazmıştı yazıyı.

Yağmurlu bir akşamda, tiyatro kapısında kuyruk... nasıl da umutlu bir gülümseme herkesin yüzünde... Işıl Kasapoğlu rejisindeki oyununun çevirisi Başar Sabuncu ve Bilge Emin tarafından yapılmıştı. Yetkin Dikiciler ve Bülent Emin Yayar sahnede devleşse de...  Gülen Çehreli ve Birol Engeler'i de unutmamak gerekti... oyuna dair okuduğum ne varsa, merdivenleri telaşla çıkarken geliyordu aklıma... Balkonda yer bulabilmiştim. Balkonda... en arka sırada. 

Teja ve Luka'yı seyredeceğiz... Aslında Teja'yı dinleyip, Luka'yı seyredeceğiz. Koltuklarımıza oturuyoruz. Anlamsız bir giden gelen, hareket, kalabalık... oyun başladı, Teodor yani annesinin Teja'sı, kısık bir sesle anlatıyor kendini. Allahtan buraları biliyorum... Ama neden bitmiyor bu geliş gidişler. Kapılar kapanmadı, oyun başladı. Teja sorusunu sordu. Soru havada kaldı. Cevabın az sonra geleceğini biliyorum. Heyecanla Luka'nın sahneye gelmesini bekliyorum. Luka geliyor... Nihayet tüm koltuklar, aralara konan sandalyeler ve merdiven boşluklarında ayakta oyunu izleyenler yerlerini alıyor. Sessizliğin içinde iki ses anlatıyor 18 yıla yayılan hikayeyi... Yan rollerde Martha var... Teja ile doğumgünü yemeğine çıkacak olan sekreter... ve tabi bir de "kaçık"; yazar olmayı o kadar istiyor ki... oyuna katkısı pek fazla değil kaçığın... sanki sadece telefonda bir ses olarak kalsa bile olurmuş... Martha cılız kalıyor... Anlamsız bir hayatın boşta kalan parçası gibi birazcık... Oysa Luka ve Teja... Sanki bi 2 saat daha konuşsa rahatlıkla ve sıkılmadan izlermişsin gibi geliyor insana. Oysa dekor sabit, ışık neredeyse değişmiyor ve dış ses ve müzik neredeyse yok gibi. Ama o hesaplaşma... O insanı içine çeken ve sonrasında kendisiyle baş başa kalmasına sebep olan hesaplaşma... En çok alkışı da o hesaplaşma alıyor zaten. 

Luka ve Teja konuştukça... Unutulanlar geliyor akla... Gözün önündeyse hep bir diğerinin gözüyle olup bitenler... Konuşuyor Luka, dertleşiyor Teja... Koşuyor Teja, kahkahalara boğuluyor Luka... Sarılıyorlar, bakışıyorlar, anlatıyorlar, ağlıyorlar, geçmişin katmanlarını yıl yıl, olay olay bir bir kaldırıyorlar, şemsiye, eldiven, pelüş bir köpek oluyorlar...Kayısı rakısı içiyor, ağlıyorlar... İçmek ikisini de güzelleştiriyor mu ne... Sona yaklaşıyor oyun... Kayısı rakısı olsa da içsek...

Dünyaca ünlü Sırp yazar Duşan Kovaçevic, Yugoslavya’daki büyük dönüşümden önceki ve sonraki toplumsal-politik yaşamı, bir entelektüelin yaşamöyküsü içinde, karakomedi türünde ve ironik bir üslupla anlatıyor. 40 yaşlarında bir edebiyat adamı, bir sekreter ve bir gizli polisin süprizlerle dolu soluk soluğa izlenecek hikayesi.

Ne kadar yavan kalıyor tanıtım yazısı... Nasıl güzel  bir tat bırakıyor oyun izleyicide... Cevabı ne zor bir soru ile baş başa kalıyor insan yağan yağmurun altında, ıssız sokaklarda yürürken... 

Ertesi güne kadar devam ediyor etkisi oyunun... Edebiyatın ve içinde bulunduğumuz çevrenin hayata bakışımızı nasıl etkilediğini öyle çarpıcı diyaloglarla veriyor ki oyun... bazı kelimeler, anlar ve geçmiş... peşinizden gelen bir gölgeye dönüşüyor... ve bazen siz yavaşladığınızda, durup da düşünmek istediğiniz de yani... önünüzde uzayıp giden gölgeniz oluyor geçmişiniz. 

