05 Şubat 2009

YOLCULUK


Yüreğimde bir sızı kalacaktıysa da
Gelmediğin için değil
Gelip de gittiğin için olsaydı bari...


Tutacağım elini
Son sözlerin mi olacaktı yani.
Sana inanmışlığın hüznü
Son aldanışın eseri şimdi

Ben sana sevdalandım
Sana sarıldım
Seninle uyudum sanıyorsun

Sen daha anlamıyorsun
Ben bendeki seni sevdim en çok
Ellerini tutacağım demiştin

En büyük acın içinden çıkıp da

karışınca güne
Ben sen de yok olma pahasına
Senle bakacağım yüreğinin derinlerine
Acının yokluğu geride koca bir
boşluk bırakacak
sen bana kızacaksın umarsızca
Ama gene de geleceğim sana
Tutacağım elini
Seveceğim yüreğini
Bilsem de aslında senin için
Karanlıkta bir yalnızlık duygusuyum sadece
Ve bilsem de aslında sen bana değil
Sendeki bana sevdalısın


İçerlemiyor değilim ama
Boş ver sen bana bakma


Ben bineceğim bir otobüse
Yol boyu terettüt edeceğim içten içe
Ama sen dememiş miydin bir seferinde
Tereddüt etmek iyidir
İnsan doğruyu bulur yüreğinde
Ben sadece yüreğimi alıp yanıma
Geleceğim yanına
Kırsam da kırılsam da
Sürse de bir gün bir gece
Gene de geleceğim yanına
Tutacağım ellerinden
Öpeceğim doya doya
Başka hiç bir şey için söz veremem ama
Tutacağım ellerinden...
...

______

04 Şubat 2009

VERTISUS


Bir aydan fazladır görüşmüyorlardı…
Kadın masasının başında son katılacağı kongre bildirgesini hazırlarken, konuşmaları geldi aklına:
...
- Sana geleceğim bu gece
- Hem de bu gece nasıl olacakmış o
- Bulduğum ilk araçla
- Zaten gecenin bu yarısı kesin bulursun bir araç
- Koşarak gelirim ben de…
...

Ertesi gün gelen maille adamın ne kadar ciddi olduğunu anlamıştı. Lütfen Ciddiye Alın başlığındaydı... Sevdiği adamdan geliyordu. Heyecanla maili okumaya başladı. Sevgilisi gene harika bir öykü kurgulamıştı. Sevdiğine Koşan Adam – Vertisus adında. Ve bir link vardı mailin sonunda.
www.sevdiginekosanadam-vertisus.com.tr İnanamadı. Linke tıkladı. Adam yola çıkmıştı o sabah. Yıllık izninden 10 gün almıştı. Üzerindeki tişörtte SANA GELİYORUM… yazıyordu. Deli demişti içinden. Serseri…


Yola çıktığının 5. günüydü
Sabah haberleri sevgilisinden bahsediyordu.
Kadın adamın açtığı bloga kendi düşüncelerini giriyordu fırsat buldukça.
O sabah şöyle bir not düştü tarihe…

"Haberin geldi… 72 saate kadar burada olacakmışsın. Görmelisin yüreğimi, hızına erişemez oldum. Ellerim ayaklarım telaşta… Nerede duracaklarını bilmiyorlar haberin geldiğinden beri dağınık şimdi tüm düşünceler…

En sevdiğin yemekler yapılmak üzere sıraya girdi bile. Önce pazara çıkılmalı… Yaprak alınacak, bir de patlıcan. Yoksa bir rakı sofrası mı kursam ? En sevdiğin balık ve deniz mahsulleri… Yanına sadece bol salata tabi bir de sarma."


