Yol...
29 Ekim Salı gününe denk gelince... Baktık ki havalar güzel, gidelim dedik. Eee artık bilinen bir gerçek var ki biz de en az havalar kadar güzeliz. #yolda2yolcu olarak düştük yollara. Cumartesiyi pazara, pazarı pazartesiye bağlayan bir yoldan giderken yoldan çıkanların iki günlük kaçamağı programına Güre ve Cunda'yı dahil edip, nihayet "
Marmaris niyetli Gökova'ya gömün bizi sonuçlu" turumuz başladı.
Bir kaç işaretlenmiş nokta var kafamızda oraları mutlaka göreceğiz. Gerisi; Maviş yolunu bilir, yol yolda belli olur, yol seni götürür, yoldan gelen başımız üstüne, yol nereye biz oraya, yoldan çıkmazsan yolu bulmazsın, vardığın yer mi yoksa yol mu, yolun huzur vardığın yer keyif olsun niyetleri ve soruları ile 5-6 günlük planlı - plansız bir seyahat için bastık gaza.
İlk durak neresi olsun derken gelen telefon ki tam zamanında geldi, Yatağan üzerinden Marmaris Ören'e kırdık direksiyonu. Denize nazır, kapı komşumuza nefes mesafemizi koruyarak konumlandık. Zaten tarih itibarıyla, "bin kişiydik yaz ortasında, Ekim'de bir kaç karavancı kaldık başbaşa" modu hakim her yerde. Bir iki ileri geri yapıp şöyle bir iki döndürdük Mavişi ki, hem yemek hazırlığı hem de uyumak için uygun konumu bulalım. Bence hazırız. Manzara deniz derya.
Gece...
Hemen bisikletleri çıkarıp, çevreyi tanıyalım turu yapmaya niyetliyiz. Önce komşulara bir "merhaba": Güler yüzlü insanlar. Bir iki gün diye gelmişler 20 gün olmuş. Emeklilik güzel şey... Yarın göçmen kuşlar misali güneye devam edecekler, hedefleri Fethiye. Çevre, bakkal, taze ekmek, deniz, duş derken ayrılıyoruz yanlarından. Ören düz... Alabildiğine düz. Termik santral ve liman sonrası 8 yıl koya gelmeyen balıklar tek tük de olsa gelmeye başlamış. Mahallenin Atatürk tişörtlü, uzun saçlı, keçi sakallı abisi ile ertesi gün tuvalet sırası beklerken tanışacağız, balıkların küskünlüğü, mercan buğulama, balıkçı kardeşler, onlardan alınacak balıklar hangi yöntemle alınır ve kaça alınır hep ondan öğreneceğiz. Ah Levent abi... Sen ne güzel bir "atan ama tutan" bir adamsın. Kendi dedi, ben yayancısıyım! Ertesi sabah elinde balık torbası 3 tekerlikli bisikleti ile gelecek yanımıza, sohbete doyum olmayacak. Henüz tüm bunları bilmiyoruz tabi.
Kısa bir tur sonrası Maviş'i geceye, masayı rakıya, kendimizi keyfe hazırlıyoruz. Hava mis... Ekim sonu demeye şahit ister. Geç kalmıyor martılar. Manzaranın önemli bir bölümünü oluşturan koy ve Balıkçı Barınağı da şahit listesine yazdırıyor adını. Ayı unutmamak lazım... Yakamozları.. Kedileri ve bu gece bize bekçilik edecek "sarışını"... Hepsi yarışıyor birbiri ile... Kazananı belli bir dava bizimkisi.
Masayı kurduk. Sen ne güzel bir adamsın diyorum. Sen de çok güzel bir kadınsın diyor. Bir filmin içindeyiz. Senaryosunu kendimiz yazdığımız gece yarısı yakamoz denize düştüğü anda çekilecek olan sekans içinde yitip gitmek üzereyiz mutluluktan. Bu kadar mı sahici olur her şey. Yakamoz bile süzülüp de denizin içinden masamıza kadar geliyor. Ve motor!
Yemek sonrası, marinayı keşfetmek için bisikletli bir tur daha yapıyoruz. Büyük turuncu market kapalı. Marina içinde kışı geçirecek olan tekneler ıssız bir film setini andırıyor. Sessizliğin içinde bisiklet tekerinin parke taşlı yolda çıkarttığı ses öyle ritmik ki, denizin şırıltılı dalga sesi ile de uyumlu üstelik, bir de buna sahil boyu uzanan ağaçların hafif hafif esen rüzgarın gazına gelen yaprak sesleri, evsiz kedi miyavlamaları ve elbette ara ara güçlü ve insanı kendine getiren bir davul vuruşu gibi patlayan köpek havlamaları eklenince... Doğanın senfonisi içinde yitip gidiyorum. Evet tahmin edileceği üzere yol arkadaşım kayıp... Yoksa ben miyim kayıp olan?
