21 Ocak 2010

SIRALI EVRELER

___________________________________________________________


6. Hafta / 2 Saat

uçurumdan atlamış bir kadının faydası olmaz sana

ve döndüremezsin ölmüş birini hayata

...
...
...


ölüme uzanmışım
bilerek isteyerek

başımda beklemen geri getirmez ki beni sana


ben şimdi yaşam destek ünitesinde nefes alan biriyim
fişimi çeksen bir ottan farksız bedenim
verimsiz bozkırların
kurak buğdayları gibiyim
ne toprağa
ne topraktan beslenene faydam var benim


saydam bir dünyada
atmayan koca yüreğimle
sevilmeyen kederler içindeyim

uçurumların kenarında dolaşıyorum
dengesizim
hayata zorla tutturulmuşum bir ataç yardımıyla
atacı alsan
düşerim


ben bu gece ölümle randevulaşmış
gece bekçisiyim
kapım açık
gelse, buyura gerek kalmayacak kadar

açılmışım, açmışım kendimi


ben doktorun ölüm saati ilanını bekleyen
cesedim

- Öfke, yalnızlık, çaresizlik... Bu mu hisettiğin...
- Sana demiştim, terminal hastalarının evrelerini yaşıyorum diye. Sözünü ettiğim makalede bir söz vardı.  "Ölüm bambaşka olabilir, insanca ve onurlu..."(*)
- Bu bağlamda 'yaşam da bambaşka olabilir, insanca ve onurlu...
- Terminal dönemdeki hasta hastalığı ile savaşma çabasındayken zorunlu olarak birçok aşamadan geçermiş Kübler ve Ross, 1995'deki çalışmalarında bu konuyu ele almışlar. Sen bunu zaten biliyorsundur da... Bu aşamalar inkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme olarak sıralanırmış. Ben öfke döneminde miyim? Depresyonda mı?
- Bazen evreler ayrı ayrı bazen de bir arada yaşanabilirler. Okuduğun makalede bu yok muydu?
- Vardı ama ben sıralı olmasından yanayım... İnkar evresini tam da o makalede okuduğum gibi geçirdim :

Bu dönem tüm insanlar için benzer olarak karar vermekten ya da bu yönde girişim yapmaktan çekinildiği bir dönemdir. İnkarı yaşayan hasta öleceğine inanmaz ve yanlışlık olduğunu ümit eder. Bu dönemde kişi zihinsel olarak yaşananları fark etse de genellikle duygusal olarak reddetmektedir. Bu dönemde hastanın sosyal desteklerinin arttırılması, tedavi süreciyle ilgili bilgilendirmelerin yapılması, inkarının sözel olarak desteklenmesi ve hastaya zaman tanınması önemlidir.
Ayrılığı zihinsel olarak kabul etsem de duygusal olarak reddettim. Bütün yaşananların gerçek olamayacağını, bütün bunlarda bir yerde bir şekilde bir yanlışlık olduğuna inanmak istedim. Herkesin başına gelebilirdi böylesi ama benim başıma gelemezdi. Gelmemeliydi. Ben iyiydim. Öyle demişti. 'Sen fazla iyisin.' O zaman neden diye soruyor tabi insan, kabul etmek istemiyor. Başka bir cevap arıyor. (Güçlü bir kahkaha atıyorum.)Deliriyor biliyor musun? Ben delirmiştim. Sana dedim daha önce, ayrılık ölüm gibi, yüreğince sevebildiğinde. Sen bi de gel benim yüreğimi düşün... O nasıl bir sevmekti... Nasıl inanmak. Ölümüne, sevmek... Ölümüne inanmak...
- Sonra...
- Sonra... Sonrası öfke... Bir sabah uyandım. Kendimi değil de onu öldürmem gerektiğine karar verdim. Ölümü hak eden oydu. O kadar çok seviyordum ki, kıyamazdım tabi. Nasıl bir öfkee nöbeti kendime yöneltilmiş. Anlatmıştım ya daha önce, bavulları yapıp hızla çıktığım sabahı. Duyduğum tek his öfkeydi. O kadar çok düşümüz, geleceğe ilişkin planımız, yarınlara yüklediğimiz anlamlar vardı ki... Bu haksızlıklı. Şimdi ayrılıyor olmak haksızlıktı. Neden "biz" diyordum. Neden "ayrılık"? Ne yaptığımı sorgulamaya başladım. Bunu hak edecek ne yapmıştım ki... Güvenimi tamamen yitirmiştim. Kendime, ona...
- Tıpkı makaledeki gibiydi yani...
- Evet... Kızgınlık ve öfke evresi de terminal hastalarla tutuyordu işte. Bazen okuduklarımı gelip sana satıyormuşum gibi mi hissediyorsun. Terecisin ya...
- Terminal hastaları ile ayrılık sendromunu yaşayan hastalarda benzer evrelere rastlamak mümkün elbet. Hele de ayrılığı bir ölüm olarak algılıyorlarsa...
- Bak bu da yazdığım başka bir yazı:

