14 Şubat 2024

Sevmek Üzerine

Çok laf edilir belki, hele de günlerden bir gün ilan edilmişse... Farklı rivayetler var elbette. Bir kaç klavye marifeti ve google yardımı ile; buyurun çıkış noktasına... 


14 Şubat ile romantizm akımını ilk defa birleştiren isim, İngiliz şair Chaucer'dir. Şair 14. yüzyılda yaşamış, kuşların eşlerini seçtiği tarih olarak 14 Şubat'ı gözlemlemiştir. Bu nedenle o günlerden günümüze 14 Şubat Sevgililer günü hikayesi olarak Chaucer'in romantik bakış açısı anlatılır.

*** 

Aziz Valentine, insanları evlendirmeye devam ettiği için tutuklandı ve yaptıklarının cezası olarak sopa ile dövülerek öldürüldü. Valentina Milattan sonra 270 yılının 14 Şubat'ında da Hıristiyan şehitliğine gömüldü. O gün itibariyle Sevgililer Günü'nün kutlandığı ifade edilmektedir.


***

Bizim kuşak aşk ile sevgi karşılaştırmasında, sevgiden yana tavrını bir filmle ortaya koymuştur. 1977 yılında usta yönetmen Atıf Yılmaz tarafından çekilen film herhalde coğrafyası ve kültürü ile harmanlanan en başarılı "aşk" filmlerinden biridir. Cengiz Aytmatov'un "Kırmızı Eşarp" adlı eserinden uyarlanan efsane Yeşilçam filmi ile büyüyen bizler için "Sevgi neydi? Sevgi emekti" repliği kıymetlidir. Cahit Berkay'ın tınısı kesinlikle neredeyse kusursuz bir uyumla fondadır ve belki de derin derin her bir sahnenin hafızamıza mıh gibi kazınmasında en az oyuncular ve replikler kadar payı vardır. Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin... Diğer adıyla Asya, İlyas ve Cemşit... 





Yüreğinin sesine kulak vermek bir el mesafesindedir. Filmin bir sahnesinde İlyas'ın bakışlarından süzülen tek bir replik ile aşkla aşka koşar Asya... Ne kural tanır, ne engel. Uzatılan ele koyar yüreğini... 

Final sahnesi vurucudur! Kıymetini bilenin de hem fikir olacağı kesin olan, sevmek ve elbet güvenmek galip gelir. 


***

Yeğenle oturmuş, erken yaşta yaptığı ve yıllar sonra henüz çocuk olmadan ve çok geçmeden boşanma ile sonuçlanan evliliği üzerinden konuşurken... "güvenmek öyle kıymetli ki, sevmek kadar, ve biliyor musun yüreğin aşkla çarpıyorsa yaşamaya, aşık da olursun sonunda" derken buldum kendimi. Gözleri pırıl pırıl baktı eşim bana... "yüce gönüllüm" dedi. Ne çok seviyorum bu "etiketi" bilemezsiniz. İlk defa duymuyordum ve ilk duyduğum zamanlara kıyasla daha çok benimsiyordum. İnsan 50 yılı geride bırakınca, kendine ait olan ve olmayan tüm "etiketleri" ayıklamayı, onu huzurlu kılan, mutlu eden, sevgiyle, coşkuyla uyanmasına sebep hallerine sarılıyor. Okşuyor, takdir ediyor ve elbet sabahları aynada kendinden bir makas alıp "aferin" de çekiyor ki, bunun ne kadar kıymetli olduğunu ancak yaş kemale erince fark ediyorsunuz. Çocukluğun anne baba onayı, arkadaş, dost, kanka onayı, okulda öğretmenin takdiri, işte patronun takdiri falan solda sıfır o kadar diyeyim size... İnsanın kendi değerlerinin farkına varıp, kendini sevmesi kadar anlamlı bir şey yok hayatta. Beğenmişlik değil sözünü ettiğim, kendini işleme, kendindeki iyiyi ve elbette eksiği, kötüyü, fazlayı fark etme. İnsan kendi kıymetinin farkında olursa, karşısındakinin de hakkını veriyor. "Ayna ayna söyle bana" daki en güzel ayna da insanın sevme biçimi oluyor.

