09 Ekim 2019

Şarap, Khinkali ve Çok Daha Fazlası


Neyse ki unutmadan yazabileceğim. 
Tembellik dizin boyunu aşınca... 
Yazmak hali bir ödülü hak ediyor aslında. 
Nerede kalmıştık: 

O gün sabahın erken saatlerinde şoför bizi almaya geldi. Böylece başlamış oldu 2 günlük macera. Hedef Mestvireni - Wine cellar. İki gün boyunca bir şarap üreticisinin bağ evinde kalacağız. 2 günlük maceranın asıl sürprizi Shilda Winery and Restaurant. Orada yerel ekmek, cevizli sucuk ve Khinkali kurslarına katılacağız. Şarap ve votka tadımları, yerel lezzetler... Heyecanlıyız. 

Yola çıktığımızda öğreniyoruz ki yol üstü bir durağımız daha var: Siğnaği

Burada iki seçenek var; ya bir tur arabası kiralayacağız ya da ATV. Tercihimiz dört başı rüzgarlı tur arabası kiralamaktan yana oluyor. Siğnaği, Gürcistan’ın doğusunda, Kaheti bölgesinde yer alıyor.  Nüfus açısından ülkenin en küçük kasabası: nüfusu 1.485

Tarihi açıdan öneminin olması ve iyi korunmuş olması bu küçük kasabayı turistler açısından çekici kılıyor. Katie içinse çocukluğunun gezi rotalarından biri. Bizler için bu anlamı ile bile yeterli. 




Karşı tepelere gidip ovayı seyrediyor, sonra yine dört başı rüzgarlı arabamıza binip başka bir tepeye varıyor, sonra yine daracık, kargacık burgacık yollardan arabanın kah altını vura, kah kapısını dallara çarpa başka bir tepeye varıyoruz. Üç kapısı olan ve kasabayı çepeçevre saran kalenin neden İran savaşları sırasında kuşatılamadığını da böylece anlıyoruz.  


Bir keşif daha son bulunca rotamızı Mestvireni'ye çeviriyoruz. Yol bitiyor. Toprak yollardan devam ediyoruz bağ evine doğru. Artık google bize yardımcı olamayacak diye endeşeliyiz. Neyse ki Beka ve ailesi bizi karşılamak için yollara çıkmış durumda. 


200 dönüm fındık, şeftali ve üzüm bahçesinin içinde kendimizi kaybetmemek için zor duruyoruz. Mikheil eliyle karşı dağları işaret ediyor. 45-50 dakikalık bir yolculuk sonrası Kafkas dağlarındayız. Aştık mı ver elini Rusya. Uzaktan dağları seyrediyoruz. Hayaller çeşit çeşit. Herkes bir köşeye savrulmuş. Oysa ki daha 10 dakika önce yorgunluk ve merak kapışıyordu. Belli ki yorgunluk kazanmış. Doğayı dinlemek herkese iyi geliyor. Güneş batmadan masa kurulsun istiyoruz. İçimizden birinin "hadi"si yetiyor: Silkeleniyor ve hareketleniyoruz. 



Koşuşturmalı bir telaşla akşam yemeği hazırlıkları başlıyor. Mikheil ateşin başında. Akşam yemeğine eşlik edecek şaraba karar verildi. Mikheil  "chacha" ve "peach vodka" ikram etmek konusunda ısrarcı. Üstelemiyoruz; tadımlık getirdiği chacha ve şeftali votkasını deniyoruz. Ruslar bombayı buldu diyor, bizse chacha'yı. Kahkahalarla gülüyoruz. 

Beka turizm okuyor, Çeşme'yi çok merak ediyor. Sohbet doyumsuz. Beka yüzünde hiç eksilmeyen görkemli gülüşü ile annesinin yaptığı yemekleri bir bir masaya taşıyor. Koyu saçları, kemikli yüzü ve gülüşü müthiş bir uyum içinde. Anneye benzetiyoruz Beka'yı. Mikheil mangaldan alıp geldiği şişleri masaya bırakıyor. Onun da yüzünde asılı kalmış ve olmazsa eksik olacakmış bir gülümseme var. O anlatıyor, Beka tercüme ediyor. Kadehler kalkıyor, keyfimiz giderek ve hızla tavan yapıyor. Güneş Kafkas dağlarının tepesinden batıyor. Manzara doyumsuz, manzara aşık olunası, hava ılık mı ılık. Bir film karesinin içinden çıkmış güzel insanlarız hepimiz. İçimizden taşan mutluluk, kahkahalar, gittikçe koyulaşan sohbet ve en çok da küçük ama koca yürekli ailemizin bir arada oluşu beni duygulandırıyor. Yoksa 70 derecelik kavun votkası bana vız gelir tırs gider de!!! 