Gelmesine kırksekiz saatten az bir süre kala telefon acı acı çaldı, yüreği hop etti kadının.
Telefondaki ses;
"Yakınınızmış cep bilgisayarında sizin adınız kayıtlıydı o nedenle aradık. Gelseniz iyi olur…"

Kadın olduğu yerde yığılıp kaldı. Yola çıkacak gücü kalmamıştı. En yakın arkadaşından yardım istedi. Yolda olup biteni anlatırken…

“Doktorlar aradı. Önce inanamadım olduğum yere yığıldım kaldım. Canım ya İstanbul’a kadar gelmiş. Taksim’de kısa boylu, çelimsiz, cılız bir adam kollarından tutup sarsmış. Görgü tanıklarının söylediği bu… Birden çıkmış karşına adam sabah sabah. Adam koşarak uzaklaşmış sonra...
Bizim ki yığılmış kalmış sokağın ortasına. Çevreden görüp de hastaneye kaldırmasalar…”

Ağlamaya başladı kadın kelimelerin ortasında. Deli dedi… Koşarak sevdiğine gitmek ancak bir delinin işi zaten. Kadın bu düşüncelerle hastaneye vardığında...


________

03 Şubat 2009

EMİR

Tüm sözler seninse sessizlik benim. İçimde açan bu siyah şey senin, Yüzümden, elimden, kalbimden damlayan, Yerlere saçılan bu renkler senin, Elinden tutar hep götürür seni, Kapılar kapatır bırakır beni, Geride derinde gecenin içinde, Seni izleyen o gölge hep benim. Uzaklar seninse, tüm yollar benimdir, Gördüğüm yüzünse sevmek bana emirdir, Sana uzanan sadece ellerimdir, Hissetmelisin! Kalbim en sağlam, en yıkılmaz kalemdir, Yıldızlar seninse, karanlık benimdir, Sözlerim en dokunulmaz mabedimdir, Gitmemelisin. Hoşçakal deme… Kal.. Uzaklar seninse, tüm yollar benimdir, Gördüğüm yüzünse sevmektir emir, Sana uzanan sadece ellerimdir, Hissetmelisin! Kalbim en sağlam, en yıkılmaz kalemdir, Yıldızlar seninse, karanlık benimdir, Sakın vazgeçme... Sakın vazgeçme... Gitmemelisin... Hoşçakal deme… Kal..

02 Şubat 2009

SÖYLE



sen düşününce geçmişini
yaşadım yeterince diyor musun
ve hayalini kurunca geleceğinin
sen olabilecek misin yüreğinden geçtiğince
ölürken sevecek misin kendini gerçekten
ve seni uğrulayanlarla birlikte
helal olsun diyebilecek misin kendine inanarak
kendine gerçeği itiraf edebilecek misin yani
biraz yalansız
biraz acıtarak
gidebilecek misin bu dünyadan
geride bir sen bırakarak
______

DÖRT DÖNDE ... hehe

Beenmaya mimlemiş beni.
Bazı sorular sordum kendisine mime dair, kafama göre takılma konusunda izin çıktı bana. Başlıkta ola ola bu oldu sonunda...

Bir de 100 verdim kendime, soruların hepsine bir cevabım var diye...

Bazı bloglarda okurken sorulara cevaplar vermiştim, cevaplarım dün neydi bilmiyorum ama bugün böyle…

Yaptığım 4 iş...
~ Konuşmak işim gereği
~ İkna etmek huyum gereği
~ Sevmek yüreğim gereği
~ Kazık yemek doğam gereği

Defalarca izleyebileceğim 4 film…
Beenmaya burada sana özel not:
elma diyorum başka da bir şey demiyorum.

Yaşadığım 4 yer...(5 olsa…)
~ Bursa
~ Eskişehir
~ İstanbul
~ Joannesburg (ilk okuduğum kitabın galiba 7 yaşındaydım kahramanı zenci çocuk burada yaşıyordu. Ben o gün bu gün orada yaşarım.)
~ Küba (Siz ne derseniz deyin ben bir önceki hayatımda burada yaşadım.)