Ve perde...



Ertesi gün ev sabit bir dekora dönüşüyor aniden... Puslu, sisli, yer yer yağışlı havada ışık değişmiyor gibi. Salonun bir köşesinde oturmuş, dışarıya bakıyorum. Kafamda binbir düşünce. Nerede, ne zaman söylediğimi hatırlamakta zorlandığım kelimeler... sonrasını ve belki de anını bilmediğim görüntüler... Akşama doğru... İçim içime sığmayınca, yağmurla uyumlu giyinip atıyorum kendimi  sokaklara... Akşam pazarı... Yakalıyorum yine telaşlı insanları... Seviyorum hayatın günlük koşuşturmacasını. İçim hafifliyor... Dağılıyor ufunetim.

Balık pazarında alıyorum soluğu... Çinekop, hamsi, çupra, kalkan derken... Alıveriyorum bi balık kendime de.. 


Hemen karşı sokaktaki yeşillikçiye uğruyorum... Marul, ince kıyım yapılacak. Roka, narlı ekşili... Maydonoz, dereotu, turp, taze sarımsak ve nane... Bir tutam fesleğen unutulmamalı...



Hemen karşı köşedeki zeytinciden Antep ya da Hayat kırma, kurutulmuş domatesli... Bol limonlanacak. Başka da bir şey istemez...



Bir de mantarı fırınladık mı, az tereyağlı ve kaşarlı... Hımmm


Mevsimi değil ama renk için bir salkım domates... tadı olmasa da görüntüsü yeter deyip onu da attık mı torbaya...  Bir de mandıradan keçi koyun karışık beyaz peynir... Fazla mı oldu ne... Ağır geliyor yük, hafifletiyor kurulacak masa ve konuşulacaklar... Gece uzayıp gidecek belli... Çağırsam gelir mi ki...


Son bir dönüp bakıyorum pazardan çıkarken, poz veriyor enginarcı çocuk. Yakışıklı kerata... gülümsetiyor beni. Onun da fotoğrafını çekiyorum paketleri sağa sola dikkatlice yerleştirirken. Yok! Enginar almıyorum. Onun daha zamanı var... Metroyo doğru insan kalabalığının içinden  geçip gidiyorum. Telefonum çalıyor:



Napıyorsun bu gece...
Rakı sofrası kuracaktım...
Bana da yer var mı...
Olmaz mı...
Bi şey lazım mı...
Rakıyı kap gel...


O gece uzayıp gidiyor sohbet... 
Oyunu... Oyunun lezzetini konuşurken, geçmişi... 
Geçmişin lezzetini konuşurken, şimdiyi... 
Şimdi de kalıyor kelimeler... 
Sonrası mı... 

Sessizlik ve gözlerin ışıldaması kadar güzel gece...

Ve perde...



31 Ocak 2014

Huzursuz Dingin Aksi Oksimoron

Uzun zamandır film izlemek konusunda tembeldim. Dikkat dağınıklığım pik yapıyor, filmin orta yerinde akıl listemin yapılacaklarına olmayacak işler sıralanıyordu. Hikayelerin içine bir türlü giremiyor, filmleri hızlandırılmış versiyonları ile x2 yaparak izleyip, yarın saate bir film sığdırıyordum. O filmlerden birinde duydum oksimoron kelimesini, -bir çocuğun babası ile paylaşabildiği nadir zamanların vazgeçilmez oyunuydu oksimoron kelimeler üretmek seyrettiğim filmde- daha öncede duyduğum ama gündelik hayatımın bir parçası haline getirmediğim bu kelime sonraki günlerde anlamsızca karşıma çıkmaya devam etti. Duymayana vikipedi bilgilendirmesi mevcut.

"Sessiz çığlık" en sevdiklerimden biridir, bugünlerde favorim "huzursuz dingin". Ruh halim tam da böyle olduğu için belki de... Bilmiyorum, hayatın acımasızlığını, haksızlıkları, yalanları anlamakta her geçen gün biraz daha zorlanıyorum. Sabrının taştığını söyleyen bir "iyi yürek"; çarem kalmadı eğer bu hayat bu kadar acımasızsa bu sefer "çeker vururum" dedi; bir tane ona, bir tane de kendime. Dondu zaman. "Saçmalama" kendi içinde bi oksimoron. 