Yemek sonlanınca ortalık sakinleşiyor. Kabuğuna çekilen canlılar gibiyiz. O taş evin duvarlarının ardında yer alan uçsuz bucaksız ovadaki sessizlik her yeri ele geçirmiş gibi. Sessizlik öylesine sessiz. ki, gece kuşlarının kanat çırpışları bile duyuluyor hafif bir kulak kabartısıyla. Herkes uykuya çoktan kavuştu. Bense geceyi sabaha bağlamak konusunda telaşlıyım. Babamın sabah yapacağı yürüyüşe eşlikçi olmayı çok istiyorum. Sabah olur olmaz en ufak tıkırtıya gözlerimi açıp yataktan fırlıyorum. Yaşasın babam kapıda...


Kafkas dağlarına doğru bahçeyi boydan boya yürüyoruz. Üzüm zamanı burada olmak ne güzel olurdu! Hayali yetiyor o anda. Neyse ki, bir kaç ağacın üzerinde kalan erik ve tek tük de olsa böğürtlen var. Yürüyüş esnasında bir kaç tane atıştırmak iyi geliyor. Dönüşte mahzenin önündeki taze fındıklardan da alıp  balkona çıkıyoruz. 

Kahvaltı masası hazırlanmış, yok yok. Çıtır ekmeklerin mis kokusu taş duvarlara çarpıp çoğalarak geri geliyor. Hayat bize güzel! Dün geceden hayali kurulmuş tereyağı, süzme yoğurt karşımı bir altlık ve üzerine konulacak ev yapımı üzüm ve sırası ile şeftali ve böğürtlen  reçelleriyle kavuşan ekmekler, "denedin mi? enfes"  nidalarıyla elle bölünüyor parça parça. Ah o çıtırtı!!!

Kahvaltı sonrası tadım için Mikheil'in peşine takılıyoruz. Mahsen evin hemen yanı, her yer fındık. Mikheil anlatıyor Katie çeviri yapıyor. Geleneksel yöntemlerle üretim yapılıyor. Her hangi bir katkı maddesi kullanılmıyor. 5 tonluk küplerin içine insan sığabiliyor. Toprak katman çıkana kadar her yıl o küpler temizleniyor ve içine üzüm ya da şeftali istiflenerek şarap, chacha ve votka yapılıyor. Kavundan da votka yapılıyor ama onun satışı yok. Her bir küp önce camla sonra da toprakla hiç hava geçirmeyecek şekilde kapatılıyor. Anlatırken bile heyecanlı Mikheil, keşkeler sıralanıyor. Bir bağ bozumu ziyareti ile o heyecanın ortağı olmak hiç de uzak bir ihtimal değil. 





Tadım sonrası kafalar biraz dumanlı! Anne uyarısı gecikmiyor: "Yola çıkılacak Halim daha fazla tadına bakmasın. Evren! senin de miden kötü olur. Sen iç Uzay!" Uzay iki shot daha atıp anneme takılıyor. Gene kahkahalara boğuluyoruz. Keyfimiz tıkırında. 

1 hafta kalsak sıkılmayacağımız bu evden ve bahçeden hayaller kurarak ve birer şişe chacha ve peach vodka alarak ayrılıyoruz. Şarap hakkımızı ise Shilda için saklı tutuyoruz. 

İki bağ arası kısacık yola onlarca kahkahayı sıkıştırıyoruz. Az sonra katılacağımız kurslara ilişkin bahisler gırla. Uzaktan görünen Shilda yaşını almış bakımlı bir kadın gibi. İlk görüşte aşık olunası bir cazibesi var.  İçeri giriyoruz. Ah! Atın beni denizlere... Bir gün böyle bir salonum olacak biliyorum. Her bir noktasını inceliyorum. Dekorasyon tam da benim kalemim. O heyecanla telefonu bir yerlerde unutuyorum. Ama öyle böyle değil, unuttuğumun bile farkına varamayacak kadar kendimden geçmişim. Garson kız elinde telefon ile geliyor. Benim değil diyorum. "Allah Allah" diyen gözlerle uzaklaşıyor. Uzay elinde telefon geri geliyor "abla bu senin değil mi, kıza değil demişsin"

Hahaha!!! Telefon benim benim olmasına da ben ben miyim? Neyse ki mekanın üzerimdeki etkisi bahçesinde aldığım derin soluklarla hafifliyor, kısa süre içinde kendime geliyorum. İçmeden sarhoş mu oldum gerçekten. Sahi en son ne zaman çarpılmıştım böyle derinden?