İzlediğim 4 Tv programı...
(dizi olsa ama düzenli takip etmesek - obsesif durumlar kabul olsa)
~ 4 kere kadar seyretmişliğim vardır Sex and The City’i.(Utanmaz bir daha da seyrederim. Bir kere fena halde ayakkabı düşkünüyüm bu bir, ikincisi kadın yazıyor, üçüncüsü dostluk her şeyin ötesinde, dördüncüsü özgürlük içimizde J)
~ Grey’s Anatomy
~ NCSI
~ House

Tatil için gittiğim 4 yer...
~ Her yere gidebilirim… Dağa… Denize…
Asos'tan Side'ye tüm sahili gezmişliğim olmakla birlikte,
~ Çeşme
~ Uludağ

En sevdiğim 4 yemek...
~ İlla da annemin zeytinyağlı sarması olmadı şuşumunki…
~ Karnıyarık – Pilav – Cacık (bu üçlü ayrılmaz onlar tek bir yemek aslında)
~ Leyla ablanın mantısı bol sarımsaklı olsun lütfennnnnnnnn
~ Denizden babam çıksa yemem ama her türlü deniz canlısı-cansızı yanında rakıyla…

Hemen şimdi olmak istediğim 4 yer...
~ Bir arabanın içinde yağmur yağarken müzik dinlemek ve güneye doğru gitmek
~ Dostlarla bir şarap evinde
~ Aydın Boysan’lı herhangi bir rakı masasında babam da yanımızda olabilir mi?
~ Bir adamın yüreğinde, aklında, hücrelerinde

Bir yağmur damlası olsaydım düşmek isteyeceğim 4 yer... (tek yer olsa…)
En çok bir yüreğe düşmek isterdim içindeki umut filizlensin diye

Şimdiden cevaplarını tahmin ediyorum ama şaşkınkova buyurun canım ilk miminiz hayırlı uğurlu olsun. Hadi şaşırt beni cevaplarınla...
________

01 Şubat 2009

SABAH SABAH



Sabah sabah acıyla uyandım güne… Oysa ne güzeldi gecemiz. Sen hiç olmadığın kadar anlayışlıydın bana. Hatta bir ara kalkıp masayı toplamama bile yardım ettin. Bir tuzluk taşıdın ama olsun… Dışarıda yağmur yağıyordu. Loş bir ışık eve huzur veriyordu her zamanki gibi. Evdeki mumlar titrek ışıklarıyla eşlik diyordu gecemize, garip bir tedirginlik vardı mumların ışığında. Fonda o hep tanıdık tını…

Mutluydum ben ve sen hiç olmadığın kadar yakındın bana. Yüzümü okşadın önce, elimi tuttun sonra ve ayağa kaldırdın beni. Sıkıca belimi kavradın ve başladık dans etmeye. (*)


Teninin kokusunu çektim içime. Sen baktın gözlerime. Şarkıyı mırıldanıyordun belli belirsiz. Sonra döndürüyordun beni defalarca. Bir şey söylemek istiyordun da sanki sözcükler çıkmak istemiyordu. Müzik bittiğinde beni şöyle bir döndürdün etrafımda. Kendine çektin sonra. Hiç öpmediğin gibi öptün beni.

Bir şey olacaktı o gece ben hissediyordum,
sen biliyordun.
Ama geciktiriyorduk her ikimizde…

Oturduk koltuğun köşesine. Sen sarmaladın beni kollarınla sanki son kez sarılıyormuşçasına. Öptün öptün öptün saçımın her telini. Parmaklarımı, tenimi. Bakışlarını kaçırıyordun hissettim. Sırtımı sana yaslamıştım. Güven duymadığın anlar vardır ya… Hani derdin sen bana

“Bir şey söylemene gerek yok, sen gel yaslan bana.
Ben senin limanınım bunu hiçbir zaman unutma”

Yok bu sefer öyle güçlü durmuyordun arkamda. Hatta kendi bedenimi taşıyabileyim diye geriye atıyordun bedenini usulca. Hem anlaşılmasın istiyordun hem de fark edilsin. Nasıl olacaktı ki bu söylesene bana. Sonra sen yüzümü yüzüne çevirdin. Baktın gözlerinle söylediğini ben anlatayım diye yalvardın bana. Bildik bir cümle döküldü dudaklarından belli belirsiz. “Sen çok iyisin… Sen bana karşı her zaman sabırlı, her zaman anlayışlıydın” Sustum sadece ve susmanı diledim sessizce. Sen sustun. Bir şey söylemeyecek misin dedin. Hiçbir şey söylemeyecektim.

