26 Kasım 2012

Rakı İçmenin de Bir Adabı Var Elbet! de Kime Ne?


Benimkisi pazartesi sendromu değil, bildiğin bir iş tatminsizliği... Geçer, geçiyor. İşler durgun, bünye problemli olunca böyle oluyor. Her şeyden bir dert edinme becerisi gelip bedeni sarıyor. Sonra arayışlar, arayışlar... 

Kaç gecedir bir sofra kurup rakı içesim var. Kaç zaman oldu, bir rakı masası kurup da dost sohbetlerinde yaşamın sırlarına vakıf olmayalı hatırlamıyorum... Ama bildiğim, rakıyı çok özlediğim. 

Eskiden -yani gençken- sanırdım ki içkiyi ne kadar çok içebiliyorsan o kadar marifet, şimdiki yaşlarıma denk gelir, içkinin marifetinin sofrada ne kadar uzun kalınabildiğinde saklı olduğunu öğrenmem. Geçmiş zamanlarda bir sofra kurardım, sanırsın 20 kişilik davet var evde. Hepi topu 5-6 yakın arkadaş bir araya gelip havanda su döveceğiz: Çalıştığımız yeri, Türkiye'yi ve hatta dünyayı kurtarmakla başlardık işe, baktık işin içinden çıkılmıyor, onun bunun ilişkisine bok atar, gece ilerledikçe kendimize döndürürdük meseleleri... Hiç biri çözülmezdi... ya da biz ertesi sabah bulduğumuz çözümleri hatırlayamayacak kadar milyon dünya kafalarla uyanırdık. Öyle çok yer, öyle çok içerdik ki, ertesi gün geceden haz ile bahseden bir tane adam çıkmazdı ne yazık ki... 

Bugün dolanırken okunmamış meraklarda, Mehmet Yasin'in yazısına denk geldim: Rakı, kebapla da balıkla da içilmez... Eyvallah da rakı bir zevk meselesi, kime ne diyesi geliyor insanın böyle yazıları okuyunca. Her işi kitabına uydurduk da rakı eksik kaldı sanırsın. 

Balık ağlar denirdi bize yanında bir buzlu rakı ile içilmezse... Öyle olmadığını zamanla anladım. Damak zevki gelişmiş bir insan olarak, rakı masasına meze hazırlamak konusunda ciddi ciddi araştırmışlığım ve denemişliğim vardır. Severim. Hem hazırlamayı hem sunmayı hem de rakıya eşlik eden sohbetin içinde olmayı. Rakıyı buzsuz severim, birebir gibi bir ölçü ile çok soğutulmuş rakı üzerine çok soğuk su eklerim. Yanına su alırım, bazen suya buz kattığım da olur... Öyle her yemeğin yanına rakı içmeyi sevmem. Rakıya hazırlanmayı severim. Rakıyı beklemeyi... Yudum yudum keyfini çıkartmayı severim... Kısacası; rakıyı meze etmem hüznüme, ben rakıyı ortak edenlerdenim sevinçlerime...  

Rakı üzerine bu kadar yazınca es geçmek istemedim tatlarımı; işte ilk aklıma gelenler...
  • Mutlaka Ezine
  • İlla ki zeytin, mümkünse kırık ve bol ekşili yeşil
  • Kereviz salata ki ben elmalı ve cevizli yaparım
  • Patlıcanlı bir meze olmazsa olmazım, közlenerek yapılanıdır makbülüm
  • Yoğurtlu bir tat isterim, ya cacık ya da biber borani azıcık acısı kendinden olmalı tabi
  • Ezme şart değil ama olacaksa sarımsaklı, cevizli olmalı, Hayruş usulü
  • Denizden bir tat isterim masanın orta yerine; lakerda favorim ama börülcesine de hayır demem doğrusu, 
  • Kalamar tava ya da hakkı verilmiş bir çızlama keyif katar masaya
  • Muska böreği ya da sigara böreği açlık derecesine göre yerini alır illa
  • Kavun olmadı mandalina, elma ya da mevsimine göre kaşık ayva 
  • İlginçtir ki favayla hiç işim olmaz, 
  • Pilaki, annem yaparsa fena olmaz hani
  • Mevsimine göre bolca salatayı rokasız düşünemem mesela
Hımm, sanki zamanı gelmiş bir rakı sofrasını kurmanın, çevresine dostları toplamanın...
Muhabbetinizin bol olduğu güzel zamanlarınız olsun anı kumbaranızda biriktirdiğiniz... 
Can cana, cam cama değsin efendim... 

22 Kasım 2012

Hayatın Akışını Yavaşlatmak Mümkün mü?