  


Kurs başlıyor. Annem içimizdeki "eli en yatkın" olarak cevizli yapmak üzere sıranın başındaki yerini alıyor. Sırasıyla herkes cevizli sucuğu yapıyor. Kah gülerek kah çığlık atarak tamamladığımız dersin sonunda öğreniyoruz ki yaptığımız sucukları bizim yememiz mümkün değil, çünkü en az 15 gün kuruması için askıda kalması gerekiyor. Neyse ki ekmek için durum aynı değil. Gel gör ki ekmeği yapmak o kadar kolay değil! Khinkali'ye sıra geldiğinde neredeyse hepimiz sınıfta kalıyoruz. Annem yine de açık ara önde tabi. En azından biraz çaba ve tekrar ile umut vaadediyor. 



  






Shilda Şarapçılık entegre bir tesis. Avrupa tarzı üretim de yapıyor. Geleneksel üretimde katkı maddesi yok ancak Avrupa için yapılan üretimlerde sülfür kullanılıyor. Bizim tercihimiz geleneksel üretim bir şarabı denemekten yana oluyor. Ayrılırken yanımıza iki şişe şarap alıyoruz. Kim bilir hangi zamanda kimlere ikram edilecek diye düşünüyorum. Aklımda birileri var ama uzak ihtimal. 




Tiflis'e dönüş yolumuz dağlardan oluyor. Yeşile doyuyoruz. Lezzeti damağımızda bir öğle yemeği, heyecanı gülüşlerde kalan kurs ve bir önceki günün mütevazi ama bizi kendisine aşık eden bağ evinin ileriye dönük hayali ile Tiflis'e varıyoruz. Otele varıldığında alınan geç kalmış hoş geldin içkileri ilaç gibi geliyor. Derin bir uyku sonrası sabahın ilk ışıklarına uyanılacak. 



Arkası yarın kuşağında: Müzeler, Sokaklar ve Son Akşam Yemeği


01 Ekim 2019

O Fünikülere Binilecek Demiştim

Neredeyse 1 ay geçti üzerinden... Bu arada Orta Avrupa da gezilip gelindi ama yazma disiplinini kazanamayana zor işler buralar.  


Nerede kalmıştık! 
O sabah yürüyüşü Rustaveli Caddesi üzerinden yaptık.  Yürüyüşün orta yerinde duruyoruz, füniküler tabelasının altında hararetli bir tartışma: 3 - 3 berabere kalınıyor. Gruplar ayrılıyor. Tepede görüşürüz. Ben bir kere o fünikülere binilecek demişim. Haliyle fünikülere doğru yokuşun en başındayım. Hemen ardımda Halim ve babam. 

Yokuş çıkmakla bitecek gibi değil. Füniküler nerede ki! Soran gözler, çığlık atan ayaklara mı baksın yola mı?

Neyse ki yokuşun tepe noktasında bir tabela: FÜNİKÜLER
Derin bir oh!

Aman Allahım! Rustaveli Caddesi ile Mtatsminda Dağı arasında gidip gelen fünikülere ulaşmak için öncelikle hatrı sayılır o koca yokuşu çıkmak gerekiyormuş.  Fünikülerin sefer uzunluğu 501 metre. Tabi önce yürüyerek başlangıç noktasındaki  460 metre rakıma ulaşmak gerekiyor. Neyse ki, 1 km.lik bir yokuş. Aman Allahım dedirtense, yokuşun dikliği. Füniküler söz konusu oldu mu ilk vagon es geçilemez. Geçilmedi de!


10 dakika sürdü sürmedi. Mtatsmida Park'a ev sahipliği yapan tepedeyiz. Soluklanmak için vaktimiz var, taksi ile gelen ekibin keyfi yerinde. neredeyse eş zamanlı gelişimizin sırrı dönüş yolunda. Kısa soluklanma sonrası Mtatsminda Park geziliyor, iç çeke çeke bir haller olunuyor. Keşkeler sıralanıyor ardı ardına... Keşke vakit olsa da bir bira içsek, keşke hamaklara yayılıp kitap okusak, keşke biraz çocuk olsak, keşke biraz daha bira içsek... Bir bira daha!



Uzayıp gidiyor keşkeler süre tik tak tik tak işliyor. Acımasız zaman! 1 saat sonra buluşma yerindeyiz. Sır ifşa olmak üzere, araba bizi almaya geliyor, öyle uzun, öyle kıvrımlı bir araba yolundan dönüyoruz ki; fünikülerin yokuşuna kurban olmaya razı geliyoruz. 

Akşam küçük bir aile yemeği var; Tiflis'te olmak demek Katie için aile ile birlikte olmak demek. Payımıza düşene razıyız. 