Öyle uzaklaşmışım ki evler bitmiş, insansız, ışıksız, ıssız sahil sahasında bir başıma, ay ışığında gitmişim de gitmişim... Yalan değil içim ürperiyor o andaki sessizlikten... Yalan değil kalbim çarpıyor hızlı hızlı... Yoksa ben karanlıktan, sessizlikten... Yok yok korkmuyorum. Yaptığım fren ve sert bir dönüş ile gerisin geriye pedallıyorum. Hızlı ve nefessiz.
Işıkların arasından süzülüp gelen bir kahraman edasıyla yaklaşıyor sevdiğim adam. Yol arkadaşım, sırdaşım, ben ne zaman endişelensem yüzünde oluşan o gülümseme... Asla endişeli değil, meraklı sadece... Yine bakıyor gözlerimin içine cümlesi belli "şu telaşın öldürecek seni" Yeniden yanyana, ağır, aksak pedallıyoruz. Biz #yolda2yolcu... Biz birbirine ekleyip de hayatlarımızı bir hayali gerçeğe dönüştüren... Biz biraz buruk, biraz kırgın, bolca gözyaşlı, ara ara aşklı ve sevdalı geçmişi bırakıp da ardımızda, biz birbirine güvenen, geleceğe gülümseyen yol arkadaşları... Güzeliz be... Valla diyorum bak!
Sabah...
Gecenin sessizliği telaşesi kendinden bir güne daha bırakmış yerini. Gelenler, gidenler, yoldan geçenler... Elinde ekmeği, simidi, balığı, torbası, market arabası, torunu, oltası... 29 Ekim sabahına uyanan pek az insan var gibi... Komşu bayrağını asmış bile. Karşı komşuda da bayrak var... Üzülüyoruz unuttuğumuza... Neyse ki büyük marketler var. Hem spor da olur... Doğru limana. Önce tuvalet sırası. Daha Levent abiyle tanışacağız. Onda da Atatürk tişörtü var. "Denize girmezmiş bu mevsimde" diyor. Alaycı bir sesi var, karşısındaki kadın gülümsüyor. Levent abi devam ediyor "Ulan bu mevsimde bulmuşsun bu güzel havayı, deniz desen şahane... Söylemek istemiyorum ama böyle havaları değerlendirmeyenler... " dedi ve sustu. "Bence ahmak" dedim. Orta yaşın biraz üzerinde olduğunu tahmin ettiğim Levent abi de karşısında oturan kadın da kahkahayı patlattı. "Demiyeyim demiştim ama siz iyi ki dediniz" dedi. Gülümsedik karşılıklı. Henüz onun Levent abi olduğunu bilmiyorum tabi.
Kahkahalar devam ederken Maviş'e doğru yürüdüm. Temiz havayı içime çektim. Tanımadığım ama aşına olduğum yüzlere, seslere, kedilere, köpeklere, martılara, arılara selam ettim. Bisikletleri alıp marinadaki turuncu büyük markete gideceğiz. Komşularımız uyuyor belli... Sessizce pedallıyoruz. sahilden... Denizin kokusunu içimize çeke çeke. Niyetimiz öğlen gibi yola koyulmak, sabahın erkenine göz kırpışımız ondan. "Yaşımız genç, heyecanımız yüksek" yeni yerler keşfetmek ama sefasını da sürmek istiyoruz. Yani genç dediysek o kadar da değil! Marinaya yaklaşınca demir kapının oradaki tümseye takılıyorum, ileriye bakacağım diye, neredeyse düşmek üzereyken fark ediyorum ambulansı. Balıkçı teknesinde balıkçının miçosu ölü bulunmuş, üstelik tekne açıktayken... Sahil güvenlik orada, marina yetkilileri ve diğer teknelerin sahipleri... Telaşeli bir halin ötesinde endişeli bakışlar yakalıyorum. Mahallesinin güzel yürekli abisi burada olsa, bu kriminal duruma el atıp meseleyi çözerdi ama biz meseleyi yüzeysel olarak öğrenince merakımızı daha fazla dürtmüyoruz.