Fotoğraf çekmeyi seviyorum, illüzyon gibi. Neyi nasıl göstermek istiyorsan fotoğraf işleme programları sana yol gösteriyor. Biraz daha sisli, biraz daha yeşil, biraz daha kalabalık, biraz daha renksiz... Sen ne istiyorsan "an" ona dönüşüyor. "Sanat" buradan bakıldığında nasıl da anlamsız geliyor. Koca bir "yalan" "gerçek"miş gibi sunulabiliyor. 

Hologram meselesine girip de gündelik hayatın akışına gönderme yapacağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Ya da ayakkabı kutularına, ya da son bir ayda 6000 polisin, onlarca savcının yerini değiştiren, "ileri demokrasi" anlayışındaki "bağımsız yargı" meselesine... Yok hayır bu konularda içimden bir şeyler konuşmak bile gelmiyor. Makro gündem içimde garip yaralar açmaya devam ede dursun, kendi mikro hayatımın da bu anlamda pek iç açıcı havadislerle dolu olduğunu söyleyemeyeceğim doğrusu. Bireysel olarak ben "dingin" bir dönemdeyim ama çevrem "huzursuz" onlarca gelişme ile her gün yeni bir "kal" ile güne başlayamama, devam edememe, uyuyamama ve uyanamama artık ciddi bir sorun.

Her şey yarım aklıyor... Mesela ne oldu "Öykü'ye" bilmiyorum, bu durum "ölü doğum" ile açıklanabilir mi ki... Bir de iddialı laflar ediyorum ara sıra:

okur açısından merak dozu önemlidir elbette devam etme isteğinde ama bir de yazan boyutu var ki, o merakın karşılığını tam olarak verebilme isteği işte insan bazen orada tıkanıp kalıyor.

Bak sen! dedim alaylı bir tavırla.  Sahi ne oldu öykülere... Yazar dediğin adamın sıradan bir hayatı olabilir mi? Hayır ben yazar değilim, yazan biriyim sadece.  Bunu daha önce de tartışmıştım kendi içimde; Dilsiz Gecelerin Sessiz Tanığı

Ne dağınık bi yazı oldu bu. Ne anlatıyorum ben. Anlatıyor muyum gerçekten. "Akışkan kıvamlı" kelimeler gelse aklıma. Yazsam "öykü"yü, ya da tamamlasam olanı biteni. 

Ah kadın! Oksimoron musun? Nerede kaldı güzelliğin, harcadığın onca çaba. Sahi nedir güzellik, sadece dış görünüşte kalakalırsa. Aman bu konuya da girmeyeyim çıkamayacağım nasıl olsa. Güzel olan ben değilim. Yani dışarıdan bakınca, ama bir kadın var çok güzel, dışarıdan bakınca... Ama yaptıkları, içinin aynası. Söyle bana ayna, neler olup bitiyor bu hayatta.

Ben Evren bu arada; huzursuz dinginim... Gene gelin, beklerim. 


görsel

29 Ocak 2014

Samsung Macerası Nasıl Sonuçlandı?

görsel



Merak edenleriniz olmuştur elbet, "Bir Samsung Tüketicisinin Uzun Soluklu Hikayesi" nasıl sonuçlandı diye. Süreç bildiğiniz gibi meşakkatli idi. Eee, sonuç neden öyle olmasındı ki... Yazıyı yayına verdikten ve twitter ile instagram üzerinden Samsung'a ulaşmak için epey bir çaba harcadıktan sonra, nihayet Samsung Türkiye bana ulaştı. Yaşadığım süreçten üzüntü duyduklarını, ek ücret almadan fırını göndereceklerini söylediler. 1 hafta sonra fırın geldi. Cumartesi günü fırını alıp eve getirdim ve fark ettim ki bu fırın garanti kapsamında sayılmıyordu. Benim merak ettiğim ise bu sefer şu: Bir ayıplı ürün yenisi ile değiştirildiğinde yenisi neden garanti kapsamı dışında kalıyor? 