Bu sabah zor kalktım yataktan... Bünyem "yapış" diyordu, "yapış yatağa, gömül içine, sar bedeni bedene"  Hayatın akışını yavaşlatmak mümkün mü gerçekten... Hani şu duadaki gibi... Tanrım beni yavaşlat! demekle yavaşlar mı hayat?

***

Dünden beri bir arkadaşımın sesi çınlıyor kulaklarımda; "biliyor musun, azalttım hayatımda ne varsa, giysilerim bir sırt çantasına sığacak kadar mesela, evde ise bir koltuk üç minder, bir yatak  iki yastık sadece, bir kaç kupa kahve için, iki kadeh, 3 tabak, bir kaç çatal, iki bıçak, bir tahta kaşık, iki boy tencere, ha! bir de tava... Az olunca geride bırakması kolay oluyor... Ne fark ettim biliyor musun, azalttıkça, çoğalmışım aslında, özgürleşmişim"




Özgürlük Üzerine*... Yazıp, düşünmeme sebep olan şey, üniversitede verilen bir ödevdi aslında. Belki de ilk defa özgürlük üzerine düşünmüş ve hatta düşünmüş birinin yazdıklarından yola çıkıp felsefik bir tartışmayı kendimle gerçekleştirmiştim. Ne kalmıştı geriye... bunu hatırlamaktan başka. 

***

Andre Gide; "açılmamış kanatların büyüklüğü bilinmez" der. Cesaretli olmaktan bahseder. Kendi becerilerinin farkında olup da sırf cesaretsiz olduğu için başaramamış insan çoktur. Çevrenize bir bakın, çok da insan sarrafı olmaya gerek yoktur. Onları hemen fark edersiniz. Farklıdırlar, genel bir hoşnutsuzluk hakimdir bakışlarında: kendilerini kendilerine dert edinirler. Sorun çözmek noktasında başkalarına oldukları desteğin onda birini kendilerine olsalar... olamazlar. Hayata karşı alaycı olsalar da, iç sıkıntılarından kaynaklı yükleri, bedenlerinden taşar; sık hasta olup, bol hayal kurarlar. 

***
Hayaller bir süre sonra yük gibi gelir insana, duvar olurlar zamanla. Katı, yüksek, geçilmez... Yükleri arttıkça duvarları çoğalır insanın. Duvarları kalınlaşır, yükselir, koyu renkli, kaba bir yapıya dönüşür. Dünyası küçülüverir insanın. Gitgide kendine sığınır. Kendinde yaşar. Tüm kapılarını, pencerelerini teker teker kapatması bu yüzdendir. Boğulma hemen bundan sonra başlar: genellikle duvarların üstüne üstüne gelme hissi ile eş zamanlıdır. 

***
İnsanoğlu küpüyle doğar... Dertleri biriktirir küpünde, insanları, bakışları, başkasının değer yargılarını hatta üzüntülerini, sıkıntılarını büyütür. Mutluluk nedense hep küpün dışında kalandır. İnsanoğlu bir avuca doğar...   Ve o avuç kadar bir dünya kurar kendine. Ne çok severim o avuçtan taşıp da yepyeni şehirleri, insanları, sokakları, trenleri, çiçekleri, bahçeleri, barları, denizleri, gölleri, göçmen kuşları kendine dünya edinen gezginleri ben... Bir sırt çantası içine sığar her şeyleri... Hayalleri bile o kadarcıktır işte. Sırt çantasının ön gözü kadar. 

***
Telefon çalışıyor: 
"Nasılsın?"
"Karışığım" diyorum... "karmakarışık..."
İçim devam ediyor saymaya: küpüm, avcum, duvarlar, sırt çantam, hayallerim, kanatlarım... cesaretsizliğim... kırgınlıklarım... Sayıp gidiyorum konuşmanın akışından kopuk. 

Kapatıyorum telefonu... Belki de kapatmadan çok önce "görüşürüz" diyorum. Hem de görüşmek istemediğim halde. 

Sesler karışıyor, kulağımda bir uğultu. Kalbimin ritmi bozuluveriyor. Gözlerim kararıyor. Kendimi karşıdaki koltuğa dar atıyorum. 
İçimdeki kavga büyüyor... Kulaklarımı tıkamak istemem bu yüzden: Kendin ol! Kendin olmaya cesaret et! 

Biliyorum; mutluluk varsa, kendimde, kendi dünyamda... 












görsel/1x.com

* İngiliz filozof ve iktisatçı John Stuart Mili (1806-1873); tarafından kaleme alınmış, insanın en değerli varlığının "özgürlüğü" olduğunu savunan eserdir.

19 Kasım 2012

Söylenmeyi Bıraktım (Şimdilik!)

