01 Mayıs 2009

BİR MAYIS GÜNÜ



Bir mayıs sabahı uyandığımda güneş vuruyordu yüzüme... İlk defa gittiğim bir evde 5 kişinin hikayesini dinler bulmuştum kendimi bir gece öncesinde. Dinlediğim hikayelerin bende kalanlarını bulmaya çalışırken, radyodaki ses Taksim'e çıkmak isteyen grupları anlatıyordu. Yasağa karşı direnci anlıyordum da varolmaya karşı yok etmeyi anlamakta güçlük çekiyordum.

Bir mayıs sabahı, çocuktum, polis babamı joplarken ve annemi saçlarından sürüklerken... Anlamıyordum atılan sloganları ve bilemiyordum olanları. Korkmuştum çok ve sığınmak istemiştim güvenebileceğim bir yere. Elimden tuttuğunda annemin bir arkadaşı ağlıyordum belki de... Büyüdükçe anlıyordum yasaklananları da gene de anlayamıyordum yok etmeye çalışmayı...

Bir mayıs sabahı uyandığımda güneş vuruyordu yüzüme... Fotoğraf makinemi elime alıp, farklı hikayelerin bir araya getirdiği 4 kişiyi geride bırakıp çıktım evden. Farklı hayatların gözüme takılan hikayelerini yazmayı sevdiğimden, bazen tek başına çıkıp fotoğraflarım hayatı. Üzerine yazmayı severim, bilmem doğru mu yanlış mı, gerçek mi hayal mi ama severim aklımla duygularımı karıştırıp hikayeler uydurmayı.

Yaklaşık bir saati bulan yürüyüşüm sırasında çocukları, işçileri, sokak köpeklerini, bir hayat kadını ile 2 adamın kumsalda geçirdiği geceden arta kalanları ve terk edilmiş iskeleyi çektim Çektiğim her fotoğraf karesinde aklımdan üzerine yazmak üzere giriş cümleleri ve hatta bazen şöyle bitirmeliyim mutlaka dediğim cümleler geçti de not edecek kağıdım arabada kaldığından sinirlendim kendime. Sonra gülümsedim ve dedim ki kaç kez almışsındır kağıtla kalemi yanına da bir düşün bakalım kaç kez teşekkür etmişsindir kendine...

Çektiğim karelere tek tek bakarken oturduğum taşın üstünde, denize ulaşmanızı sağlayan beton basamakların kenarında kendine hayat bulan papatya ve ardında kareye giren - denizin her vurduğunda izini bıraktığı yosunlaşmış- taşlar takıldı gözüme. İki farklı odak noktası oluşturup fotoğrafladım gözümün takıldığını... Ana tema belliydi aslında... Neye odaklanırsanız onu görürsünüz hayatta... İşte bu cümle bitiş cümlesi olacaktı günümü anlatan hikayemde.

Neden mi olmadı?

Bir mayıs sabahı uyandığımda ve günün içinde olanları takip ederken başka bir soru daha fazla önem kazandı aklımda: Yasağa karşı dirençteki mantığı anlıyordum da varolmaya karşı yok etmekte nasıl bir mantık vardı, anlamıyordum ve kafam karışıyordu işte o noktada... Yoksa neye odaklandığınızla mı ilgiliydi herşey...

Hepimiz aynı kareye bakıyorduk da bazılarımız öndeki çiçeğe, bazılarımız arkada kalan yosun tutmuş taşları mı görüyorduk?



BİR MAYIS SABAHI BİRİ ANLATSIN BANA...



____________________________________


Fotoğrafdaki detayı görmek için üzerine tıklayın.

29 Nisan 2009

SEVMİYORUM MU?



Sevmiyorum gibi geliyor bazen seni... O bildik kasvetli havandan mıdır, soğukluğundan mıdır bilmem... Garip bir ilişki var seninle aramızda; bazen ol istiyorum bazen alabildiğine uzak ol benden. Bazen seninle dalıyorum hayallere, bazen sen varken yüzüme çarpıyor gerçeklikler... Nerede ne zaman karşıma çıkacağını bilmediğimden ürküyorum senden... Gelişini haber veren halin var ya senin, beni ürküten çocukluğumdan kalan bir anı belki de bende... Yoktun günlerdir, haber bile alamıyordum senden... Gelmez dedim bir kaç ay, uğramaz bizim buralara... Ama geldin. Ve ne geliş... Önce soğukluğun geldi... Sonra o ulaşılmaz havan. Gri en çok sevdiğin renk ki seni siyahlar içinde gören de olmuş.

