21 Aralık 2009

ISLANMAK AMA NE...

özletiyor bu çılgın sağanak seni
sırılsıklam özletiyor biliyor musun







 







____________________________________________________________________
 
(*) Dize / Ahmet Telli / Özletiyor Bu Yağmurlar Seni... Şiirin Tamamı İçin
Fotoğraf / Yağmur

20 Aralık 2009

TEL TEL BİR PAZAR SABAHI



Tüm gece sırtından sarılıp, sağ eliyle kadının sol memesini tutarak  ve öpe koklaya, uyana uyuya bir düş uykunun kollarına bırakmıştır kendini adam... Kadınsa sabahın erkeninde uyanır, adamın yatağın diğer tarafında sırtı dönük uyuduğunu fark edince, sırtına dolanır ve öpe koklaya, uyuya uyana düş bir sabaha uyandırır adamı...

Gece ve sabah... Adam ve kadın... Günlerden pazar... Dışarıda; ne simitçilerin ne top oynayan çocukların ne de fırından aldığı sıcak ekmeği kahvaltıya yetiştirme telaşında olanların sesi soluğu vardır... Öyle bir sabahtır ki, sanki dünya dönmeyi bırakmış, bir tek ikisi kalmış gibidir... Şiddetli bir rüzgar, neredeyse çatı uçtu uçacak, bütün kuşlar saklanmışlar kuytulara, kediler kaçışmışlar apartman boşluklarına... Kış dışarıda, bahar yatağın içinde... Ilık bir tenin, ılık bir tene dokunuşunda uçuşan kelebekler, küçüçük öpüşlerde filizlenen çiçeklere konuyor gibiler... Dışarısı buza kese dursun, yatağın içi yaza merhaba dercesine usul usul yeşermekte...

...

Kadın kahvaltıyı hazırlamak için kalkmayı önerince, adam kadının yüzünü ellerine alır,

Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgiyeydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evvelsi günlerdeki yoksulluğumuz
Sanki hiç olmamıştı

Kadın bu adama neden aşık olduğunu bildiğinden, sımsıcak bir gülümseme yüzünde... Adamın bıraktığı yerden dizelere devam eder...

Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu
Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı İstanbullar
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
Ki Karaköy Köprüsü'ne yağmur yağarken
Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik


Adam duşa gelsene dediğinde, kadın süzüle süzüle yürür toplam bir metre bile olmayan mesafeyi... Rüzgar kesmiştir şiddetini, sessizlik; bir pazar sabahının tenhalığında çırılçıplak tenlerinin suya değdiği andaki ürpertisi ile bölünür. Kuşların kanat çırpınışları duyulur saklandıkları kuytularda, kedilerin ağlamaklı sesleri yankılanır sokak aralarında... Adam, saçlarını yıkar kadının, uzundur saçları kadının, adam tel tel yıkar saçlarını, tel tel sever kadını, tel tel öper... Tel tel okur şiirin devamını...

Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya
Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız
Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu
İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük
Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde
Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra
Sonrası iyilik güzellik.

Sonrası mı, şair demiş diyeceğini... Sonrası iyiliktir güzelliktir...






___________________________________________________________

Şair/ Cemal Süreyya
Şiir / Aşk
Fotoğraf / Biz
Görsel / deviantART


19 Aralık 2009

DOSTLUK

Yanıma geldiğinde yine hüzün kaplamıştı gözlerini, "hayrola, ağladı ağlayacak bir haldesin", " ben ağlamıyayım da kimler ağlasın ki..." dedi. Nişantaşında, rahat koltukları ve enfes kahve kokusu ile bizi bizden alan, saatlerce kalkmadan oturup, kendimizi hiç rahatsız etmediğimiz, mudavimi olduğumuz kafeden içeri girerkenki konuşmamızdı... Onu ağladı ağlayacak hale getiren tek bir şey vardır, ve bu tanıdğım 20 yıldır böyledir. Ne oldunuz gene diye sorsam, sazı eline alacak ve bir daha bırakmayacaktı. Onlarca kez dinlediğim, tanıklık ettiğim hallerine bir yolculuk; derinlemesine ve hep hatırlıyorsun değil mi cümleleri ile süslenmiş olacaktı... Bildiğim halde, ihtiyacı olanın da bu olduğunu bildiğimden, daha siparişleri bile vermeden soruverdim...