Ama içim haykırıyordu avazım çıktığı kadar. Bağır bağır bağırıyordum ben sana. Ama kıyamazdım ki sana. Sesimi yükseltip incitemezdim ki erkeğimi. Sustum. Bir an önce o kapıdan çıkman için yalvarıyordu gözlerim.

Sen fark etmedin ama o son bakışında: Elimi tuttun, avucuma bir şey bıraktın. Al bunu koy yüreğine dedin. Unutma beni. Öyle parlaktı ki o anda ne olduğunu anlayamadım. Aldım yüreğime koydum. Bir ağrı saplandı anlayamadım. Ben acının nerden kaynaklandığını bulmaya çabalarken…

Çıktın.

Sen gidince mutfağa attım kendimi, bulaşık yıkadım önce, sonra mumları söndürdüm ve ışığı açtım en parlak haliyle. Etrafı topladım. İçimdeki sesi duymamak için müziği en sonuna kadar açtım. Geceydi, geç olmuştu ama umursamadım. Neden sonra anladım, avucuma bıraktığın her neyse yara açtı içime. İçimde açılan yaranın çapı küçük olsun, yüzeysel olsun bir de çok acıtmasın diliyordum sadece.

Öyle olmadı…
Günler geçtikçe derinleşti yaram.
Acısı oturdu yüreğime.
Yüreğim atmadı sonra bir ara.
Kanım çekildi.
Günlerce yatağımdan çıkmadan bekledim sessizce.

O günden sonra…
Sesin sesime değmedi…
Yüreğin yüreğime…
Tenin tenime…

Günler sonra bir sabah uyandım ben içimde tarifsiz bir acıyla
Ne oldu, bu da nereden çıktı derken
Bir şiir geldi aklıma

“Eski bir aşk,
yeni bir ayrılıktır her zaman.
Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır;
kimse bilmez be canım
bir yara bir ömrü nasıl kanatır” (**)

_________
Fotoğraf

(*) Dans müziği için James Blunt - You're Beautiful' u dinleyebilirsiniz. Evrenin Ritmi'nde 105.
(**) Yılmaz Odabaşı – Bir Aşk Yara




BİR DÜŞ GECESİ (*)







Yağmur yağsa deliler gibi, biz hiç konuşmasak, tutmamış olsak ellerimizi.
Hatta ikimiz de adı konmamış bir sevdanın içinde olsak.

Ben arabayı kullanırken sen yanımda otursan öylece… Yağmur yağsa üstümüze. Biraz ürkek biraz hızlı araba kullandığım için sen tedirgin olsan. Ağzından çıkabilen tek kelime dikkat et olsa. Radyo da kanal çekmese… Sen sinirlensen bir sigara yaksan ikimize… Yağmur giderek hızlansa… Sonra kaysa arabamız yağan yağmurdan, çarpsak bir ağaca ve kentin ışıkları çok geride kaldığı için çalışmasa telefonlarımız. Bize bir şey olmasa ama arabamız çalışmasa… Yürüsek ormanda bir süre, bir kasabada bir bara denk gelsek. Girsek içeri. Çekici sabaha gelirim dese. Biraz şoktan biraz da sinirden votka shut atsak seninle.