________________________________________Devamını Oku...
Fotoğraf / My Lost Lenore by Daria Endresen
(*) Cicely Saunders


20 Ocak 2010

O ANLARDA TUTUNDUĞUM DALSIN

___________________________________________________________











Dıt... Dıt...

- Alo...
- Duvarlar üstüme geliyor... Boğuluyorum... Midem bulanıyor. Kafamın içinde yüksek sesli cır cır böcekleri... Binlerce, onbinlerce... Susmuyor Serpil... Ne yapsam susmuyorlar... Boğuyorlar beni... Canım yanıyor Serpil. Her yerimden sanki kanlar damlıyor. Nefes alamıyorum...
- Nefes alır mısın... Benimle konuştuğuna göre, nefes alıyorsun... Haydi, canım... Hadi çık bana gel... Ben geleyim mi?
- Yok yok, sakinleşirim şimdi, sesini duymak iyi geldi... Biliyorsun değil mi? Sana da söylemiştim; söz vermişti. Bana söz vermişti. Anlamıyorum... Neden, niye... Değişen neydi söylesene. Gerçek değil gibi duyduklarım. Gördüklerim kötü bir kabus. Gene o rüyayı gördüm. Yeşil bir vadide bataklığın ortasındaymışım... Çırpındıkça batıyorum. Serpil, kurtulmak istiyorum... Bu duygu peşimi bıraksın. Ya da ben onu bırakayım artık istiyorum.
- Sen gittin mi Turgut'a...
- Yok gitmedim bu hafta... Gelme dedi... Haftaya gideceğim. İyi ki sen varsın, sen olmasan ne yaparım... İyi ki varsın...
- Sen de canım benim... Sen de iyi ki varsın... Ebrucum bak bu hafta arkadaşlarla Polenez Köy'e gideceğiz. Sen de gel hadi.
- Yok yok, siz gidin, ben gelemem... Biliyorsun hayata karışasım yok... Selam söylersin herkese...
_____________________________________________________

5. Hafta / 1 Saat

- En son sana geldiğimden beri çıkmadım evden gene. Bir tek o gün boğuluyormuş gibi oldum. Serpil'i aradım. İyi ki, evdeydi. Sakinleştirdi beni... Kendi sesimden gayri bir ses duymak iyi geldi. Yazı yazıyorum biliyor musun? Demiştin ya, aklına geldikçe bir uğraş bul kendine, değiştir odağını diye... Bir de geçen hafta içinde bir makale okudum, ölüm döşeğindeki hastalarla ilgili. Tahmin et ne oldu. Neredeyse her evresi tanıdık geldi. Ayrılık, bazen ölüm döşeğinde olmak gibi... Denedim biliyor musun Turgut, denedim... Elleri buz gibiydi... Teni beyaz...
- Biliyorum Ebru... Bak ne diyeceğim, okumayı seviyorsun, sana bazı konular vereceğim, İngilizcen iyiydi değil mi?
- Evet...
- O zaman orjinallerini oku. Sana henüz bir cevap değil bu. Zorlanırsan Türkçe kaynaklardan da araştırırsın.
- Haftaya gene gel. Gelirken yanında bir yazını da getirmeyi unutma?