Bu gezide bir ilki başarıyorum ve sonradan fark edeceğim gibi Tiflis eş zamanlı sosyal paylaşım yapabildiğim ilk ve belki de son gezim olacak. Fotoğraf ve mekan meraklıları instagramın kapısına doğru ilerlesin lütfen.

Ertesi gün Tiflis dışında olacağız. Gürcistan’ın en eski kentlerinden biri olan Mtsheta gezilecek.  Beso yine bizimle. Doğu Gürcüstan’da, tarihsel Kartli bölgesinde yer alan şehir, Tiflis yakınlarında, yolculuk sıkıntılı değil, yaklaşık yarım saatte Cvari Manastırı'nda oluyoruz.



Manastırdan Kura ve Aragvi ırmaklarının birleştiği manzarayı seyretmek doyumsuz. Gürcüler, 317 yılında Hıristiyanlığı burada kabul ettiklerinden neredeyse kutsal bir kent Mtsheta.


Svetitshoveli Katedrali'nde İsa Mesih'in abasının defnedildiği yer olarak biliniyor.  Beso mevcut yapının ortaçağın Gürcü mimarı Arsukisdze tarafından 1029 yılında tamamlanmış olmasına karşın, buraların geçmişinin dördüncü yüzyılın başlarına kadar uzandığını söyledi. Şimdilerde Mtsheta otopark alanından Katedrale varıncaya kurulan tezgahlar ile Şirince'den hallice bir noktada olsa da; kaostan sıyrılmayı başardığınızda gerçekten de mistik bir havası olduğunu hissedebileceğiniz ilginç bir yer. 





Arkası yarın kuşağında: Şarap, Khinkali ve Çok Daha Fazlası

27 Ağustos 2019

Dinler buluşması ve "Old Tbilisi"

Anneeee! Lütfen durur musun? Anne! Br poz da burada alayım. 

Sonunda azarı işitiyorum eski kentin eskimiş kaldırımlarında fotoğraf çekeceğim uğruna. 

Tiflis sokaklarında en dikkatimizi çeken şey kadınların çokluğu. Çalışan, dilenen, koşuşturan kadınlar... Bazı kadınlar tertemiz öyle ki, dilendiğini bile anlamıyorsun ilk başta. İri yarı kadınlar var, bir de ufak tefek. 

Binaların da hatrı sayılır bir dikkat çekiciliği var. Bazıları öyle büyüleyici ki, her birinin ayrı ayrı hikayesi anlatılsa dinlemek isterdim açıkçası.  








Baratashvili Caddesi üzerinde güle oyna yürürken, bir sokağın başında duruyor Beso, burası özel biri yer, trafiğe kapalı, sokağın hemen başında bir heykel var Beso anlatıyor, ben not almadığım için unutuyorum; sonra googldana buluyorum. Hademe Rashid Adamov heykeli.... Neydi bu adamın hikayesi, sanki acıklı bir aşk hikayesi vardı... Ah benim unutmam sanan yanım. Üstelik geçmiş yıllara göre detayları daha da çok unutuyorum. Bir kalem ve bir defter de edinmiştim üstelik küçük notlar almak için. Sokak farklı inanışların inanç merkezlerini bir arada bulabileceğiniz eşine nadir rastlanır bir mozaik.


Rezo Gabriadze Marionette Tiyatrosu bir kukla tiyatrosu, tüm oyunlarının kendisi tarafından yazıldığı ve halen sergilendiği bu yere ilişkin daha önce Laparagas bir ukdesinden bahsetmiş olsa da hevesimizi bir sonraki Tiflis gezisine bırakmak zorunda kalıyoruz. 


Kiliseleri, kafeleri geçip daracık sokakların sonunda gelinen Barış köprüsü üzerinde fotoğraflar çekip, Beso'ya da kulak kabartmaya devam ediyoruz. Bu köprü ve az sonra göreceğimiz konser salonu ile ilgili iki farklı görüş var. Bazı Tiflisliler eski kentin karakterini yansıtmadığı için bu yapılara tepkili, bazı Tiflisliler ise, moderni eski ile birleştirebildiği için kendi gelişimlerini yansıttıklarını düşündüğü için bu yapılardan memnun. 