***

Hayatı sevince bence o da seni seviyor. Yaşadığın anların kıymeti senin kıymetini parlatıyor. Sen bazen ve çoğunlukla günlük rutinin içinde koştururken biri çıkıp "değdiğin her şeyi güzelleştiren arkadaşım" diyor, sen gülümsüyorsun, bu etiketi de alıp bir kenara koyuyorsun. Sonra biri çıkıp "bu ne öfke yakışıyor mu" diyor.  Öfkeni alıp haklı taraflarını elde tutup, fazlasını törpülüyorsun. Öfkeni de zamanla seviyorsun. Oysa  "inatçı" etiketini yıllarca taşımışsın, üstelik derdin inat değilken. Şimdi seviyorsun, fazlasını bıraktın çünkü yolda. Zamanla gözyaşını, umutsuzluğunu, kahkahanı, sesini, kelimelerini... Seviyorsun sen olmayı ve olduğun gibi sevmeyi kendini. Tozunu ala ala ilerliyorsun, yaşının verdiği olgunluğa, içindeki muzip, seksi, oyunbaz ve cilveli'den dozunda ve yerinde eklemeler ile her güne, o gün ilk sabahınmış gibi uyanıyorsun... Seviyorsun yaşamayı, ne sevmesi canım, düpedüz YAŞAMAYA AŞIKSIN!

***

Ezcümle demem o ki, 


Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 

***

Nazım'a ve tüm yaşam ustalarına SAYGIYLA...


21 Ocak 2024

Sığacık, F100 ve Hayat


Pazartesi günü çözülmesi gereken resmi bir işlem için İzmir'de olmamız gerekince, cuma öğleden sonrayı da kaytarıp yola çıkıyoruz. Maviş hayatımıza girdiğinden beri durumumuz bu, biz yolda olmayı onunla daha da çok seviyoruz. 

Orhanlı Köyü'nde emeklilik hayallerinin yeşereceği toprağımızda suyu çıkarttık, motor denecek cumartesi günü, elektrik zaten bağlanmıştı. Kolay işler değil, hele de uzaktan. Bulacağız elbet çaresini. 



Geceyi Doğanbey, Sakız Ağacı mevkiinde geçirmeye karar veriyoruz, Yazın adım atmaya yer olmayan sokak neredeyse boş, salaş balıkçılarda bir iki masa dolu ancak. Onları geçip, uygun bir yer buluyoruz mavişe. Denize sıfırız. Gün doğumu için heyecanlı. Gece sert geçecek, bahar tadında geçen Kasım, Aralık aylarından sonra nihayet kış kışlığını yapacak gibi. Bu gece -1'i görecekmişiz. Donanımımız iyi, yine de kat kaloriferine bir iki fazladan odun atılacak belli. Teknoloji nimetinden faydalanabildiğinde konforu arttıran bir şey. Rus menşeili araç ısıtıcısını ayarlıyorum. Tedbir olarak eksi derecelere dayanıklı uyku tulumu da hazır. Sofrayı kurup, gecenin açılışını yapıyoruz. Loş ışıkta, uzakta tahmini olarak Özdere ve Çukuraltı ışıklarını görerek yemeğimizi yiyoruz, eşlikçimiz Tuborg Frederik Yakıma Ipa;


"Tuborg’un ilk brewmaster’ı Frederik anısına yapılmış, ABD’nin Vaşington eyaletindeki Yakima vadisinin şerbetçiotlarıyla üretilmiş. India Pale Ale tarzında,6.5 derece alkollü ve 35 santilitrelik şişede. Buğulu turuncu renkte, bol ve yoğun köpüklü. Çam iğnesi, turunçgiller ve tropik meyve çağrışımlı aromalara sahip. Ağızda ferahlatıcı, körpe ve buruk. Yüksek alkol hafif bir keskinlik vermiş. 6-8 derecede yudumlanmalı, baharatlı atıştırmalıklar ve yemeklerle tercih edilmeli."*


5 yılı aşkın süredir, karavanla seyahat edince, bir de dededen aşina genlerin yardımına eli çabukluk eşlik edince, sofranın nerede kurulduğunun bir önemi olmaksızın, ne yenecek meselesine odaklanarak hazırlanmak benim için en fazla 1 saatlik bir hazırlık demek.

Baharatlı tavuk dürümlerde kırmızı soğan ve avokado sos lezzet artırıcı bir unsur, temiz içerikli patates atıştırmalığı ise gecenin bonusu, bir de tabi ki kabuklu fıstık, bizde biranın illaki eşlikçisi. 

