Bayramla birleşen bir tatil planı yapmıştık. Pandemi nedeniyle çekincelerimiz de yok değildi. Hiç olmadı döneriz geri bile demiştik. Gün evvelden hazırlanan konserveler de yerlerini alınca, büyük bütçeli yatırımımız #dometic buzdolabımıza rakılar, biralar, soğuk sular ve elbet yeterli miktarda peynir çeşidi ki beyaz için takviye Ezine'den yapılacak, neredeyse "full dolu" tedarikimiz ile yola çıkmaya hazırdık.
Bayram süresince Kadırga Koyunun en son kısmında bulunan daha önce de gittiğimiz Minta ve Ahmet çiftinin babadan kalma pansiyon bahçesine tek ve bağımsız karavan olma lüksümüz ile deniz gören dut ağacı altına haklı bir gururla #y2ymavis ve elbet tüm heybetimizle kuruluyoruz. Bu bayramın kendinden telaşesi nedeniyle nispeten kalabalıktan uzak geçen ilk iki gününü sabah 6'da başlayan ve 11.30 gibi sonlandırdığımız rutininde bisiklet-yürüyüş-yüzme-güneşlenme serisi ile keyfi katmerleyip, sıcağın etkisiyle dut ağacının ve hemen önündeki incir ağacının gölgesi ile köşe kapmaca oynayarak bünyeyi dinlendiriyor, okunan kitaplar ve oynanan kelime oyunları ile yelkovan ve akrebe zaman kazandırıyor saat 16.30 itibarıyla, sabahın erkeninde anlaşması imzalanmış plajın en son iki şezlonguna uzanıp, günü batırmak için bira-patates, bira-sigara böreği, bira-fıstık ikililerinden birine selam edip akşamı karşılıyorduk. Bir tek 3. gün bu rutini öğleden sonra denizde parmak sokacak bile yer kalmadığını fark ettiğimizde bozduk. O günü de öğle uykusu denen şeyin kemiklerimize kadar ısıtan güneşin altında olduğunda nasıl da çekilmez bir çileye dönüşebileceği gerçeği ile yüzleşmemiz gereken bir an olarak kayda alıp, ertesi gün kaldığımız yerden bize mutluluk veren rutinimize döndük. Bayram bitmişti anlaşılan...
Bu bayramda bir çocuğun gülüşüne katkı koyduğumuz, hayallerinin kapısını araladığımız bir an vardı ki... Sanırım tüm tatilin kucaklaşmayı hak eden tek anıydı. Ah pandemi, gözler ve sözler hiç bu kadar anlamlı olmamıştı.
Saroz Körfezi bizim için keşfedilmeyi bekleyen güzellikleri ile heyecan duyduğumuz bir rotaydı. Bayramı takip eden Salı sabahı erkenden çıktık yola. Gökçeada ilk hedefti, araba kuyruğunu görüp de 4 ila 6 saat beklemeli bir yolculuğu tabi ki tercih etmedik, üstelik herkesin adası geldiyse, bizim için doğru tercih orası olamazdı, erteledik başka bir bahara...
Kömür Limanı biraz da instagramın etkisi ile işaretlediğimiz ve heyecanlandığımız bir nokta. İkinci haftanın ilk durağı olacak. Yol kötü, telefonla yapılan ön görüşmeden anladığımız sezonluk çadır ve karavancılara öncelik verildiği, ama bir gece konaklama için onay alıyoruz. Toz toprak yollardan, meşakkatlı bir çaba ile Kömür limanını tepeden görüyoruz. Gel de aşık olma. İnstagram fotoğrafları da çekilince tıngır mıngır yuvarlan sallan iniyoruz limana. İmnez mi olsaydık acaba? Görmezden gelmekk için bahaneler uydurduğumuz çöp dağını da aşar aşmaz kamp alanına geliyoruz. Doğa muhteşem, deniz tarifsiz, çöpler ve pislik ve dağınıklık ve ucubelik tarifsiz... Arabadan inmeden onca yolu geri dönmeye karar veriyoruz. Tepeden bir kez daha bakıyoruz ki, aklımızda sadece o muhteşem manzara kalsın.
Yönümüzü kuzeye dönüyoruz, elimiz yine boş. Önce bir gece iki günlük Bolayır ziyareti: Abi'ye selam edip kaçmak olmazdı. Masalar kuruldu, rakılara mezeler eşlik etti, sabah sporuna deniz derken... Daha önce oraları avcunun içi gibi gezen abiden bir tiyo geldi: Kalabalık ve çöp canınızı sıkabilir!
Yine de çıktık yola, keşfetmekten her zaman mutluluk duyduk, zamanla gördüklerimizi ve insanımızı da kabullenme noktasına geldik. Bir nevi bile bile ladesti bizimkisi.
İkinci haftamızın kalış noktaları kafamızda net değildi, nerede akşam orada sabah fikri bizi heyecalandırsa da, Gökçetepe Tabiat Parkı'nda bulduğumuz seyir tepesi bizim 3 günlük yuvamız olacaktı. Bu konuda iyiydik... Üstüne üstlük şanslıydık da!
Gökçetepe Tabiat Parkı'nda güzel bir düzenleme yapılmış, heyecanlanıyoruz. Karavan alanı, çadır alanı, piknik alanı, pandemi nedeniyle alınan tedbirler... Ve insanlar: kural tanımaz, çevresini korumaz, doğayı sevmez insanlar. Çoklar... Her yerdeler ve eğitilemezler... Böylesine özel alanlar için daha sert denetleme ve ceza mekanizması getirilmeli, başka türlüsü bizim ülkemizde işlemiyor.