Nihayet karşı kıyıdayız. Teleferikle Tiblis'in anasını görmeye gideceğiz. Uzunca bir sıra bekliyoruz, güneş hatırı sayılır bir sıcaklıkta. Neyse ki, 6-8 kişi ile yola devam eden her bir kabin bizi biraz daha gölgeli alana yaklaştırıyor. Tiflis kartı olana 2,5 gel tek yön. Biz "Mother of Tbilisi" ya da "Kartlis Dedas" ziyareti sonrası yürüyerek ineceğiz tepeyi. Çok yorulmamış olursak bir de kaleye çıkarız diyoruz. Ne yazık ki dünyanın en büyük ikinci botanik park için çok yorgunuz. Dostlarına şarap düşmanlarına kılıçla merhaba diyen Tiflis'in anası muhteşem bir tepeden Tiflis manzarası sunuyor. Kesinlikle görülmeye değer. Özellikle butik otellerin teras kafelerini göze kestirmek ve bir akşamı o sokaklara, barlara, kafelere ayırmak şart! Başka bahara farkındayız. Ama hayal kurmak kime ne zarar verebilir ki! Kaleye geldiğimizde artık iyice yorulmuş olduğunuzdan gezmekten vazgeçiyoruz ve hamamlar bölgesine doğru ara sokaklarda evlere hayran hayran bakarak iniyoruz. 









Cuma Cami'yi geçer geçmez girdiğimiz ara sokaktan dönerek inen merdivenlerde sülfür kokularını duymaya başlıyoruz. Artık her şehrin her köprünün kaçınılmaz klasiği kilitlerle karşılaşıyoruz. Köprüyü geçer geçmez İncir kanyonundayız. Herkes fotoğraf peşinde, acaip bir kalabalık var. Kayaların hemen yamacında duran evler ürkütüyor insanı. Hem çok katlılar hem de geniş. Kafamız yukarıda yürüyoruz bir süre. Artık yorgunluk ve açlık kapıya dayandı. Beso'ya mola için yer önermesini istiyoruz. Daha sonra bir kez daha gideceğimiz Legvi Cafe'de nihayet soluklanıyoruz. Hepimize iyi geliyor gelip geçeni seyretmek. Üstelik servisin yavaşlığından olsa gerek günün kalanını planlamak için yeterince zaman olmasına da seviniyoruz. 




Hamamlar bölgesindeyiz. Orbeliani Baths en şık spa! Binası bile büyüleyici. Saatlik ücreti 50 gel'den başlıyor, 150 gel'e kadar çıkabiliyor. Hayran hayran binaya ve hemen yanındaki evvin muhteşem balkonlarına bakarken, Beso'nun sesini duyuyorum. Beso yine "beyfendi" diye sesleniyor... Nafile. Babam çoktan yolun sonundaki parka vardı bile. Çaresiz bir "Evraaaan" çıkıyor Beso'dan, o da yoruldu. Sen anlatırsın diyor. Ah  bir hatırlasa balık hafızam...  

Kartal ve sülünden oluşan bu anıt, Tiflis'in kuruluşunun hikayesini / efsanesini sembolize ediyor. Kral Vakhtang, bir av partisindeyken, şahin bir sülünü yakalıyor ve kaplıcaya dalıyor, Her iki kuş da suyun yüksek ısısından etkilenip anında ölüyor. Kral Vakhtang bu durumdan o kadar etkileniyor ki; bu noktada bir şehir inşa edilmesini istiyor ve böylece Eski Tiflis var oluyor. 



Arkası yarın kuşağında: O fünikülere binilecek demiştim. 

22 Ağustos 2019

Biz Tiflis'i Çok Sevdik

Uçuşumuz gece... Aylar evvelden hazırız. Sabiha Gökçen Havaalanına gitmek için BBus tercih ettik. Annemler İzmir'den yola çıkacak. Haliyle onlar sabahın erkeninde hazırdılar İzmir - İstanbul uçuşuna. Uzay Newyork'tan geliyor. O bizden bir gün sonra Tiflis'de olacak. Katie - yolculuğa sebep güzel kadın! - zaten 3 gün önceden gitmişti oraya. 

İlk etap gerçekleşiyor. Annemlerle havaalanında buluşuyoruz. Biraz çay kahve, biraz sohbet, çokça "dutyfree" fiyat incelemesi sonucunda 12 yıllık viskilerin "twin" paketinden kapıyoruz. 

Gece ineceğiz Tiflis'e... Halim parıl parıl parlayan haliyle bir mücevheri andıran kenti gökyüzünden fotoğraflıyor. En sevdiği şey! Kentleri gökyüzünden kavramak. Heyecanla anlatıyor. Kura Nehri'ni ve gördüklerini. 

Pasaport kontrolde sorular: Neden buraya geldiniz. "Kız almaya" diyemiyoruz. "Turistik amaçlı" diyerek gülümsüyoruz. Halim geride kaldı. Nedense telaşlanıyorum. Duraksadığım anda polisten azarı işitiyorum. Hızlı adımlarla oradan uzaklaşıyorum. 