__________________________________________________________Devamını Oku...

İPLER

___________________________________________________________


4. Hafta / 1 Saat

- Geçen hafta biraz daha az konuştum kendimle. Dışarı çıktım... İki kere... Birinde ekmek almaya giderken bir kedi gördüm, köşe başında. Bir kedi, yalnız, korumasız, ürkmüş. Dönüşte onu alıp eve götürmeye karar verdim. Arkadaş oluruz birbirimize diye. Bakışları çok güzeldi. Kahverengi, bildiğin sokak kedisi. Hani şu tekir derler ya, işte onlardan... Ama bakışları... Neden bakışları hep üzerimdeydi. Ekmek almaktan dönerken, kedi gitmişti. Bakışları hala üzerimdeydi. Yolun kenarındaki su birikintisini görmemişim, ayağım ıslandı. Bataklık... Bakışlar... Gökyüzü... Mavi... Gökyüzü maviydi biliyor musun? Nazım'ın şiirini bilir misin? Geçen seansta okumuştum. Tepki vermedin. En sevdiğim şiirlerinden biridir. Babam okumuştu çocukken bana. Bir pazar günü... Gökyüzü maviydi... Rüyamda gökyüzü maviydi. Ben bir bataklığın orta yerinde hem ileriye gitmek istiyordum hem de olduğum yerde çırpınıp kendimi boğuyordum. Galiba rüya değildi sana anlattığım. Yaşamımın orta yerinden başladım sana anlatmaya. Neler hissettiğimi anlatıyordum aslında. Ama bunu zaten biliyorsun değil mi? Onun bir rüya olmadığını sen zaten biliyordun. Konuşmayacak mısın bugün...
- Sen anlatıyorsun, ben de dinliyorum.
- Bana aradığım cevabı vereceksin değil mi? Her hafta bu sefer neyin ne olduğunu söylersin umuduyla geliyorum, içinden çıkamadığım bu bataklıktan kurtar beni diye, gözünün içine bakıyorum. Sense oturmuş sadece not alıyorsun. Bir makale okudum geçenlerde, borderline ile ilgili, sonra manik depresif... İnsan ne çok kendini buluyor dimi okuduğu her psikolojik vak'ada...
- Bazı semptomların senle örtüşmesi yeterli değil tahmin edersin ki... Hem çok doğaldır insanın kendinden birşeyler bulması. Bir de işin içine bulma isteği girince...
- Psikoloji okusaydım çözer miydim ki kendimi... Neyim var? Neden bildiğim halde, söküp atamıyorum kendimi ondan. Sanki merkezde o, uydusu ben. Bakışları da bizi birbirimize bağlayan kozmik güç... Aşk, kozmik bir güçtür, sizi diğerine görünmez iplerle bağlayan. Ve sonra da o büyük patlamada, o iplerdir sizi boğan... Özlü söz şahsıma aittir. Ben o iplerle boğmak istedim kendimi. Ölmek istedim. Denedim.
- Sonra...
- Gökyüzü maviydi... İkinci kez ise sokağa çöp atmak için çıktım. Çöpü attıktan sonra da parka doğru yürüdüm. Sebze satan bir kamyonet geldi. Üzerinde bir çocuk. Kocaman renkli gözler, yeşile çalan. Bağırıyordu. Dönüp bakınca gözgöze geldik. Gökyüzü o gün de maviydi. Çocuğun gözleri yeşil. Bakışları onun gibiydi... Uzun uzun baktım ona... Zaten en çok bana bakışını severdim... Uzun uzun bakardı bana... Neden masada otururken ben yanındaydım da O karşımızda oturuyordu.
- Senin yerinin kendi yanın olduğunu anlatmak istemiş.
- Ve onun yerinin masanın diğer kıyısında...

- Bugün kafan dağınık... Bırakmak ister misin?
- Gene ağlama krizine girerim diye mi korktun.
- Bugün ağlamayacağını biliyorum.
- Nereye gittiğimizi ve kimle tanışacağımı bilmiyordum. Fark ettiğimdeyse... Fark ettiğimdeyse, kalkıp gidecek yerim yoktu. Dilini bilmediğim bir ülkede, yolunu bilmediğim bir yerdeydim. Öyle güzel bir gündü ki... Güneşli, sıcak, bahardan kalma bir gün. Büyük gövdeli dev ağaçların olduğu bir ormanın içindeydik. O gün de gökyüzü maviydi biliyor musun?... Neden takıldım ki durup dururken mavi gökyüzüne...



___________________________________________________________Devamını Oku...

19 Ocak 2010

GÖK MAVİYDİ




___________________________________________________________


Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün benden bu kadar uzak
                           bu kadar mavi
                           bu kadar geniş olduğuna şaşarak
                                         kımıldanmadan durdum. (*)