Kendi kendime hayatı zehir ettikten sonra -ki izlerini yıldızlarda arama, bildiğin serzeniştim ben buralarda, hatta öyle böyle değil uzunca bir kaç yazı boyunca-  önce hafta sonunu iple çektim, sonra gelsin sazlar oynasın kızlar misali ver elini İstanbul dedim. İyi ki... 

Bir kaç gezme-tozma yanında bol kahkaha iyi geldi bünyeye bir anda... Gurme bir hafta sonu geçirdim diyebilirim. Yolda acıkan karnımın imdadına, sarıkanatlar yetişti. Barınak; ahşap dokusu ve hemen martılara selam vereceğiniz bir uzaklıkla denize nazır konumu ile küçük kasabanın şirin bir mekanı...

Cuma akşamının mekanı Sabırtaşı oldu. Uzun, upuzun bir yürüyüş ki, yedikule, samatya, trenle aktarmalı sirkeci, karaköy - tabi ki Güllüoğlu'nda nefsi köreltecek bir tatlı molası- tünel, taksim meydan, tarlabaşı tarafından ara sokaklardan tünele dönüş, nevizade, Sabırtaşı'nda yöresel lezzetler molası ve 180 derece beyoğlu görsel şovu - tünel, galata kulesi, karaköy, sirkeci...

Eve vardığımda ayaklarım benim değildi... Onları koyacak bir yer bulmak konusunda da epeyce zorlandım ama her adımına değdi.

Ertesi gün, karşının ve vapurun hatrı kalmasın diye bu sefer de Kadıköy ve Caddeye yayılan bir güzergahta kah o kaldırıma kah bu kaldırıma bıraka bıraka kahkahaları, molalarda elde kahve -ki toffee nut latte kesinlikle tavsiye olunur- günün sürprizi, günün keyfini taçlandıran-eski zaman mekanlarından Onur İskenderde- Patlıcan Kebap -ki, o köz soğan ve sarımsakla bezenmiş kebap fikrini bulan ustanın eline emeğine sağlık- sonrasında bir kahve molası ve bence fıstıklı profiterol denince akla mutlaka gelmesi gereken Manolya Pastanesi'nde bir kaşık şımarıklık ve elbette caddenin gece büyüsü değişilmez anılar kumbarasına dönüştürüverdi olanı biteni... 

Pazar sabahın erkeninde 5 ada bir salon evin manzarasında buldum huzuru... Sessizliğin sesinde bir martı çığlığı, geceden kalma bir kedinin mırıltısı ve balkondan sarkan bir sepet mutluluğun tablosunda, koltuktaki bendim... Ve bu tablonun adını iliklerime kadar hissettim: Huzur...


Günün telaşıyla başlayan çemberlitaş - sultanahmet yürüyüşü; karaköyde, uzun kuyruklu bekleyişlerin mekanı ve önce gözün doymasını sağlayan vitrini ile Namlı'da son buldu. Zamana yayılmış merakları önce bir giderelim elbet karnımızı da doyururuz hallerinin en güzel kısmı belki de çayın buğusuna karışan mutlu gözlerin buğusuydu. Heyecanlarına ortak olup, kahkahalarını paylaştığım dostların yanıbaşında gözlerimin içi en az onlar kadar gülümsüyordu...  

Akşam üstü Bursa'ya dönüş yolunda dertlerinden arınmış, yüklerini omuz başlarından alıp kaldırımlara bırakmış, endişelerini martılarla paylaşmış bir kadın olarak gözlerimin ışıltısını kırpıp yıldız yaptım geceme... Eve vardığımda beni buz gibi karşılayan mutfakta sıcak bir tarhanayı pişirdim biraz daha aheste, yedim afiyetle. İçim ısınırken, gidişime biraz bozulmuş olan salonumla arayı kapattım. Sanki o günlerdir üzerime gelen duvarlar yıkılıp gitmiş gibiydi.

Bazen nasıl da dar ediyorum hayatı kendime diye düşünürken, bir kaç ses beliriverdi kafamın içinde: 
Biri şöyle diyordu; kendi hayatının değerini bil... 
Bir diğeri şöyle; yaşadıklarının değerini bil... 
Ve bir diğeri ise şöyle; kendi değerini bil... 









14 Kasım 2012

Sebzeli Noodle, Çin Eriştesine Karşı



Biliyorsunuz bu aralar bünyemle problemlerim var, açık açık anlaşamasak da bir arada yaşayıp gidiyoruz. Hal böyle olunca bünyeyi mutlu etmenin çeşitli yol ve yöntemini arıyor ve ne yazık ki sıklıkla damak tadında öneriler geliştiriyorum. Geçen gece gene dertlerimden zincir yapıp takmışken, başladım düşünmeye, bir hal çare bulma hevesi ile gittim evin en güzel ve de özel köşesine. Oturdum yüksekçe bar taburesine, bir elim haliyle çenemde, diğer elimin baş parmaktan destek alan dört parmağı sanki biraz gergin masaya vurmakta: ne yapsam da ne etsem... Dedim ya böyle zamanlarda bünye garip bir açlık krizinde, sanırsın son on yıldır vermedim kendisine bir sebep, neşelensin diye. 