Bizi bekleyen şoför aile adına bir isim yazmış. Kendimizi bulmakta zorlanmıyoruz. Gece geç, yorgunuz. İlaç gibi geliyor otele nasıl gideceğimizi düşünmemek. 45 dakikalık bir yolculukla, kentin gece halinde otele varıyoruz. Hemen Kura Nehri'nin ve Kuru köprünün yanındayız. Sonradan öğreneceğiz ki, Kura Nehri'nin solu fakir mahalleler, sağı ise zengin mahallelerle çevirili. Sonraki günlerde "orta kesim" olarak solun en sağındayız diye kendimizi avutuyoruz.  Saarbrucken Meydanı üzerinde yer alan Moxy Hotel, Marriott Hoteller zincirinde hip tarzındaki yeni nesil otel anlayışı ile hizmet veriyor. Mesela odalarda dolap yok! Büyük ekran televizyon var. Lobi inanılmaz eğlenceli ve büyük. Kahvaltı basit tutulmuş. Oteli ilk gece tuhaf sabah uyanınca sevimli buluyoruz. Eğlencesi bol, çalışanları genç ve  güler yüzlü, kahvaltısı bizim için vasat. Neyse ki, biz kahvaltı için zengin mahallenin şık otelindeyiz: The Rooms! 

Katie karşılıyor bizi. Zarif kadın!
Otel daha girişte belli ediyor kendini. Kütüphane muazzam, heykeller de öyle. Fotoğraf çekme arzum, ayıp olur duygumla yarışıyor. Neyse ki kahvaltı sonunda Halim bir kaç kare çekip anılara çok beğendiğimiz bu otel girişini de eklemeyi başarıyor. 

Ben kahvaltı salonunda genel bir kare alıyorum. Son derece ilgili çalışanların yüzünde gülümseme bir an olsun eksik değil. Zaten kahvaltıda bir tek kuş sütü eksik. Yerel tatlardan dünya mutfağına uzanan, yok yok kahvaltısı bizi gülümsetiyor. Uzun, doyurucu, tatmin edici, sohbeti bol bir kahvaltı sonrası günün planı belli. Rehber gelip bizi alacak ve şehirde bir tur atacağız. Rehber Türkçe biliyor. Şanslıyız, annemle ben tercümanlık etmeden bir gezi yapacağız. 


Rehber bize genel bir tur yaptıracak. Yürümeye alışık kaşifler olarak arabayla gidiyor olmaktan biraz memnuniyetsiz bir ruh halimiz var. Neyse ki arabayı Rustaveli Caddesi'nde Shota Rustaveli Tiyatro ve Film Üniversitesi'nin önündeki park yerinde bırakıyoruz. Yaşasın! Geri kalan tüm gün yayayız.  Biraz "gel:lari" olsa yanımızda fena olmaz deyince Besso bizi bir "change office"e götürüyor. Kur 2.91. 

Rehberimiz Besso güleç yüzlü bir adam. İyi Türkçe konuşuyor. Büyükelçiliğimiz tarafından açılan ücretsiz kurslara katılmış. Resmi rehber olarak çalışıyor. 4 kişilik ekibin heyecanları ve merakları farklı olunca Besso bizi bir arada tutmakta zorlanıyor. Alışık olmayan bünye rehber tutmuyor. 

Babamın arkasından efendimmmm diye seslenmekten bitap düştüğü bile oluyor. Bir ara babam "beyfendi" ile "efendim" arasındaki farkı cümle içinde kullanarak anlatıyor. Besso artık "beyfendi" diye sesleniyor. Ben zaten onun için başından beri "Evran"ım. Rustaveli Caddesini, üzerindeki sanat galerileri, parlamento binası, müzeler ve opera bale binası, tiyatro ve üniversite binalarını tarihleri ile dinlemek bir süre sonra zevkli bile geliyor. Çünkü bazı bilgiler "google"  tarafından yazılı olsa da kentte yaşayan birinden dinlemenin de tadı bambaşka oluyor. 

Füniküler yazıyor bir tabelada. Koşarak Besso'nun yanına gidiyorum. Çok yokuş diyor. Mtatsminda dağında park var. Arabayla gideceğiz diyor. Hiç hoşnut değilim bu durumdan. Park ziyareti ertesi gün. Üzerinde durmuyorum ama o fünikülere binilecek biliyorum.

Oldum olası sevdiğim sokaklar, bu caddede bir başka güzel. Heykeller, binaların estetik güzelliği, caddenin genişliği ve yeşilliği... Kısaca daha ilk günden sevdiriyor bu kent kendini. Elimde değil, her yeri ama her bir yeri fotoğraflamak istiyorum. 