Bayrak kalmamış... Hüzünlü bir dönüş yolunu neşeye çevirme ustasıyız. Ara yollar biçilmiş kaftan. Üstelik her yer nar... Terkedilmiş, sıvaları yer yer dökülmüş, sarı, mavi ve kirli gri renklerin zamanla soyulup ahenkli bir eskimişlik yarattığı evin bahçesinin içinden, demirleri paslı, tuğlaları oyalı bahçe duvarını aşıp da yola sarkan dallar kırıldı kırılacak. Göz hakkı meselesi bence tam da burada işe yarar. Sadece iki tane alıyoruz. Sağa sola derken... Limonlar, mandalinalar, narlar... İç kesimler yer yer inşaatlar, tak tuk tak tuk vurma sesleri, gıcırtı ve gürültü dolu. Hızla sahile atıyoruz kendimizi. Mavişin az ilerisinde komşuların bahçesi sayılabilecek mesafede ağaç altı, yol kenarı bir masa kurumluk yeri gözüme kestiriyorum. Üstelik çimlerin de üstü. "Huuu komşu kahvaltı etmediyseniz sofraları birleştirip sohbeti çoğaltalım mı "diyorum. Memnuniyet ifadesi gecikmiyor. Yumurtalar, peynirler, kahvaltılık salçalar, reçeller, ballar, yeşili siyahı ayrı lezzetli zeytinler derken... Mahallenin Atatürk tişörtlü, uzun saçlı, keçi sakallı Levent abisi üç tekerli bisikleti elinde balık torbası ile barınakların oradan bize doğru yol alıyor. Yol kenarı avantajını kullanıp laf atıyorum. "Deniz bugün nasıl sizce", "Oooo merhabalar efendim. ben buraların atıp tutan, hikaye anlatıcısı, Levent abisiyim, hoş geldiniz bizim köye" diyor. Sonrası kahkaha tufanı... Buyur ediyoruz, gideceğim diyor. Otur bir çay iç diyoruz, evde bekleyenler var diyor... Diyor ama konu da konuyu açıyor, hikaye başka bir hikayeye bağlanıyor. Sohbet uzuyor da uzuyor. Ören'e 15 yıl önce yerleşmiş, o zaman poşette balık olmazmış, sahilden atarlarmış kovayı denize, balıklar teker teker girermiş içine, yettiği kadar olduğuna kanaat getirdiklerinde denize teşekkürlerini eder, alırlarmış balıkları kovadan direk ızgara üstüne. Biz de balık alsak diyoruz, bir atmışlık boyu ile iki metrelik balıkçı Orhan'ı nasıl dövdüğünü anlatıyor. Sağlam döverseniz balık bedava, öyle bir iki tokada 1 kilo balık için epeyce para ödemeniz lazım diyor. Çakır gözlü balıkçı Atatürk lakaplı Orhan abinin abisiyle maceralarından tutun da marina yapılırken küsüp giden balıklara, termik santral yüzünden meyve vermeyen zeytinliklere, Bodrum'dan gezmek için gelip de buraya aşık olan "siz evi satın, eşyaları arabaya yükleyin, akşama burada olun, ben ev bulup hemen alıyorum, bu gece burada uyuyacağım" diyerek oğullarına direktif veren zenginin hikayelerine kadar onlarca hikayeyi bir çırpıda anlatıp, "29 Ekim törenine geç kalmayın sakın" diye buluşma noktasını da tarifleyip geldiği gibi usul usul ayrılıyor yanımızdan. Bize yol üstü bir yer tavsiye etmeyi de unutmuyor uzaklaşırken.
Öğlen okunuyor... İyi ki... Saatler su gibi akıp geçmiş. Toparlanmaya başlıyoruz. Karşılıklı memnuniyetler, yolda karşılaşma ümitleri, telefon alıp vermeler derken neredeyse 1 saat daha oyalanıp, planladığımızdan 2 saat sonra ancak toparlanıp yola çıkıyoruz.
Sis izin verse muhteşem bir karşı kıyı manzarası ile veda edeceğiz Ören'e. Yine de ediyoruz kendi bildiğimizce, Levent abinin bira tavsiyesinin altı çizilmiş halini anlıyoruz manzarayı görünce. Yolcuyuz, bir birayı paylaşıyoruz dilimiz ıslansın diye. Alatepe üzerinden, sislerin içinden, sol yanımız orman sağ yanımız deniz olan rüya yoldan Akbük'e gidiyoruz. Kıyı şeridine yaklaştıkça manzara da doğa da deniz de bir başka güzel, bir başka yeşil, bir başka mavi oluyor.
***
Arkası yarın tadında: Havam 1500... Kocam bana Bük Kapatmış!