Tamam tamam bu sefer araştırmaya hiç niyetim yok. Zaten yeterince sabırlı olduğum uzun bir zaman dilimini geride bıraktım. Diliyorum yeni fırınımla yine harikalar yaratacağım. Bu süreçte daha öncede söylediğim gibi; teknik servisin önemini bir kez daha anladım. Oradaki arkadaşlar müşterinin yanında olmak konusunda bu kadar çaba harcamasalar süreç nasıl sonuçlanırdı bilmiyorum. Neyse ki benim hikayem mutlu sonla bitti. Dilerim müşterinin yokuşlara sürülmediği, canından bezdirilmediği satış sonrası hizmet anlayışının müşteriden yana geliştiği hikayeler bizim ülkemizde de sıklıkla dile gelir.

Rüyalar, Geçmiş ve Gelecek

Uzun zamandır uykularım bi tuhaf, gene! Oysa düzene girmişti, yatağa yatar yatmaz uyur, 6-7 saatlik sağlıklı bir uyku sonrasında güne daha güzel başlardım. 2-3 haftadır garip sayılabilecek rüyalar görüyorum: sürekli geçmişte bir şekilde hayatıma giren ama artık hayatımda olmayan insanlarla bir çeşit macera dozu yüksek, "Bond" filmlerini aratmayacak aksiyon çeşitliliğinde sanki uyanıkmışım gibi, gelişen olaylara mantık çerçevesinde baktığım, sabahları yorgun uyanmalarıma sebep rüyalar silsilesi ile boğuşuyorum. Bir de üstüne üstlük neredeyse her sabah "acaba ben gece uykumda konuşuyorum da ben mi anlayamıyorum" ya da "haydaaaa bu nasıl bir rüyaydı diyaloglar son derece mantıksızdı"  gibi cevabı olmayan sorularla üniversiteye doğru yol alıyorum. Sonra tahmin edileceği gibi hemen herkes "neyin var" diyor. Zuzaylılara karıştım, dönecem diyesim geliyor. Ama demiyorum. 

Böyle sabahlarda kafam öylesine dalgın oluyor ki, her şeyi iki kez kontrol etmek, unuttuğum şeyleri gün içinde unuttuğum yerlerinden toparlamak, karşımdaki insanları dinlediğimi sanırken, kafamdan cümlelerini tekrar etmeye çalıştığımda koca beyaz bir boşlukla karşılaşmak ve dönüp, "bir kez daha de bakayım az önce dediğini" gibi anlamsız cümleler kurup gülümsemek, yarım kalan işlerimi sürekli "yapılacaklar listesine" eklemek ama gene de unutmak ile geçiriyorum. Yazarken fark ettim ki sanırım Serpil'imin değişi ile benim "cnbcehsbc" hastalığım pik seviyesinde. İyi de neden?

Gezegensel bir durum olabilir bence, merkür gerilemiş, neptün yana kaymış, mars ters dönmeye başlamış olabilir mesela. Ya da ne bileyim bu uykusuzluk halleri fena halde yıpratıyor beni. Üstelik bir de yaşlandım. Konuya girinceye kadar geçen iki paragraflık bölüme dayanabildiyseniz, bir iyi bir kötü haberim vardı denebilecek ve kişisel tarihime not düşülecek iki gelişmeyi paylaşmak istiyordum aslında. 

Yılların bizi güzel kıldığı zaman diliminden beri dostum olan, her seferinde bıraktığımız yerden başlayabildiğimiz, yeteneklerine her zaman hayran olduğum güzel insan Şenay Şenöz "kitap ayraçları"nı bir başka özel ve güzel yapıyormuş meğerse, hemen annem ve babam için bir sipariş verdim, sabırsızlıkla bekliyorum. Sonra kendime de yaptıracağım bir tane ama benim ki aynı zamanda yanında bir sembol de içerecek. Hımmm... Güzel şeyler bunlar... 


Kötü habere gelince, şükretmiyoruz yeterince... Teşekkür hep eksik kalıyor. Hayat bize sunulmuş bir hediye, bazen paketten düşlediğimiz çıkıyor, bazen bir türlü sevemeyeceğimiz "bi" şey. Ama sanki biz atlıyoruz; "hatırlanmış olmayı". Sırf bunun için bile teşekkür edebilmeli insan. Ah nasıl da sonu olmayan tartışmaların konusudur "adaletin bu mu dünya" nidaları.