Özgülük Meydanı'na ve kentin eski dış sur sınırına geldiğimizde Rustavelli Caddesini boydan boya yürümüş oluyoruz. Aslında bu nokta ile yürüyüşe başladığımız nokta arasında bir duraklık metro var. Bir kaç gün sonra sırf metroya binmiş olmak için yeniden buralarda olacağız. Tiblis'in bağımsızlığının kutlandığı bu alan ejderhayı öldüren Aziz Jorge'nin altın heykeli ile süslenmiş, en geniş meydanlardan biri. Gecesi gündüzü ayrı kalabalık ve hareketli...


Özgürlük meydanından aşağıya doğru eski surların arasından geçerek yürüyoruz. Özellikle "Old Tbilisi" Orta Çağ, klasik ve Sovyet mimarilerinin bir karışımı. Hakim kültür; Doğu Ortodoks Hıristiyanlık. Tarih boyunca çeşitli kültür, etnik köken ve dinlerden insanları barındıran kent bugüne dek 29 kez yıkılıp yeniden kurulmuş.  Dar sokakları ve eskimiş, eğilip bükülmüş, büyük ve bahçeli ve muhteşem balkonlu ahşap evleriyle görülmesi gereken bir yer. Heyecanım katmerleniyor. Bir kentin en sevdiğim hali ile daha içli dışlı olmaya az kaldı. 



Arkası yarın kuşağında: Dinler buluşması ve "Old Tbilisi"


18 Haziran 2019

Hayaller / Hayatın Gerçeği

Bir önceki yazının üzerinden çokkkkk sular aktı. 
Mesela o yazıda belirlenen rota başka bahara kaldı. 
O başka bahara kalınca bari dedik yakın yerleri kendimize bahar edelim. 

Heyecanla başlayan bir başka hayalin peşine mailleri, telefonları taktık
Yeni rotalar çizildi, yeni yerleri görme telaşı kapladı bünyeyi, üstelik uzun soluklu bir hasretliğin de sonuna gelinebilecekti. Onun heyecanı anlatılmaz yaşanırdı. 
Böyleydi hayaller...

"Geliştirilebilir günlük gezi programı eskiz çalışması" ile gülen yüzümü takındım gezi öncesi. 
Hediyeler heyecanla seçildi. Yolluklar hazırlandı. 
#yolda2yolcu ekibine katılan deneyimli yolcular da gününden evvel Bursa'ya vardı. 

Pazar sabahı 2019 yılının unutulmaz macerası ufak tefek unutkanlıklarla başladı. Hiçbir şey de keyfimizi bozamazdı. Ucunda ölüm yoktu. Her şeyi telafi etmek de mümkündü. Eksik kalan o bir iki şey de yol boyu tamamlandı. 


Ankar'a öncesi durağımız Eskişehir oldu. Yenilenen, gelişen, güzelleşen şehir bizi önce Balmumu Müzesi'ne sonra da Sazova parkına ve oradan da masal diyarına götürdü. Defalarca gezilen, Odunpazarı ve civarı bu geziye zaten dahil edilmemişti. Çiğ börek tabi ki es geçilmedi. 



Alpu üzerinden Beypazarı'na köy yollarından, yeşilin bin bir tonundan geçilerek gidilince ve haşhaşlar çiçeği üzerinde, gelinciği de yanında bize eşlik edince doyumsuz geçen bu yolcuğu fotoğraf karesi ile taçlandırmak şart oldu. Çoban Yunus'un Halim'e sen keçi gütsen üzerinden belli olur sen de hiç keçi gütmüş havası var mı sözlerine gülerken Halim'in keçi güderken çıkarttığı sesler eklenince günün en güzel anılarına bir yenisi daha eklenmiş oldu. 



Beypazarı ikinci duraktı. Kurular, baklavalar ve akşamın eşlikçisi olacak olan sarma elleri kolları doldurunca, istikamet Ankara oldu. 




Airbnb üzerinden kiralanan ev konum olarak iyi ancak yapısal olarak yenilenmesine rağmen oldukça eskiydi. Gene de moraller bozulmadı.  Ankara Kalesi, kısa bir süreliğine kadınlar hapishanesi olarak bile kullanılan  şimdinin kadın ağırlıklı atölyeleri ve kafeleri ile insanı kendine çeken Tarihi Pilavoğlu Han Çarşısı, eskiciler ve kumaşçılar özenle gezildi. Sohbetler edildi. Yürüyerek inilen Ulus kalabalıklığı ise sıkıntı yaşattı. 1. ve 2. Meclis gözleri yaşlı, kalbi heyecanlı, bünyesi gururlu ekibi çok ama çok etkiledi. Ertesi gün Anıtkabir ziyaretinde, elleri öpülesi büyükler sıralamasının en başında yer alan ATAM'a saygı, sevgi, hayranlık, minnet öylesine arttı ki, duygular sel oldu. 