_____________________________________________Devamını Oku...

(*) Nazım Hikmet - Bugün Pazar şiirinden

YENİDEN DÜZENLEME




______________________________________________


 - Tabi ki cevaplarım var... Evde yeşil tonunu kullandığın bir yer var  mı?
- Evet, mutfağım...
- Desene, yaratıcı bir aşçısın...
- Hem de nasıl, bir tarifim bir tarifimi tutmaz da bunun konumuzla alakası ne?
- Neden yeşil dedin...
- Evet, dedim...
- Biz de şimdi neden yeşil onu anlamaya çabalıyoruz.
- Aslında iyi bir aşçı olmak istiyordum ama çamura battım yan mı yattım, hissettiğim su bu nedenle mi? Hani saplanma hissi... Güldürme beni..
- Bana güvenmiyorsun...
- Sana özel değil? Güvenirdim, eskidendi çok eskiden... Yok ki Sezen gibi bir sesim nağmeli söyliyeyim.
- Bugün daha huzursuzsun...
- Bugün daha konuşkansın...
- Bana güvenmelisin.
- Denerim...
- İyi bir aşçı olduğunu öğrendik. Ve bir yanının yaratıcı olduğunu, bir yanının da doğayı sevdiğini...
- Bunları bana sorsaydın da söylerdim, rüyama ihtiyacın yoktu ki...
- Rüyanı anlatmayı sen seçtin...  Ve neden yeşil diye de soran sensin... Bir cevap beklemiyorsan... Devam etmek istiyorsan...
- Hayır, bir cevap istiyorum... Bir cevap istediğim için buradayım.
- Yeşilin, pek çok kavramla ilişkisi var kuşkusuz, ama tahmin edeceğin üzere içlerindeki en güçlü olanı doğa... Yeşil; yaşamı, yenilenmeyi, umudu, doğurganlığı ve dinç olmayı simgeliyor. Paylaşımın, işbirliğinin, uyumun ve cömertliğin rengidir yeşil aynı zamanda. Tutarlılık, kişilik, sadakat, büyüleyicilik, fanatizm ve seviyeli bir şovenizmi ifade ettiği de bilinmektedir. Bunlar olumlu olanları elbet… Bazen de; umursamazlık, kıskançlık, şüphe ve bencillik olarak ortaya çıkar. Güvensizlik de bu bağlamda karşımıza çıkan bir olgudur.  Demin bir şey düşünüyordun...
- Challenge...
- Gösteriş...
- Hayır, meydan okuma... Severim mücadele etmeyi... Yeşille bir bağlantısı var mı diye düşünüyordum.
- Aslında var biliyor musun? Hep mi mücadelecisindir?
- İnanırsam...
- Kolay elde edilen şeylerdense zor elde edilen başarıların peşinde koşmayı tercih edersin yani...
- Evet, böyle de denebilir.
- İnatçı mısın?
- Bazen...
- Neden güldün?
- Annem, stubborn kelimesine eşittir deyip adımı yazmıştı da, o geldi aklıma...
- Annen... Oysa hep ondan bahsederdin, ilk defa annenden de bahsettin...
- Bahsetmedim. Bir an hatırladım sadece...
- Peki, zamanı var belki...
- Belki...
- Kendini tanımla dediğimde; çevrenle uyumlu, yumuşak ve içten bir atmosfer yarattığını söylemiştin. Değişikliğe gösterdiğin tepkindense hiç bahsetmemişiz...
- Uyum sağlamakta zorlanırım.
- Yaşama bakışını yeniden düzenlemen gerektiği hissine kapıldığın oluyor mu?
- Sıklıkla!
- Şu saplanma üzerine konuşmak ister misin?
- Konuşacak bir şey yok ki, insan bataklığa saplanır. Kurtulmak istedikçe batar... Biliyorum, onun bir bataklık olduğuınu düşündüğüm için rüyamda bir bataklık gördüğümü söyleyeceksin. Yenilenmek ve kurtulmak isteğim de, umudun rengi yeşilde belli ediyor kendini. Ama bir yanım kurtulmak istemediği için de, bataklıktan kaldırmıyorum kafamı. Gömüleyim istiyorum... Bir tek o olsun... Onda boğulup gideyim... Güvensizlik yiyip bitiriyor beni ve şüphe kemiriyor beynimi... Bazen, tek bir an umursamıyorum bana yaşattıklarını. Sonra, inatçı ve mücadeleci tarafım pes etmiyor... Bencilce, sadece kendi sevgim için, belki de olmayan bir bataklığın içinde boğuyorum kendi kendimi... Duygularımla hareket ediyorum değil mi? Bir tür bağımlılık benimkisi... Bu nedenle saplanıp kaldığımı hissediyorum. Bu nedenle onsuz kaldığımı düşündüğümde nefessiz kalıp boğuluyorum. Rüyamda neden kara bir bulut var ve kara bulut neyi temsil ediyor anlıyorum şimdi; kara bulut kendimim. Gökyüzünün maviliğini kendim kapatıyorum.  Gökyüzü maviydi biliyor musun?


_________________________________________________________ Devamını Oku...
Fotoğraf