Uzun yıllardır, özellikle yurtdışı gezilerinden edindiğim damak tadım, özellikle birada beni IPA ve turunçgiller konusunda ikna etti, seviyorum. Severek içiyorum, bira içer gibi değilim, özenli ve tatmin edici bir lezzet kalıyor bende. O lezzeti seviyorum. 

Gece tahmin edildiği gibi ısısı yerinde, konforu abartısız geçiyor. Sabahın ilk ışıkları için uyanık olmak bizim için dert değil, bünyeler zaten gece 11 - 12 gibi uyumaya ve sabah 6-7 aralığında uyanmaya alışık. Keskin soğuğun ensemizde olduğu bir sabah yürüyüşü için Maviş'ten ayrılıyoruz. Niyetimiz sabah yürüyüşünden sonra güneşi doğurmak ve güne böylece erken başlamak. Hemen sokaktaki çocuklardan ikisi yanımıza geliyor. Kuyruklar dostça salınıyor, eldeki mamalar onlara ikram ediliyor. İlk tanışma önemli. Beraber yürüyoruz. Kendi bölgelerinin sonuna gelince yükselen seslere kulak kabartıp bize eşlik etmeyi bırakıyorlar. Akıllılar,  durduk yere riske girmiyorlar. 



Güneş denizin içinden tüm muhteşemliği ile başını kaldırıyor, ah o uyanış hali, o gökyüzünün selama duruşu... Ah içimin kelebekleri... 

Gün planlandığı gibi gidiyor,  kahvaltıya yumurta bile denk geliyor, tam saatinde olunması gereken yerde olunuyor ve su beklendiği gibi hayat vermek üzere, yer yüzüne sorunsuzca çıkıyor. Yüzümüzde bir gülümseme, hayaller bir kez daha göz önüne seriliyor. Bu heyecan bizi epey bir süre idare eder gibi görünüyor. 

Akşam için farklı bir yer düşünsek de dönüyoruz dükkana, bizi misafir etmek konusunda cömert olan mevki bizi bekliyor. Sabah kahvaltısı için unutulan yumurtalar, açık olan karavan kapısından kafasını uzatarak, "yumurta ihtiyacı var mı?" diye soran Hüseyin abidendi. Kabul etmek gerekir ki, önemli bir krize Allah tarafından gönderilmiş bir elçiydi. Kap ona lazım olur diye düşünüp, akşam üzeri yürüyüşünü bahane edip, kendisine imdada yetiştiği için teşekkür etmek istiyoruz. Gezen tavuğun yumurtasının lezzeti ise tartışma konusu bile değil. Hüseyin abi bizi kapıda karşılıyor, eşi Mualla Hanım da hemen peşi sıra geliyor bahçe kapısına, hava sert sert esiyor, üşünmesin ama sohbet de kesilmesin diye, içeri davetini kabul ediyoruz. Ama olmaz ki, açma pırasalı Arnavut böreği fırından tam da bu saatte çıkmaz ki. Yanına çay, bir de dumanı üstünde kabak tatlısı ile akşam üzeri şöleni diye buna diyoruz. 



Yunanistan ve Makedonya'dan başlayan göç hikayeleri eşimin Bulgaristan göçmeni kökleri ile bir olup uzun soluklu hikayelerin anlatımıyla öyle derin, öyle ince konulara geliyor ki, bu ekip arasındaki sohbetin uzun zamanlara ihtiyaç duyacağı sinyallerini de veriyor. Telefonlar alınıyor, bir sonraki ziyaret için sözler veriliyor. Tam çıkarken bahçenin sol yanında yerini alan, tüm çekiciliği ile göz kırpan Ford kamyonet işin seyrini tamamen değiştirebilir mi zaman gösterecek ama sohbetin kapı önünde devam etmesine sebep olduğu gerçeği su yüzüne çıkıyor. Sohbet bu sefer de Ford'un hikayesi üzerinden epeyce bir sürüyor. Fotoğraflar çekiliyor, temenniler iletiliyor. 

Bu akşam şarap gecesi... Maviş sımsıcak ve günün popüler söylemi ile "cozy" olan gece için ideal bir mekan oluveriyor. Loş ışıkları, fonda jazz geceye eşlikçi hafif lezzetler ve baş rol oyuncusu, "Diren" Muhabbet Öküzgözü Rose ile mekan hiç bir şeye değişilmez bir keyif sunuyor. Ambianssa ambians!



