Bir dostun şöyle bir yazısına yazdığım yorumun bana böyle bir günü getireceğinden henüz habersizdim...
Kalktım sabah erkenden, başının belasıyım ben onun aradım uyku gözümdeyken. Hadi kalk gidiyoruz dedim mümkünse hemen. Nereye dedi. Kahvaltıya dedim. Neden ki rüyanda mı gördün dedi. Hayır ama dedim gitmek gerek. Dur bir duşa gireyim, giyineyim dedi, 15 dakikan var dedim. Kapısına dikildim. Nasılsın sen dedi, şöyle böyle dedim. Hadi sür bakalım anıları bizi nereye götürecek dedi. Hayat Lokantası'na gittik. Nasıl da keyifli herkesler, güneş girmiş içeriye. Ama ben gittim en kuytuda bir köşeye. Bir şey demedi bana, anladı halimi. Oturduk bir masaya. Huysuzluğumla keyfim karışmış ne yapacağını bilmez bir halde, gazete istedim önce. Sonra portakal suyu sadece. İçtim lıkır lıkır portakal suyumu, okudum gazetemi haşır huşur, sinir oldum bazı haberlere sinirden kaşındım hıtır hıtır. Hiç konuşmadık bir süre. Nasıl güzel bir Zeki Müren çalıyor fonda şarkı tuttuk tabi hem ona hem bana hem de anılara...
Sonra Zeki Müren başladı inceden inceden, bir damla yaş süzüldü gözümden.
Eşlik ettim şarkıya...
"Alım balım peteğim... Gülüm dalım çiceğim... Bilsem ki öleceğim gene seni seveceğim"
Baktı bana, eğdi kafasını, uzattı elini önce, ben oralı olmayınca; bir peçete uzattı, omuz kıvamında. Kahvaltılıklar geldi çeşit çeşit... Fasılım gelmiş dedim. İstanbul'a gidelim dedi. Gidelim dedim. Line'na da gider miyiz dedim. Nasıl yani dedi. Şöyle böyle bir ruh halindeyim ya hem rock dinleyesim var hem de fasıl dedim. Tamam dedi. İki gece kalırız. Bir gece fasıl, bir gece Line yaparız. Yedik ne varsa önümüze konan, şarkılardan tuttuğumuz fallar ağlattı diye, kahve içip fal baktık geleceğimize. Karanlık çıktı benimkisi, karışık çıktı onunkisi. Ne olacak halimiz dedim. Ne varmış halimizde dedi. Yok birşey dedim. Yok tabi dedi. Güneş iyi gelir belki dedik. Çıktık gittik lokantadan öylece. Teşekkür etmeyi unutmadık elbette.
Çimlere basmak gerek dedim yalın ayak. Bir de uzanmak toprağa. Yürüdük yeşilin içinde. Laleler renk renk olmuş sırıtıyorlar yanlarından geçenlere. Bir ikisine dayanamadık fotoğraf çektirdik birlikte. Çıkarttık ayakkabılarımızı ve uzandık çimlere...Kitap okuduk bir süre ve müzik dinledik birlikte. Güneş ısıttı içimizi ve ben bıraktım içimdeki çiyleri çimenlerin üzerine. Biri hızlıca kaçtı gitti bir lalenin üzerine. Çocuğun biri geldi, baktı laleye dikkatlice, seslendi annesine " bak ağlamış bu lale" annesi dedi "saçmalama çiy o"... Çocuk ısrar etti hayır değil diye. Annesi de ısrarcı olunca "çiy sabahları olur" dedi çocuk yüksek bir sesle... Annesinin bilmez haline sinirlendi epeyce... "Günün bu saatinde olsa olsa bir damla gözyaşıdır bu" dedi kendi kendine, koşmaya başlamıştı ki, karşılaştık. Açtı avucunu. Lalenin üzerinde buldum size ait galiba dedi... Nereden anladın ki dedim... Gözleriniz ne kadar parlak bir bilseniz dedi, yeni yağmış yağmurun izleri var hala gözbebeklerinizde... Teşekkür ettim kendisine. Ağlayan mor dallara gidip bıraktım bu sefer çiyi, kimse görmeden döndüm arkamı gittim hızlı hızlı...
Kimse bulmasa da kurusa artık gözyaşlarım derken, Buket Uzuner'in kitabını getirmiş yanında, o müzik dinliyor diye hemen bir fal bakıverdim kendime... Bir sayfa açtım tesadüfi... Cezayir'de yazılmış. Bencil bir adama yazılmış, eski ile yeni kadın üzerinden yazılmış. Olacak iş mi şimdi bu dedim. Attım kitabı kafasına. Sen yürüyerek gidersin artık evine dedim. Ama benim ne suçum var ki dedi. Almasaydın kitabı yanına dedim, yürüdüm gittim. Koşup yetişti ardımdan, uzattı bir peçete daha diğer omuzunun niyetine. Ağlamadım o ana kadar ama içimdeki hatırlatmıştı kendisini. Oradaydı... Orada kalmak istiyordu. Yol boyu konuşmadık bir daha.
Eve girer girmez yazmak istedim bugünü. Şöyle böyle bir ruh halindeydim ya, şu saat oldu bir şey değişmedi. Gün güzeldi, çimler de öyle, laleler rengarenk, sümbüller kurumuştu güneşe yenik düşüp toprakta. Pembe bir çiçeği hatırladım yol boyu gülümseyen. Gülümseyerek daldım bir uykuya. Gördüğüm rüya kalsın artık yarına...