Gün doğumları muh-te-şem! Her sabah kendiliğinden 6 gibi uyanıp bu muazzam renklere ilkmişcesine hayran kalıyoruz. Günün kalanında bize kapatılmış, küçük kayalıklardan denize girme hayalimiz ve çabamız deniz ayakkabılarımıza rağmen benim kestane korkum yüzünden daha ilk günden yarım kalıyor. Avuntumuz hazır: bir hafta muhteşem bir deniz tatili yaptık zaten, bu da dağ, orman, yürüyüş ve bisiklet tatili olsun. Kendimizi mutlu etmek noktasında tam bir sihirbazız. İki günlük bisiklet, deniz, okuma, durma halinden çevremizi tanıyalım, gezelim, coşalım kısmına çabuk geçiyoruz, Enez'e kadar koy koy gezmek, beğenirsek oralarda kalmak, olmazsa da geri dönmek üzere mavişi toparlıyoruz.
Yol ara ara üzecek bizi, henüz bilmiyoruz. İşaretli noktaları birleştire birleştire gidiyoruz. Orman yolları, toprak yollar, belki de turkuaz mavi ve yeşilin bu kadar güzel olduğu başka bir yeryüzü olmamasına rağmen 49 yıllığına taş ocaklarına kiralalanan tozdan bembeyaz olmuş yollardan geçerken yine üzülüyoruz... Talan edilen ormanlar, dağlar, değerler üzerinden sohbet hep daha koyulaşıyor. En çok da çöp dağlarına, ağaçların dallarından sarkan, torba, maske, gofret, çerez paketleri vb, parlak, yakıcı, uçucu çöplere, birikip yol kenarları, ağaç boyları, kuytu köşede tepecikler oluşturan pet şişe, cam şişe, çocuk bezi, tek ayakkabı, terlik, yırtık kot, tişört parçası vb. yapışıcı çöplere üzülüyoruz. Sohbet her seferinde daha da koyulaşıyor. Mıntıka temizliği ile baş edilemeyecek çedirdek kabukları ve izmaritler! Çok ama çok üzülüyoruz. Bazı yerlerde bu karmaşa ve pisliğin içinde kendine buraları köy edinmiş farelerle yüz göz olmaya ramak kala arabamıza atladığımız gibi oralardan uzaklaşıyoruz. Öyle ki, bu altın rengi kumsallar ve mavi turkuaz denizlerde yüzmeye bile cesaret edemiyoruz. İnsanın acımasızlığı üzerine daha da derinleşen sohbetin rengi kara, dili küfürlü! Konular konuları açıyor. Yüzümüz ve enerjimiz her bir işaretlenen yerde bir parça daha düşüyor. Ne ummuştuk ne bulduk derken, kurtarıcımıza sığınıyoruz: Müzik! Birden enerjiler boyut değiştirse de yüzlerdeki ifadenin yukarı evrilmesi için biraz zamana ihtiyaç duyuyoruz. Neyse ki, köy yolları nispeten içimizde umut yeşertiyor.
Nihayet, günün yorgunluğunu atmak için mola vereceğimiz ve akşam yemeği için güzel bir tiyo aldığımız Enez'e varıyoruz. Enez bizi şaşırtıyor, komşuya yakınlığından mıdır nedir, Ege havası seziyoruz. Yüzümüzü güldürüyor Enez, günün geri kalanında yaşadığımız hüzün penceresini kapatıyor, yepyeni umutlu bir pencere açılıyor önümüzde, üstelik filomingolar ile karşılaşmak da ödülümüz oluyor.
Ada balık, limandaki diğer salaş mekanlardan bir tık bakımlı... Garson bizi üst katta limana nazır bir masaya alıyor. Yüzümüz, gördüğümüz manzara sonrasında tüm gün neredeyse ilk defa tasasız gülümsüyor. Balıklar tazecik, olta ile tutulmuş, kalamar keza...Yemelere doyamıyoruz. Ne kontrol ama! Alkışlanası, ikincilere yol vermiyoruz. Birer buz gibi bira istihkakımızı da günü batırmaktan yana kullanıyoruz. Kadehler kalkarken, tam da aynı vakitlerde, 6 yıl önceki soru bir kez daha yineleniyor; cevap gecikmiyor: "evet hem de noktasına virgülüne dokunmadan" oluyor.
Dönüş yolumuz otobandan, neyse ki, seyir tepemize kimseler gelmemiş, baş başayız! Kutlamalar devam etsin öyleyse deyip birer bira daha açıyoruz...
Geceye not: Gökyüzünü çizsen ancak böyle çizersin... Ay dolunay, sessiz gecede... Mırıldanıyorum elimde değil. Yakamoz, hafif bir esinti, güvendiğin kollar sarmış bedenimi... Mutluluk çizilse, Abidin çizse yani, bizi çizerdi, hamakta uzanmış bir adam ve bir kadın, çam ağaçlarının karaltısında, gökte dolunay, denizde yakamoz, yüzlerde mutluluktan, huzurdan coşmuş kocaman dolu dolu bir gülümseme, dilde ardı ardına sıralanan "iyi ki" ler,yürek sevgiyle harman. Ah gece! Ah dolunay!
Ah o çöpler! Hülyalara dalan bedene çimdik gibi ;)