Ben en çok renkli kemer dolanıp da beline, güneş rengi saçlarını salınca seviyorum aslında seni. Hani var ya bir bulutun ardından salına salına, hani utangaç bir halin var var ya, işte en çok o halini seviyorum. Bir de bazen sinirlenince kükreyip, yer yerinden oynarcasına ve hatta bardaktan boşanırcasına hallerin var ya... İşte o zamanlarda şömine başında, alıp da şarabımın en kırmızısını elime ve yüreğim doymuşken aşka, sesini dinleyişim var ki tek kişilik koltuğumda doyum olmuyor sana.

Bir de delirdiğim zamanlarım var şehre geldiğini duyunca, atarım o anda kendime sokaklara. Deli derler, hasta olacaksın derler ama ben tenimde isterim seni, umursamam kimin ne dediğini. Tenime dokun, ıslat bedenimi, saçlarımı okşa ve gözlerimden yaş olup ak yanaklarıma. Kimse bilmez sanarlar ki aşk bizimkisi... Değil, inan değil... Ben senin arkandan gelene aşığım aslında. Ben sen gidince gelecek olana hasretim en çok. Senin soğukluğun yok onda. Senin kasvetin, kibirin... Senin varlığının beni mutlu ediyor oluşu; eve dönünce sevdiğimin nefesine sığınışım. Sokuluşum koynuna ve doyasıya sevişişim aslında...


______________________________________


Fonda, Jimmy Smith - Summertime çalıyor...

Dört mum yaktım biri sana biri bana... Kalan ikisi geceye...

Kırmızı bir şarap dünden kalma, çıksa çıksa iki kadeh...

Yağmur yağıyor burada, haberin ola...

_____________________________________

Fotoğraf / In her Element © Richard Ford

YÜREĞİMİN UCU



Aşkın Nur Yengi - Karanfil

Kafasında çalan şarkı neden ve ne zaman takılmıştı bilemedi ama iki sabahtır mırıldanarak uyanıyordu güne.

Kırılma, küsme sen yine bir şiir yaz
Çok değil inan az kaldı az
Bu kadar erken susma biraz bekle
Ağlama, ağlama gül biraz
Duşunu aldı, güne gülümsüyordu da neden içinde garip bir sızı vardı bilemiyordu. Yorulmuştu bu hallerinden. Her gülümsemesi kırgınlığının sızlamasıyla sonuçlanıyordu da sanki artık gülümsemek bile istemiyor gibi bir halle açtı arabasının kapısını. Radyo istasyonu her zaman ki gibi NY Jazz Station'a ayarlanmıştı. Birden frekans karıştı ve günlerdir dilinin ucuna gelen şarkının sözleri arabanın tavanına çarparak cama, oradan da kulağının içine kadar girdi. beynin hücrelerinde öyle hızlı dolanıyordu ki yakalamak bile imkansızlaşıyordu. şarkı aniden bir anının kapalı kapısının önünde durdu. Kadının gözünden iki damla yaş geldi. Kadın radyoya uzandı ama radyo yerinde yoktu. Yol uzadıkça uzamış, Çeşme 45 yazan bir yol kenarı tabelasına takılı kalmıştı gözleri. Neler oluyordu anlamadı. Arabanın, direksiyonun, radyonun ve hayatın hakimiyetini kaybetmiş bir halde ilerlemişti ve yol onu çok sevdiği Çeşme'nin rüzgar değirmenlerinin olduğu noktaya getirmişti. Araba kendi kendine durduğunda Alaçatı girişindeydi. Arabanın direksiyonunu sahile ulaştıran yola kırdı. Radyo susmuştu. Ve direksiyonun hakimiyeti tekrar ona geçmişti. Kadın yüreğinin ucunu acıta acıta ve bağıra bağıra söyledi şarkının tamamını:
Ah benim örselenmiş incinmiş karanfilim
Bir sessiz çığlık gibi kırmızı masum narin
Bu ürkek bu al duruş söyle neden bu vazgeçiş
Ne oldu ümitlerine bu ne keder bu ne iç çekiş

Sen ki özgürlük kadar güzelsin, sevgi kadar özgür
O güzel başını uzat göklere, gül güneşlere gül

Kırılma, küsme sen yine bir şiir yaz
Çok değil inan az kaldı az
Bu kadar erken susma biraz bekle
Ağlama, ağlama gül biraz
Sahile vardığında ağlıyordu ve yüreğindekileri almıştı eline. Öptü bir iki kere, vazgeçer gibi oldu ama yapmak zorundaydı. Usulca denize bıraktı...