Üçüncü shutta fark etsek konuşmadığımızı ama söylemek istediğimiz çok şey olduğunu… O sırada bir şarkı çalsa sözlerini yarım yamalak bildiğin. Ben sana eşlik etsem, sesimin en mutlu tonunda. Gülmeye başlasak ve sen ilk defa gözlerimi fark etsen o gece. Bardaki diğer müşteriler eşlik etse bize... Sen ve ben barın üstüne çıkıp şarkı söylesek avazımız çıktığı kadar… Detone olsak ama umursamasak… Sadece gülsek beraberce… Ben ilk defa gülmenin sana ne kadar yakıştığını fark etsem… Sonra sen elimi tutup beni aşağıya indirsen… Dışarıda yağan yağmura rağmen arabamıza gitsek... Yağmur hiç durmadan yağsa o gece… Güneşle uyansak güne… Bakışların düşümdeki gibi olsa, gözlerin gözlerimi o sabahtan sonra hiç bırakmasa…

Olmaz mı?



______
(*) 27 Dresess Filminden Bir Sahne üzerine kaleme alınmıştır. (Ben bu bar olayına takıkım da o nedenle etkilenilmiştir. Filmi izlemeseniz de olur. Ya da haftasonu sabun köpüğü niyetine izlenmesi tavsiye edilir. )

31 Ocak 2009

SEN ÜZÜLME






Yoksun kaç gündür yüreğimde…
Alışık değilim sensizliğe
Dayanamadım aradım seni eski fotoğraflarda
Baktım mutluymuşsun aslında
Alnımdan öpmüşsün bir seferinde
Bir seferinde de elin elimde
Gönderdiğin son fotoğraflara takıldı gözüm
Yüzünde son yangınlardan kalma bir hüzün
Ne kadar uzaksın sevdiğine
Ne kadar yabancısın kendine

Dilimde günlerdir hep aynı şarkı
“sen ağlama…
bir damla gözyaşın yeter...
sen üzülme…”

Sen olamasan da şimdiki zamanımda
Yüreğinden geçeni bir tek ben biliyorum hala
Boşuna çığlık atıp durma
Duyduğumu belli etmeyeceğim bu sefer sana
Bu sefer ben
Sadece susup bekleyeceğim
Benim için çığlık atan biri olunca
Koşup ona gideceğim
O zaman seni aramayacağım eski fotoğraflarda
Merak etmeyeceğim; mutlu musun yoksa mutsuz mu…
Ben sevdiğimle çığlık atacağım hayata
Sen ister duy ister duyma
O söyleyecek bana şarkımı bu defa

“kara gözlerinden bir damla yaş düşünce
hüzün keder yüreğime yaslanır
sen ağlama…
bir damla gözyaşın yeter…
Sen üzülme gülüm
gamzen de gül erir biter…”

______
Fotoğraf

ANNEME DÜŞSEL MEKTUPLAR - Vol.1


Bir kaç gündür iyi değilim anne…
Öğrettiğin yoldan yürüyebiliyor muyum çok emin değilim.
Korkuyorum geleceğimden, kendiminkinden değil inan çocuğumunkinden…

Anne hatırlar mısın bana Kurtuluş Savaşını anlatışını…
Demiştin ki “Kadın erkeğinin, ülkesinin, geleceğinin yapı taşıdır”
“Atatürk’ün kadını mermi taşıdı sırtında. Yüzünü batıya döndü ve düşmanı dökmek için yürüdü…”

Anne yıl 2009 oldu. Kadın başını bağladı, yüzünü doğuya döndü. Çocuklar öldürülsün diye kocası ikili anlaşma yaparken, tasarımcının çantasına koydu mermisini, çocuklar öldürülsün diye… Çocuklar öldürülüyor bu dünyada… Yani ben… Yani kardeşim… Bir nesil böyle yok ediliyor… En çok ne ağrıma gidiyor biliyor musun, babamdan dinlediğim Nazım şimdi timsah gözyaşlarıyla yakışmayanların sesinde. Çok ağrıma gidiyor anne.

1978 baharı mıydı? Ben daha küçük bir çocuktum… Babamla sen ve birkaç arkadaşınız karışmıştınız kalabalığın içine. Ben arkanızdan koşup gelmiştim. Garip bir oyun oynanıyordu, kuralları sadece karşı tarafın bildiği...


Nasıl bir oyun olduğunu anlayamadığım bir oyun oynanıyordu kalabalığın içinde. Senin sesin, babamın yüreği ile tek oluyordu, ellerinizi kaldırıyordunuz, ben de...