Geçen hafta içinde bir çalışma arkadaşım gelip, "biliyor musun bizim Ahmet'in oğlunda Canavan diye bir hastalık varmış" dedi. Bildiğim bebek daha yeni doğmuştu. 2 bilemedin 3 aylık olmalıydı. Üstelik anne baba yetimhanede büyümüş, zor şartlar altında bir yuva kurup bir de bebek sahibi olmuşlardı daha iki yıl -üç yıl olmamıştı. İkinciye hamile kaldığında  hepimiz iyi düşündünüz mü desek de onlar kararını vermişlerdi; doğurmamak günahtı. Eve bakan Ahmet'ti. Tek maaş. İki küçük çocuk, kirada bir evde, el uzatacak bir akraba-yakınları yok, genede geçinip gidiyorlardı. Bu ikinci bebeği de veren Allah rızkını da verecekti elbet. Umarım verir derken gelen hastalık haberi herkesi perişan etti, ama yine de ateş düştüğü yeri yakıyordu. Hastalık genetikti, bebeğin yaşama şansı oldukça düşüktü. Üstelik bakım süreci son derece masraflı ve ülkemizdeki mevzuat gereği oldukça sıkıntılıydı. Ama nasıl otursunlardı elleri ellerinin üstünde. Sağa sola haber salındı, yardım elleri bir bir uzandı. Kendi aramızda nazımız geçenlere haber ettik, sağ olsunlar duyan 5-10 para yardımı yaptı, epey toplandı, çözüm olmaz ama nefes olur diye kendisine verildi; iyi dilekler, dualar iletildi. Sonrası Allah'ın takdiriydi. 

Bu süreçte beni düşündüren 2-3 olay oldu; biri bu koşuşturma halinde koridordan geçerken tesadüfen orada bulunan bir öğrencinin, "kusura bakmayın kulak misafiri oldum, ben de yardım edecek birilerini arıyordum, eğer uygun olursa ben de bir miktar yardım versem" diyen kızın gözlerindeki ışıktı. İnsan insana yardım elini uzatıyordu. Bir diğeri ise "arkadaşlardan duyduk yardım topluyormuşsunuz -bugün ona yarın bize, biz de katkı koymak istedik" deyip de topladığı parayı bana uzatan genç kızın sımsıcak yüreğini ortaya koyuşu oldu. 

İnsanın her yerde ve her koşulda "insan" olduğu bir gerçekti... Bir de "mış" gibi yapanlar vardı, onlar en çok böyle zamanlarda maskelerinden oluyorlardı. Şükrettim güzel yürekli bir yığın insan var çevremde diye ve teşekkür ettim o insanlardan biri olmak konusunda beni yalnız bırakmayan yüreğime. 








20 Ocak 2014

Günlerden Bir Gün: Pazar

Pazarları oldum olası severim. Sabah güne erken başlamayı, günün içine onlarca güzellik sığdırmayı, severim. Geçtiğimiz pazar da böyle oldu. Burada bir ayrıntıya yer vermeliyim. Artık yeni bir kameram var ve yeni alınmış oyuncağı ile uyumak isteyen çocuklar gibi şenim: Samsungla yaşadığım ve yılan hikayesine dönen sıkıntıya rağmen, -yaşanan sorunun tamamen SamsungTürkiye ile alakalı olduğunu da bildiğimden- uzun zamandır istediğim Samsung NX 1000 kamerayı Brüksel gezisinde almıştım. 

Pazar günlerimin en keyifli kısmı olan "kendini at sokaklara" -hele de hava fotoğraf çekimi için paha biçilemez bir fırsat sunuyorsa- vazgeçilmezimdir. Bu pazar biraz farklıydı. Bir gün öncenin misafir ağırlama faslı, yaptığım kalamar dolma ile taçlanırken kendimi kaptırıp da onlarca mezeye imza atmaya kalkınca belimdeki ağrı "eee güzelim, bir de faturası var bu işin" dedi, haklı olarak. Telefon gelmese, kesin tembel bir pazar olacaktı ama geldi, iyi ki:)


Bay ve bayan S'ler Mudanya'da kahvaltı etme teklif ediyorlardı, üstelik onlar gidilecek yere varmıştı, henüz ben yatakta gazete keyfi yapıyordum ve üstelik pazar günü, güneşli bir ilk yaz havasında Mudanya inanılmaz kalabalık olurdu, ama ah o hazır masaya kurulma hali yok mu, işte ona hayır demek mümkün olmadı. Üstelik Bay H.yi de gaza getirmişlerdi, hem de Bay H. gelip beni evden alacaktı. E haliyle naz yapacak pek de bir şey kalmadı. Bay H, tahmin edileceği üzere güzel bir adamdır. 

