Sabah erkeni aynı yerde aynı saatte buluşan ekibin dünkü yorgunluğu mazi olmuş bile, gözler ışıl ışıl. Sesler cıvıltılı. İstanbul macerasının son günü, Gülhane'de ceviz ağacı olacağız. Sırt çantalı ekibin 12'de lobide buluşması kararı şimdilik iyi bir zamanlama gibi gözüküyor.
Planladığımız gibi çıkıyoruz Maçka'dan. Feribot ile geçeceğiz Sirkeci'ye. Beşiktaş'ın ara sokaklarından iniyoruz bu sefer, tam saatinde iskeledeyiz. Gün sert olacak belli. Sokaklarda olacağımız 8 saatlik sürenin mola noktaları önemli. Ama henüz dikkate almadığımız bir durum var. Öğreneceğiz yaklaşık 2 saat sonra.
Sirkeci garı nostaljisiyle, anılarıyla, keşkeleriyle hüzne boğuyor bizi. Sahilden değil de, parkın hemen hemen orta noktasına denk gelen kapısından giriş yapmak için çarşı içinden yürüyoruz. Pazar olmasına rağmen çıt yok dükkanlarda. Oysa hatrı sayılır bir kalabalık var. Yıllardır, Kapalı Çarşı'nın pazar günü kapalı olmasına veremediğim anlam bir kez daha anlamsızlığını perçinliyor. Her yer turist ama gel gör her yer kapalı. Gülhane parkını geride bırakınca, yönümüzü Cağaloğlu yokuşuna çeviriyoruz, anılar ve geçmiş peşimiz sıra geliyor.
Nuriosmaniye Cami bahçesinden geçip, Kapalı Çarşı'nın kapalı olduğunu bir kez daha teyit ediyoruz. Çemberlitaş Meydanı'ndan, Şeferiye Sarnıcı'na iniyor, oradan da Divan yolunu takip edip, Ayasofya Meydanı'na varıyoruz, mahşeri bir kalabalık, gezi otobüsleri, polis kortejleri karşılıyor bizi. Meğerse Miraç Kandili'ymiş. Uzaktan Ayasofya'ya selam edip, Sultan Ahmet Parkı'nın içinden geçip, Alman Çeşmesi yanından, camiye de uzaktan selam edip, Yılanlı Sütun ve Örme Dikilitaş tarafına atıyoruz kendimizi, nispeten kalabalık azaldığından, kahve molası için bir bank seçiyoruz. Hava buz! Enerji için yediğimiz cevizler, incirler bir işe yaramayacak gibi durduğundan, molayı kısa kesip sahile inmek için, Küçük Ayasofya'ya doğru yürüyüşe geçiyoruz.
Arka sokaklardan Kumkapı'ya yürüyoruz. Her adımda bir hüzün. Halbuki o sokaklardaki evler restore edilse, yürüyüş yolları yapılsa, aradaki parklara bir bakım yapılsa, ne kıymetli sokaklar... Ne kıymetli mahalleler...
Kumkapı sessiz, henüz vakti gelmemiş belli. Meydandaki balık pazarından geriye dönüyoruz. Yorgun ayaklara mola vakti, sahilden bir otobüse biniyor, bu turun anılar durağının sonu olacak Küçük Ev'e doğru yol alıyoruz. Samatya'ya varır varmaz dikkatimizi çeken şey, sessizlik ve ıssızlık... Henüz dükkanlar açmamış, balık pazarının orası açık, tek tük ve alkolsüz yer de var da, bizim mekanlar kapalı. Anlıyoruz ki Kandil nedeniyle esnaf açmamış. Yatıyor öğle rakı keyfi. Ah rehberim vah rehberim, olsaydı her tarakta bezin, etmezdin bizi rezil, diye söylene söylene kendime vardık sokak sonuna, ocağın da başına. Kapalı elbette 90'ların sonunda, Türkân Şoray ve Şener Şen'in sımsıcak ve sahici oyunculuğu ile, hepimizi televizyon başına kitleyen kült dizi İkinci Bahar'ın çekildiği ocakbaşında bir anı fotoğrafı çektirip, manzarası güzel balık ekmekçinin üçüncü katında soluğu alıyoruz. Soba ile ısınması ve manzarası içimizdeki burukluğu bir anda alıveren bu mekanı biraz da mecburiyetten seviyoruz. Köşe noktada yerimizi alıyor, balık çorbası ile açılışı yapıyoruz. Turşunun acılığı iştahları açıyor. Balıklar ve salata ile devam ediyoruz. Bol sohbetli, rehberlere övgülü kapanış konuşması sonrasında, sert rüzgarlı, deniz kokulu yürüyüş ile dönüş feribotuna 1 saat kala liman kafede yerimizi alıyoruz. Fotoğraflara bakıyor, 2 gün geçmesine rağmen anılardaki yerini alan İstanbul gezimizin en'lerini konuşuyoruz. Bahar kendini gösterir göstermez yapılacak rotalar için mutabık kalıyor ve anonsla birlikte yol yorgunu bedenlerimizi 1-2-3-4 nolu koltuklara bırakıyoruz.
Feribot kalkmak üzereyken, son anda pusetli bebek arabasıyla gelen genç bir çift, arkamızdaki sıranın ilk koltuğunda oturan genç kızdan yardım istiyor. Dil bilmediği için el kol hareketleri ile, bebek arabasını gösterip, uyuyan bebeği işaret edip izin istiyor. Araya girip, bebek uyuyor, sizden yardım istiyorlar, koltuk değiştirmek için diyorum. Kız kulaklığını bile çıkartmadan ve kafasını çevirip omuz hareketi ile bana ne diyor. Annenin ve adamın çaresizliğine, sessiz sedasız uyuyan bebeğin masumluğuna kıyamıyorum. Genç anneye elimle işaret edip, kendi koltuğumu veriyorum. Gözleri ile teşekkür ediyor, kendi dilinde bir şeyler söylüyor, anlamıyorum ama hissediyorum. Omuz hareketiyle kendisinden istenen yardımı ters çeviren kız elindeki telefondan Tedx konuşması dinliyor, kişisel olarak gelişecek gibi gözüküyor. Kitabıma konsantre olup, hemen sol yanımda oturan ve ara ara bebeğini gözünün ucuyla kontrol eden babanın her seferinde bana bakıp gözleri ile teşekkür edişini yakalıyorum.
Hayatın içindeki o küçük teşekkürleri minnetle kabul ediyor, dünyanın iki yüzlülüğü ile çalkalanan savaşların orta yerinde, yurdundan, evinden koparılan insanlara, o insanların insanca yaşama hakkına saygımızı bir kez daha sorguluyorum.
***
Ah sevgilim... Ne acılar çektin, ne oyunlara, hırslara yenik düştün, kaç insan geldi geçti, kaç uygarlık... Sen direndin... Ah sevgilim, sen benim geçmeyen yaram, her daim atan yüreğim gibisin. Umudum ve en büyük mutsuzluğum sensin. Acım, kederim ve yaşama sevincimsin.