Sabah gün doğumu ritüeli ile başlıyor, pek sevdiğiniz Sığacık Pazarı için epey sert bir hava, -1 ile gün başlıyor. 8 dereceleri göreceğimiz gün ortasına kadar mezarlık önü, kale ve liman manzaralı mekanda ön sırada yerimizi alıyoruz. Geç kahvaltı için hazırız. Köy pazarından alınmış otlar ve dalından portakal sabahın lezzetleri olarak masada yerini alıyor. Kahve için dışarısını tercih ediyoruz, güneşin ışınları banyoda yüzde çarpan su gibi, içimize ferahlık veriyor, bu banyo bize iyi geliyor, hatta eşim bir ara 15 dakikalık bir kestirme ile kendini ödüllendiriyor. 



Öğle saatlerine keşkek yemek üzere eski kale sokaklarında gezintiye çıkıyoruz. Nuran abla bize göre bu civarın en iyi keşkeğini ve kalbura bastı tatlısını yapıyor. Onda alıyoruz soluğu, bir süre sonra tezgaha yardım ederken buluyorum kendimi. Maaş peşin,  yan tezgahtan gelen zeytinyağlı yaprak sarmanın ekşisi de sevdiğim gibi. Sohbet, muhabbet derken saati üç ediyoruz. İzmir için hareket saati. Gece orada geçecek,  konforu artırmayı hak ettik. Sabah işleri hızla tamamlayıp akşamı etmeden varmak istiyoruz Bursa'ya. Üstelik planlar tutarsa yolda bir de ziyafet var.  

Öyle de oluyor... Zaman da gün de bize arka çıkıyor.  Her şey olacağına varıyor.  Ziyafet de tam ağzımıza layık bir çevirme ile günü şölene çeviriyor.




* Bilgi, https://degustasyon.net/ sitesinden alınmıştır.  

11 Ocak 2024

Anlamakta Zorlanıyorum


Bugün bir  şeye şahit oldum, instagram sabah rutini ziyaretlerimden birinde, epeyce takipçisi olan, görece rahat bir yaşam süren bir kadının kendine ait olmayan kelimeler ile çektiğini sonradan anladığım "özendiren" içeriği bir süre sonra karşıma bir kez daha farklı bir hesapta çıktı  ve fark ettim ki o beylik lafların hiçbiri kendine ait değilmiş. Üstelik bunu belirtmediği gibi, o içeriğe gelen övgülerin tamamını üstüne almış. 

Anlamakta zorlanıyorum... 52 yaşındayım. Emek harcamadığım hiç bir şeye benimmiş gibi yapmadım... Bu bir kelime de olur, 300 sayfalık bir rapor da, bir fotoğraf da olur, bir çizgi de, bir yemek de olur, bir içecek de... İnsanlar ne kadar kolay "mış" gibi yapıyor ve yaşıyor. Ağırlığı çökmüyor mu üzerine mesela günler sonra, "haksızlık" değil mi bir  başkasının emeği üzerinden geçinmek. Hadi boyut değiştirelim, farklı bir yerden bakalım, "haram" değil mi? 

Anlamakta zorlanıyorum... Yaşımdan bağımsız ve öte... Emek harcanmamış bir sevgi, bir yemek, bir iş, bir dostluk, bir hobi, bir uğraş... Ne verebilir ki bir kişiye... Almadan vermek, dolmadan boşaltmak nasıl bu kadar kolay ve ağrısız olabilir ki! Yüreğim sıkışır gibi geliyor bana, nefes alamazmışım, donup kalırmışım bir gün biri fark ederse, utanıp, başımı eğermişim, bir daha hiç kaldıramazmışım gibi geliyor. 

Anlamakta zorlanıyorum... İçimin hayat dolu arzularının farkındayım, kimine ulaşıyorum kimi öyle uzağımdaki hayalini bile kuramıyorum. Bir başkası ulaşmışsa, içim aynı coşkuyla  dolup taşıyor, "helal olsun" diyorum. Kıskanma duygusu olmayan biri olarak, özeniyorum elbet ama çok da üzerinde durmuyorum. Çünkü biliyorum ki, her insanın tepsisi farklı bu hayatta. Kimde ne var, hayat nasıl bir paketle geliyor biz seçmiyoruz. Ama iyi olmayı, hakkı teslim etmeyi, dürüst olmayı, yardım sever olmayı, gülümsemeyi... Biz seçebiliriz. İyi olabiliriz. Olmak için çaba harcayabiliriz. 

Göçüp giderken birileri gerçekten ve inanarak ve gözleri dolarak "iyi" diyebilir bizim için.