Bildik bir hikayenin hüzünlü sonu gibi geldi herşey ona. Baktı denize bıraktıklarına. Kurduğu hayaller bir bir batarken, son bir çığlık yükseldi denizin ortasında. Kadın sesin geldiği noktaya dikti korkak bakışlarını ve uzattı ellerini anıları terk etmek istemez gibi. Deniz soğuktu bu mevsimde. Rüzgar yüreğinin ucunda kalan son sızıyı yaladı, soğuk yüzüne vurdu, kadın bir iç çekti; derin...

Başını kaldırdı gökyüzüne... Yağmur çiseliyordu ve bir damla denk geldi gözüne. Eliyle sildi yaşını. Koydu ellerini gri renkli, bol paçalı kargo pantolonun cebine. Eşofman üstünün kapşonunu geçirdi başına. Ayağının dibindeki taşı aldı eline, attı denizin üzerine... Üç kere kaydırabilirsem veya daha fazla dedi... Kaymadı taş attığı gibi battı denizin dibine. Zaten dedi, zaten ümidim olsaydı tek başına mı olurdum ben bu sahil şeridinde. Arabasına doğru yürüdü. Şarkıyı mırıldanıyordu gene.

Kırılma, küsme sen yine bir şiir yaz
Çok değil inan az kaldı az
Bu kadar erken susma biraz bekle
Ağlama, ağlama gül biraz





_____________________________________________________________
Söz: Sezen Aksu
Müzik : Sezen Aksu ve Uzay Heparı
Fotoğraf / flowers © diana

27 Nisan 2009

İYİ SAATTE OLSUNLAR




Halim Öyle - Zerrin Özer

İçimden geldi... Aslında kafamdan geçti... Yoksa içimden mi geldi...

Bilemedim siz karar verirsiniz okuyacak sabrı bulursanız tabii...

Şimdi durum şu; aslında yazmak istiyorum ama ifade edemiyorum. İfade ediyorum da tam olarak mı emin değilim. Söylemek istediklerimi değil de sanki söylenmemesi gerekenleri yazıyorum. Yoksa aslında tam da söylemek istediklerim mi yazdıklarım bilemiyorum. Bazen şaşıyorum bazen kalıyorum. Bazen akıyor kelimeler bazen tıkanıyor kalemimin ucu. Sanki tükenmez kalemim tükenmiş de yazamaz olmuşum. Siliyorum, yazıyorum... Yok, mantık olarak önce yazıyorum sonra siliyorum. Ama sanki önemli olan ne zaman silmeye başladığım. Kafamda oluştuğunda mı siliyorum ki onlar zaten yazılmamış oluyor dimi? Elim klavyyede harfleri basmaya başlayınca mı geri tuşu ile siliyorum yoksa kelime tamamlanıyor da okuyunca önce seçiyor, silmek gerek bunu diye düşünüyorum da mı siliyorum? Giderek karışıyor muyum? İyi saatte olsunlar, gidişatımı beğenmiyorum...


Hayatıma bakıyorum da, nerede duracağımı biliyor muyum? Mesela durmam gerektiğini bildiğim için mi susuyorum, sustuğum için mi durmuş oluyorum. Kafam karışınca neden işin içinden çıkamıyorum. Kendi kendime konuştuğum için mi deliyim mesela yoksa deli olduğum için mi kendi kendime konuşuyorum. Diyelim ki yazmamın sebebi kendi kendime konuştuğumu gizleme meselesi. O zaman ben yazdığım için deli olma ihtimalini mi seviyorum? İhtimal dışı bir sevme meselesinin yazı yazmak, deli olmak ve hattı zatında şu anda ardı ardına sıraladığım cümleler silsilesi ile bağlantısını kurabilen varsa beri gelsin. Yan yatsın çamura batsın. Olmadı çuvaldızı kendine batırsın. Acırsa insan olduğunu anlasın, acımazsa eşek cennetini boylasın. Oradan oraya zıplama yazışma şampiyonası seçmelerine katılma formunu bulan bana yollasın.