"Dur dur, anlatacağım, her ayrıntısını anlatacağım, bu sefer bitti... Bak söylüyorum, eğer olur da dönersem, vur kafamı şu duvara..." İçimden gülüyordum ve dışıma yansımasın diye kendimle boğuşuyordum. Her dönüşüne duvara vurmaya kalksak şimdi bir duvar yoktu... Ben de o nedenle hiç vurmadım, çünkü biliyordum ki bir sonraki sefer gene ve yine ve ısrarla o duvara ihtiyacımız olacaktı. Kendimce en gerekli zamanı bekliyordum, bir kere daha dönmesinin gerçekten onu çok hırpalayıp, bitireceği bir an gelecekti. Onu öyle iyi tanıyordum ki, o bütün olasılıklar tükenip de gene de bir şans diyenlerdendi... Şansları hep 100den başlatır gerie sayardı... O anlatırken, ben onu seyrediyordum. Öyle masum, içten, samimi ve çocuksuydu ki, kızmayacağını bilsem, yanaklarını sıkar ve ne şeker şeysin sen diye severdim ama böyle bir ruh halindeyken ortamı sulandırsam bütün öfkesi bana yönelirdi bilirdim.

"Daha dün, daha dün..." diye kelimeleri ikişerli sıralar halinde parmak uçları omuzlara deyecek mesafeler bırakarak arka arkaya diziyordu. Kendi karmaşasını bir düzene oturtuyor böylece ne anlatacaklarının kronolojik sırasını unutuyor ne de birinden diğerine atlarken bir detayı unutuyordu. Böyle zamanlarda enerjisine hayran bırakırdı beni. Dedim ya bazen kalkıp kocaman kollarımı açıp sarılmak isterdim; "ulan kadın bi dur, bir dur da nefes al" ama o zaman bile durmayacağını bilirdim. Aşkı öyle coşkulu yaşardı ki, başlarken de biterken de hep heyecanlanırdı. Kendi kadınlarımı düşündüm... Hiç bu kadar enerjik, hayata sıkı sıkıya bağlı, gülümsemesi yürekten, inandığı adama kendini adayan bir sevgilim olmamıştı. Baktım yüzüne, sanki ilk kez görüyormuş gibi baktım, uzun uzun... "Sen beni dinlemiyorsun" dedi. "İçine işliyorum şu anda" dedim. Güldü. "Deli ya..." Kızmamıştı. Aksine durulmaya, sakinlemeye, nefeslerinin arasına esler vermeye başlamıştı.
"Neden öyle dedin...", "Neden öyle dedim" "Ya..." Ya ne..." Şımarmak bu dünyada en çok ona yakışıyordu. 40 yaşlarında bir çocuk sevinci gözlerine oturuyor ve bir salıncakta özgürce "daha yukarı, daha yukarı" diye çığlıklar atıyordu... Şımarmak sana çok yakışıyor dedim... Gözlerimi gözlerinden ayırmadan söyledim. Flörtöz tavrımı yakaladım, kısık bakışlar, yamuk bir gülüş, oturuşum mu değişmişti ne... Hemen toparladım kendimi...
"Aklımı dağıttın" Bu sefer kızmıştı. "Tamam dinliyorum" dedim. "Nerde kalmıştım" dedi... Bu küçük ouyunu hep oyanrdı. Dikkatli bir dinleyici ona göre, son kelimeleri değil konuyu hatırlardı. "Gittiğiniz balıkçıda kalkan yerden olanları anlatıyordun, daha doğrusu bir gün önce olanlar üzerine tartışmanızı... Son cümlende de bana kızıyordun, dinlemiyorum diye..." dedim, gülümsedim, dudağımın kenarındaki gülümsememi yakalayıp avucmun içine aldım. Sırası değildi... Hiç sırası değildi...