Beline kadar simsiyah saçların vardı anne. Sen en güzel anneydin saçlarınla. Ve adamın biri seni saçlarından sürüklüyordu, bir başka adam babamı copluyordu anne. Cop ne demek o zaman öğrendim. Siz bir oyun oynuyordunuz ve ben daha 6 yaşında bir çocuktum anlamıyordum. Sadece çok korkuyordum anne. Saçlarına bir şey olacak diye çok korkuyordum…

Yıl 2009 oldu anne ben yolun yarısını geçtim. Gene bir oyun oynanıyor ülkemde.
Bu sefer anlıyorum. Oyunun kurallarını biliyorum. Her yere konan bir oyun icat ettiler, kimin ne zaman oyuna katılacağına karşı tarafın karar verdiği...

Bir adam çıkıyor ülkem adına barışı konuşurken bile kavga ediyor. Sonra dönüp, Atatürk’ü örnek gösteriyor:


“Çanakkale Boğazı’na girmişlerdir. Türkiye’nin nesi yok belliydi. Gücümüz belliydi. Ama Türkiye’ye saldıranların da gücü belliydi. Bütün bu olanlar karşısında Atatürk, Mehmetçiğe bir şey söylüyor. "Ben size ölmeyi emrediyorum" diyor.”

Anne savaş zamanıydı. Mehmetçiğe söyleniyordu… Çocuklara değil, eli silah tutan Mehmetçiğe…

Türkiye hala işgal altında şimdilerde ve bir lider ki asla benim liderim olamaz, ülkesine gece yarısı girerken veya bir metro açılışında mesela; halkını böyle selamlıyor anne.

Bir oyun daha oynanıyor şimdi ülkemde, hiç ses çıkmıyor biliyor musun? Çıkanlar da iyice cılızlaştırıldı zaten. Halk hiç bu kadar cahil, hiç bu kadar kör göz olmamıştı anne. Halkın kör gözüne sokmadıkları şey kalmadı aslında. Ama ne yapsın halk, acısı neredeyse yangını da orada: halkın acısı şimdilerde, teğet geçen krizle birlikte bir lokma ekmek bulabilmek derdinde.

Beni affet anne ve çok üzgünüm baba.
Sizin gibi olamadım, sesim soluğum çıkmıyor şimdilerde.
Ve beni affet ATAM, sana layık bir Türk kadını olamadım bu ülkede.

Hani her şeyin başına insanı koyacaktık ya anne…
Hani insan olarak bakacaktık ya herkese…
Hani ben değil, biz vardı ya önce…

Ben insanım anne…
Ve biz diye bir şey kalmadı neredeyse…

________

COGİTO AŞK :


Cogito Düşünce Dergisi…

Yıl 1995…
Ne çok okurdum o zaman, ne çok izlerdim, ne çok aşık olurdum.
İlk gençliğimin doyumsuz aşkları...
Cogito o yıllarda girmiş bir dergi benim dünyama.
Sakladığım tek cilt kalmış kitaplığımda : Sayı 4 bahar 1995…
AŞK

Öyle güzel bir dergidir ki, bir bakın derim eğer yolunuza şimdiye kadar çıkmadıysa…
Ben şimdi biraz alıntı yapacağım altını çizdiklerimden.
Ya da meşhur oyunumu oynayayım bu akşam.
Saat kaç 00:24 güzel. İlk okunacak sayfa belli oldu 24.
Ocak ayında olduğumuza göre ilk paragrafı kabul edelim.
Buyurun bakalım falımızda ne yazıyor beraber dillendirelim:
İlki sana;
Artun Ünsal’dan geliyor…
Aşka Dair…

“Aşk bence düdüklü şekerdir – şimdilerde pek satılmıyor ya – bulununcaya kadar binbir türlü çaba, üzerinde son kullanım tarihi de yazmaz, şeker yenir ve düdük ötmez olur, çünkü şeker düdükten yapılmıştır. Abartıyor muyum yoksa? Sanmam, her şey tükenir çünkü aşk da. Masallardaki gibi, bir varmış bir yokmuş, dere tepe gidilesi. Masalla aşk birbirine karışır, bir aşk varmış bir aşk yokmuş. Aşk da bir yoldur. Ne yazık, yaşam biter yol bitmez. Aşklar başlar, bir gün biter, ama aşk sürer. Çünkü yaşam aşktır.”