Abartılı olmayan bir kahvaltı masasında gene de aradığın her şeyi bulmak mümkündü, çaylar içildi, kahveler de içildi, hatta sodalar bile içildi, anlaşıldı ki yürüyüş yapmadan yenilen onca şey kolay kolay erimeyecekti. Sahil kasabalarını oldum olası severim. O gün herkes kendini dışarı atmıştı. 

Çocuklar...


Martılar...


Kankiler...


Amcalar ve teyzeler...


Torunlarıyla gezenler...


Komşusuyla sohbet edenler...


Sevgilisiyle günü gün edenler...



Sokak yiyeceklerini oldum olası severim. Abur cuburdurlar ama en azından bir kere denenmelidirler. 

Çocukluğumun pamuk şekeri ve ballı macunu... 
Bursa'nın meşhur kestanesi... 
Rüzgarın oyun arkadaşı güller... 
Son zamanların popüler çöpleri; çubukta patates cipsi, bardakta mısıra karşı... 

Bir ara öyle kalabalık oldu ki... Ne satıcıları, ne kedileri, ne de çocukları seçemez oldum. Elinde mikrofon televizyon için çekim yapmaya çabalayan delikanlıya bir kadın laf attı, pek güldüm doğrusu:

Sor bakalım bu kadar kalabalıktan memnun mu Bursa'dan gelenler... 













Değildik elbet:)

Bu yüzden yönümüzü hızla Trilya ve oradan da sahil yolundan Karacabey'e çevirdik. Dedim ya Bay H, inanılmaz bir adamdır. Kuşların göç mevsimi başladı mı bilmem ama, önce sığırçık sürüsü, ardından karabataklar, adını bilmediğim beyaz su kuşları... Seyrine doyum olmaz bir senfoni görseli gibiydiler... 

Mevsiminden önce gelen bahar kokusu ve toprağın yeşili, 
çiğdemlerin sarısı ve daha nice güzellikle içinde geçip gitti gün, 
güneşi batırıncaya dek.








Bir pazar da böyle geçti işte... 
Aşkla... 
İyi ki...

Yolda bize zeytinle ilgili bilgi veren amcanın da dediği gibi;
övünmek ve abartmak dinimizce haramdır.
Bilin istedim. 
Yüreğinizden öperim.


10 Ocak 2014

Anlam


Hayat bazen durduğun yerin ne kadar anlamsız olduğunu söyleyenlerle doludur, 
sen hayata aldırma, 
durduğun yere kattığın güzelliği gör; 
kendinde zaten var olanı.


Düne dair bir not:
Bundan sonrası aptallık olur değil mi?
Bundan sonrası canını biraz daha acıtmak olur, biraz daha üzülmek, biraz daha fazla gözyaşı.
Yani bundan sonrası yok diyorsun?
Aksine diyorum ki; 
bundan sonrasında canını yakmalarına izin verme, biraz daha fazla gül, biraz daha az üzül.
Dozunda yani...
Yani!

08 Ocak 2014

Kış Güneşi





Her şey dozunda... 
Ama her şey. 
Aşk mesela; dozunda.
Aş desen, o da dozunda. 
İçmek mi istedin, dozunu bir kere kaçır da gör. 
Kendimden biliyorum. kaçırdım ben... dozunu, aşkın mesela...

Belki de bu yüzden kış güneşini kaçırmam ben. Bilirim, evden çıkarken; 2-3 saatlik bir birlikteliğe kucak açıyorum. Şımarmadan, "daha fazla" demeden, bana sunulduğu ile yetinerek ve bundan mutlu olarak. Gülümseyebilirim: bir kış güneşi gibi, olmadık bir soğuğun ardından.