Salı sabahı Kırıkkale yönünden Balışeh ve Delice üzerinden sabahın erken saatinde Hattuşa Antik Kenti'ne sabahın en erkeninde varıldı. Bu uğurda saat 10'da açılacağı için Ulucanlar Cezaevi Müzesi ziyareti üzülerek başka bir Ankara seyahatine bile ertelenmişti. Bayramın ilk günü olması nedeniyle  ören yeri geç açılacağı haberi özellikle sabahın 8'inde AŞTİ'den taksi tutup gelen Çin'li bir turist ve 10'dan fazla gezi otobüsü ve gezgin aracını görünce "Ah benim güzel ülkem" nidalarına sebep oldu. Hal böyle olunca Maviş'in ilk durağı zorunlu olarak "Yazılı Kaya" oldu. Giriş kapısı olmadığından ve güvenlik sabah 8'de görevine geldiğinden ağaçların gölge ettiği Hitit açık hava tapınağı keşfedilmiş oldu. Keşif sonrası bekleme süresi kahveler ve çaylar ile molaya dönüşünce herkese iyi geldi.  Hattuşa'nın kapıları açılınca da planlanan gezi kendisine ayrılan süre iyice daraldığından hızlıca ama eksiksiz tamamlandı. Yerkapı en çok beğenilen gezi noktası oldu. 

Gecesi ışıl ışıl Amasya'ya varıldığında günün yorgunluğu ile ağırlaşan bedenler, restore edilen eski bir konakta tam da Şehzadeler Konağı'na bakan bir odada, serin sularda dinlendirildi. Bir önceki gezide gidilemeyen Şehzadeler Konağı ve Kaya Mezarları ertesi günün ilk durak noktaları olacaktı. Oda penceresinden mezarlara, lobinin penceresinden konağa şöyle bir göz süzdürüldü. 



Öneri üzerine yenen pide dillerde hoş bir lezzet bıraktı. Kısa bir yürüyüş sonrası yorgunluğunu hatırlayan bedenlerin sızıları ses vermeye başlayınca #yolda2yolcu Maviş'e diğer yolcular ise konaklarına doğru yol aldı. 


Sabahın ilk sesleri kentin sessiz sokaklarındaki ayak seslerine eşlik eden kuşlardı. Tek tük geçen arabalar ve yeşil yeşil akan nehir kenarında sıralanan ahşap konaklar tarifsiz bir ahenk içindeydi. 

Konak yolcularının telefonu ile roller değişti. #yolda2yolcu konağa döndü, diğer yolcular kentin kalbine doğru yola çıktı. Saatler günün en özel öğünü için 9'a ayarlandı. 

Telefonun acı acı çalması da bu sabaha denk geldi işte. Gülen yüzlere, duyulan heyecana hiç mi hiç uymayan o telefon sesi, sanki tüm kent susmuş da bir tek o çalıyormuşçasına gürültü çıkarıyordu. Sabahın 7'sinde çalan telefonun bayram sevinci ile bir alakası olmayacağı belliydi. 

Ölüm yok ya ucunda diye başlayan yolculuk gelen ölüm haberi ile bir anda dağıldı. Eski bayramların tadı yerini çıkılan tatillere bırakınca dört bir yana dağılanlar o sabah gelen o telefonla irkildi. Haberi alan herkes farklı noktalardan tek bir noktaya akmaya başladı. Güneye... Telefonlar sıraya girmiş gibi ardı ardına çalıyordu. Sesler, bağırışlar ve çığlıklar.

Amasya'dan Torosları aşıp indiğimiz Antalya... Ağırdı. Kesif bir evlat acısı ile yoğrulmuştu. Bilmem kaçıncısıydı bu kent için bu acı. Ama bizim ailemizde ikinci kez yaşanıyordu. İlki hastalıktı, bekleniyordu, elden ne geldiyse yapıldı, evet zamansızdı ama bir şekilde kabullenişle son buldu. 

Bu farklıydı. Bu anlıktı, beklenmeyendi, hesaplanmayan... Acıydı, dünyanın tüm acılarından daha acı.  Mezuniyet töreni için hazırlanıyorlardı, Belki yaz sonu olacak bir nişan bile söz konusu olabilirdi. Yeni açılacak ev için kurulan hayallerin orta yerinde mutluluktan, gururdan öte bir şey yoktu.  Hayatın gerçeği, hayalleri bir kez daha yenmişti. 

"Hayat devam ettiğine göre..." Hayaller bir kez sahaya çıkacak gücü kendinde bulabilecekti. Zaman en iyi ilaçtı.