Akşamın ilerleyen saatlerinde, şaraba katık edilen değerlendirmeler, kişisel olarak yapılan hatalar, kadın bakış açısı, beklentisi, erkek bakış açısı ve beklentisi üzerinden dalga geçmeler ve nihayetinde gelinen "ulen bu aşk da ne menem birşey kardeşim, ne seninle ne sensiz" edebiyatından sonra son bir kadehi yaşama, bize sunduklarına, bize öğrettiklerine ve bizden götürdüklerine kaldırıp, birbirimize sahip olduğumuz için "Tanrının sevgili kullarına" şükranlarımzıı sunarak geceyi noktalama... Sonrası hep aynı; o kendi yalınzlığına bense kendiminkine kederli ama gülümseyerek yol alırdık...

O gece yatağıma yattığım, düşündüm, insanın sevdiği iyi bir dost olmalı kendine... İyi bir dinleyici...

18 Aralık 2009

GÖZÜ YAŞLI GUARTZ




İnsan sevdiği birini unutmaz.





Ama insan bazen birini "sevdiğini" unutur.




_______________________________________

Alıntı / Haşmet Babaoğlu / Pazar Notları
Görsel / Smoky Guartz


CIR CIR

Koltuğa uzanmış gelmeni bekliyorum, onlarca ses kafamın içine üşüşmüş cırcır böceği sanki... Durları yok ve soluklanmaya durakları. Cır cır... Cır cır...

Gelişin geciktikçe, türlü çeşit ses dolanıyor, dallanıp budaklanıyor, yenilerine yol açmak için sanki kuruyorlar da neden köklerini bırakıyorlar anlamıyorum. Kafamın içinde bir cırcır böceği, çiftleşme öncesi seramonisinde erkeği, vuruyor ön kanatlarını birbirine. Cır cır... Cır cır...

Sanki bilmiyorum ben seni. Gündüzleri kendine bir kuyu kazar saklanırsın tek başına. Gece oldu mu, hele de aylardan Haziransa... Düştüysen bir dişinin telaşına... Cır cır... Cır cır... Pis cırcır böceği. Aklımın kıvrımlarını mı buldun saklanacak bir dahaki bahara kadar. Yağmurlar başladı. Hava da soğuk artık. Sus artık cırcır böceği... Yol ver yağmurun sesine... Yol ver sevdiğimin nefesine... Ben bu gece ona sığınayım, sen git bir ağacın gövdesine...

Bana ondan bir haber mi getirdin, sadece bir elçi misin, zeval olunmaz mı dilinden dökülene; bak iyi bir haberse şimdi söyle, yoksa sus da uyuyayım azıcık...  Söyleyip gidecek misin hemen... Söz mü... Dinecek mi bu sessizliğin içinde yankılanan sesin... Cır cır... Cır cır...

Dinliyorum hadi söyle, uzattım kulağımı sana... Kulağım olmaz mı... Şaşırdın galiba cır cır böceği, neremle dinleyeceğim ki seni... Yüreğimle mi... Yüreğimle dinlersem cır cır diye gelmez mi sesin... Duyduğum onun kelimeleri mi olur yani...

Yüreğim... Yüreğimle dinliyorum şimdi seni... Cır cırlar kesildi... Sadece onun sesi kulağımdaki, onun nefesi üflüyor sanki; bir sıcaklık, bir huzur sarıyor geceyi... Uyku... Uykum geldi... Gözlerim kapanıyor... Gözleri... Beni seyrediyor. Fark ettim ki... Şimdi, şimdi kelimelerini anlıyor yüreğim... Kelimeleri, yüreğinden geliyor, ancak yüreğim anlıyor dilini... Anlıyorum, kaç zamandır duymamışım yürek sesini, kaç zamandır yüreğimle dinlememişim sözlerini... Ama şimdi kesildi cır cırlar, sadece kelimelerini duyuyorum, sanki kulağıma fısıldıyorlar...



Uzaklardan sevdim, çok uzaklardan...
Tanımazdan evvel sevdim, tanıdıktan sonra çok...





 ______________________________________

Fotoğraf / deviantART