Akla düştü o sırada bir noodle, sebzeli olsa da hafifletse suçunu diye düşünürken, aklıma geldi soyanın filiz hali, brokoli ve tabi ki mantarlar içinde en sevdiğim porcini... Yapması kolay, yemesi leziz bir tarifle karşınızdayız bünyeyle bu sefer, önce gerekli malzemeler:

Gerektiği kadar porcini mantarı
Gerektiği kadar brokoli
Gerektiği kadar soğan
Gerektiği kadar sarımsak
Gerektiği kadar soya filizi
Gerektiği kadar yağ biberi
Gerektiği kadar soya sosu / teriyaki sos
Gerektiği kadar susam
Gerektiği kadar karabiber
Gerektiği kadar yağ
Gerektiği kadar zencefil rendesi
Gerektiği kadar wok tava (bi tane yetiyor normalde)

Wok tavaya bir parça yağ koyun benim tercihim fındık ve zeytin yağını karıştırmak, küpten biraz büyükçe ve uzunca kesilen soğanları attım tavaya, biraz kızıp diriliklerini kaybetsinler diye, bir kesme şekeri de soğanla erittim ki lezzet katsın lezzetine... Sonra diş diş sarımsakları ekledim üzerine ve kırmızı yağ biberini neredeyse ikiye iki kare kesip ekledim. Mantarların küçük olanlarını ayırdım ve ikiye kestim, böylece hem diri kalmalarını sağladım hem de görüntü olarak yandan bakınca mantar formunu kaybetmemelerini sağladım. Mantar suyunu salınca bir parça soya sosu koydum, aslında teriyaki sos çok daha fazla yakışıyor tavsiye olunur ama ben bir de onu hazırlayacak enerji ile donatılmamıştım. Yetinmeyi de bilmek lazım... 

Tencereye koyduğum suda 6 dakika haşlanacak olan çin eriştelerini paketinden  çıkarttım, eş zamanlı olarak  yumrularından minik minik çiçekler elde ettiğim brokolileri wok tenceremin sıcağına bıraktım. Soya filizini de süzüp ekledim. Brokolinin yeşili dönerken bir tutam susam ekledim karışıma, vakit kaybetmeden eklediğim zencefil rendesi ve karabiber öğütülmüşü mis gibi kokularını salınca ortalığa, kıvamını bulmuş çin eriştelerini aktarıverdim wok'a...

Şöyle bir alt üst edip servis ettim çukur kaplara. Benim tercihim, "chopstix" ile yemek ve yanında mutlaka şarap içmek olunca açtım ortaya Diren Collection, Kalecik Karası ki, kesinlikle bir harika... 

Afiyet olsun efendim bünyesinden şikayetçi olup da arayı bulmak için çaba harcayanlara gelsin bu tarif: batsınnnnn bu dünya

13 Kasım 2012

Başı Bağlı Pergel

Ah bünye gene ruhun bedenine dar, için dışından taşıyor... Bir garip hallerde, hayallerde gezinip duruyorsun. Uykunla saklambaç oynuyor, hep ebe olmayı seçiyorsun. Yaşadığın hayat düşlediğin değil, merakların yaşantınla örtüşmüyor. İşin içinden çıkamıyorsun. Uzun uzun mektuplar yazıyor, atmaya bile cesaret edemiyorsun. Hayallerini gerçekleştirebilmiş insanlara bakıp bakıp "neden harekete geçmiyorsun" diye kendine öfkelenmelerin ne yorucu bir bilsen. Kendinle kavganı etrafına bulaştırıyor, mutsuz benlerinin kanatlarını havalandırıyorsun. Kendinden memnun değilsin. Kim memnun ki deme, sen de biliyorsun hayallerinin peşinden koşanlar hep barışıktır kendiyle. Bir pergel gibi hayatın bir ucuna tutunmuş bir bacağın, onun etrafında dönen, ucuna bağlı kurşun ağırlığı taşımakta zorlanan diğer bacağınla bir dargın bir barışıksın. Boş bir kağıda çizilmiş fasit daireden ibaret bir hayatı yaşıyorsun, sonra dönüp bir bakıyorsun ki, daire sandığın şey bir kare... 

Bunu birilerine anlatabildiğini sanmıyorum. Bana bile anlatamadıktan sonra...