Form mu bulacaktık, formül mü? Formül iyidir... Aman işte birşey bulamayan taksın kafasına bir huni olmadı kulaklık, evde deli deli bağıra çağıra şarkı söyleyip dans etsin. Hayırdır diye sorana parti veriyorum desin. Evde yalnızsa soru soran kendisi mi acaba diye düşünsün, durumdan tedirgin olup hoplayıp zıplasın. Delirmeye beş kala, aşağıdaki komşu gelsin. Kapıyı açar açmaz, birini tepinerek öldürmeye çalışıyordum da desin. Komşu şaşkın şaşkın bakarken kahkahalar atsın...


Kandırdımmmmmmmmm

diye bağırsın. Bağırırken boğazına sinek kaçsın. Boğulurken çıkarttığı seslere gıcık olan alt komşu umursamayıp deli bu ya desin, dönsün gitsin. Anlaşmalı sinek uçarak uzaklaşsın.

Ne anlatıyorum ben diye durup düşünürken kadın... Aklına aklı gelsin.

Kadın durulsun. Dursun...

Dursun da kim yahu?


26 Nisan 2009

SIRADAN BİR PAZAR MI?

Sabah erkenden kalktım, kızarmış ekmek kokusu geldi burnuma. Dün akşamki partiden eser yoktu evde keyfimden başka. Gülümsedim.

Şımartılmak konusunda evrene gönderdiğim mesajın etkilerinin hala devam edişini şaşkınlıkla karşıladım. Geceyi düşündüm, önce balık rakı arkasından Teoman konseri... Eve döndüğümde Buraneros'un parti fikri ile karşılaşma, ev sahibi abi uyuduğu halde nezaketle keyifli sohbete devam eden kardeş Efsa ile geceyi uzatma... Pek güzeldi pek güzel...

Yataktan kalkmak konusunda tembellik yaptım bu sabah aslında. ADHD'm pik yaptığından arada kalkıp balkondaki çamaşırları topladım. Anne baba ile Mudanya'da dostlarla balık planı yaptım. Ütülerin kolay olanlarını bitirdim. Kahvaltı etmeden hemen önce tekrar yatağa uzandım ve sabah gazetelerini okudum. Keşke portakal suyu sıkıp getiren olsa dedim. Boş eve baktım. Evren bu kadarını da yapamaz herhalde dedim. Peki kızarmış ekmek kokusu da neyin nesiydi a dostlar, yoksa mutfakta birimi var? Gazeteleri bitince yataktan kalktım. Duşa girdim. Mis gibi koktum kendine, sevdim kendimi. Balkona çıktım güneşi gördüm, o bir film miydi...? Ama ben de görmüştüm güneşi işte hem de bulutkarın içinde. Güneş ısıttı çıplak kollarımı. Üzerime bir şey daha almam gerektiğine karar verdim. İçeri girdim. Evin kapısının önünden geçerken, dün aldığım 1001inci ayakkabımı özenle ayakkabı dolabına kaldırdım. Of ne olurdu dünyadaki bütün ayakkabılar benim olsaydı. Evren bunu yapabilirdi de ev o kadar büyük değildi. Sonra köşedeki parkta bir bankta uyumak zorunda kalabilirdim.
Daha fazla saçmalamadan hazırlıkları tamamlamak gerek. Baba dakiktir, 12 dedi mi tekerlek döner valla. Dün benim şoförlükten memnun kalmamış olacak zaar bugün ben gelip alırım seni dedi. İşte çaldı telefonum. Allahım daha sadece bir gözümde rimel var. Böyle çıksam ne olur ki dışarı. Aaaa kadına bak rimel sürmemiş bir gözüne mi diyecekler. Kim bakacak ki bana o kadar dikkatli. Annem kesin fark eder. Zaten babam da saçının boyası gelmiş diye söylenecek. Hiç sevmez ama napalım dün gez, bugün gez, akşam partile, gündüz balıkla... Vakit mi kalıyor bakım yapmaya... Bu ADHD için çözüm üretmek lazım. Gene pik yaptı fena halde. Bugünü benimle geçirmek üzere plan yapanların vay haline.
Ay gittim ben.
Öptüm iyi pazarlar...