Akşam olmak üzere... Akşam. Şanslıysan hep olur. Sonra sabah. Eğer şanslıysan. Güneş doğar, güneş batar. Gökyüzü bir ressamın fırçasıyla şekillenir. Görür göz, hisseder yürek. Şanslıysan.
Sahi derim bazen... Sahi, ne kadar farkındayım bana sunulan şansların.
Peki ya sen?
Farkında mısın onda olmayanın sende olduğunun?
Gülümse hadi. Bu yıl daha çok gülümse. Bu yıl her zamankinden daha çok inan kendine, ona ve Ona. En az bir iyilik yap, kendinden başla. Sonra bir kitap oku, tek bir kitapla başla. Tiyatroya git, bir kaç gece sonra bir konsere. Yap bunu, kendin için önce. Sonra biri için yap, en sevdiğin, en inandığın, en vazgeçemem dediğin için yap. Bir patikadan yürü, çamurlu olsun, kirlen biraz. Kolayı var nasılsa. Dağa tırman, ille Everest olmak zorunda değil ki. Bir adada en az bir gece kal. Çadırda uyumayı dene, bir karavanda kal bir haftasonu. Sıcak evini düşün, soğukta üşüyen bir kediye yardım et. İlle evine alman gerekmez, ama ona bi ev yap mesela bi karton kutuyla. Bi çocuğun gülümsemesi ol. Yaşlı bir teyzenin elini tut karşıdan karşıya geçerken. Biraz büyü bu yıl. Biraz çocuk kal. Dönme dolaba bin bir kerecik bile olsa. Bisikletle ormanda yol al. Orman bulamazsan park da olur, yeter ki özgür ol. Yağmurda ıslanmayı unutma. Ve karlara ilk basan sen ol  bu yıl. Bir kere güneşi doğur, bir kere de batır mutlaka. Sabah ezanı dinle martılarla bir sahil kasabasında. Dağ başında ateş yak ellerini ısıtmak için.  Ellerine ye zeytini, ekmeği kopardığın ellerinle. Durup dururken ağla: aksın içinde sıkışıp kalan ne varsa. Bir kere koş yüz metreyi dakikalarca. Bir yere yürü en sevdiğin arkadaşınla. Müzik dinle, ruh da beslenir unutma. Bağıra çağıra bir şarkı söyle sesin güzel olmasa da. En az bi şiir oku ve bir şiir yaz, dene en azından bu yıl bir kez daha. Çiçek al saksıda, çiçek ek bir toprağa. Elin bulaşsın, tırnaklarının içine girsin doğa. Doğada derin bi nefes al: öyle derin olsun ki, tüm evren sığsın içine bir anda. Sonra bırak nefesini, içinde kötülüğün zerresi kalmayıncaya dek. Saatlerce uyu bi akşamüzeri, sabahlara kadar otur. Ardı ardına üç film seyret bi pazar günü. Pazardan bir balık al, bir de bi duble rakı koy kendine; iyi gelir bazen tek başına içmek, anımsa. Gülümsemeyi unutma. Tüm bunları yaparken, yapmadan önce ve sonra mutlaka gülümse kendine. Takdir et kendini bu yıl, kendine kızdığından daha fazla. Daha sağlıklı beslen, daha az ye, daha çok uyu, daha çok hayal kur. Gerçekler hayallerden ilham alır unutma. yazmıştın değil mi bu sözü bi kenara. Mottonu değiştir mesela, denemekten korkma. Daha çok anı biriktir, daha çok anı yaşa. Çok özlediğin birini hemen ara. Çok kızdığın birini affet gitsin. Annene babana sarıl hayattaysa, değillerse gülümse onlara da, peki ya çocuklar, olmadı diye üzülme, yapamadı diye kızma onlara, gözlerinin içine bak, bir de sımsıkı sarıl mutlaka. Teşekkür etmeyi unutma. Herkese, her seferinde teşekkür et: küçük bir çocuğa, ekmeğini alan kapıcıya, markette sana yardımcı olan tezgahtara, sokağını süpüren adama, teşekkür et karşına çıkanlara. Aynaya bak bu akşam eve gidince bir kez daha; yüzünde gözün var... Ne yapıyor olursan ol, o gözleri unutma.