Saat 00:37 olmuş.
Ve ikincisi bana;
Gürkal Aylan’dan geliyor…
Aşk Gelicek Cümle Eksikler Bitermiş…

"Uzaklıklar
Uykusuzluklar, tedirgin yarım-uykular, sevisizlikler, kırgınlıklar, güzel heyecanlarla soluk soluğa yaşanmamış gecelerde uzun yollara, ıssız dağ başlarına, kimi zaman pet şişeler ve uyuz kedilerle resimlenen varoşlara yazılan destanlardır. Şimdi güneşin ve rüzgarın, sabah ayazının ve tozun görünmeyen yağmurlarıyla, benzinin ve yeni dökülmüş ziftin genzi yakan kokularıyla yıkanıyor yorgun göz kapakları. Yalnızlıklarla örülen gecelerin sonu, yalnızlıklarla örülecek gündüzlere açılıyor yine. Tekbaşınalıkların sarmalında, kokladıkça solgunlaşan sevda çiçeği, yolu düşsel sevgilerden geçen bu yaşam gezginlerinin değiştirilemez yazgısı gibidir. Yolların ve günlerin sonsuzluğunda uç uça eklenen sigaralar, bir sevgilinin sıcaklığıyla sarılınan küçük kaçışlar, minik avuntulardır.
- Sensiz yolların anlamı olmaz
- Sensiz olmuyor
- Sen hep bendesin
- Seni kalbime yazdım
- Seni getirmiyor bana kısa kalıyor geceler”


Saat 01:20
Ve üçüncüsü düşsel sevdalara…
İbn Hazm’dan geliyor…
Aşk’ın Halleri

“Aşkın Mahiyeti
Çok sevgili dostum, aşk göz açtırmayan bir derttir. Bu derdin ilacı acısıyla oranlı olmalıdır. Bu öyle bir hastalıktır ki, hasta zevk alır. Öyle bir acıdır ki dert sahibi arzu eder. Bu derde uğrarsa artık iyileşmek istemez. Acı çeken ise, bu acıdan kurtulmayı dilemez. Aşk insana, vaktiyle iğrendiği şeyleri süslü püslü gösterir. Kendisine zor gibi gözüken şeyleri kolay gösterir. Doğuştan olan huyları ve doğal eğilimleri değiştirecek kadar ileri gider.”

Seviyorum bu oyunu…

Yazarken aklıma düştü.
İnsan hiç bilmediği, tanımadığı, dokunmadığı, teninin sıcaklığını bilmediği, kokusunu içine çekmediği birini sadece yazdıklarından dolayı sevebilir mi?
Yazdıkları karşılıksız kalmazsa bu sevgi bir sevdaya dönüşebilir mi?
Karşılaşmaları için birbirlerini beklemeleri gerekse, ne kadar beklerler mesela…
Ya da bilseler hiç tutmayacak o eller o elleri gene de umutlanırlar mı böyle delicesine mesela?
Var mıdır böyle düş sevdalar anlatsana bana.










30 Ocak 2009

SEN BİLSEN



Benimle gel desem gelir misin?
Bilmesen nereye gideceğimizi ne kadar kalacağımızı;
Gene de gelir misin?
Ben sana bir masal anlatsam düşlerimden
İnanır mısın bana…
Bazen seslenmek istiyorum sana:
Ruhumun derinliklerine kadar yalnızım, gel kurtar beni…




Duyar mısın sesi mi
korkmaz mısın o kadar derinlere inmeye acaba?
Yüreğimin derinlerinde kapalı bir kutu
Arala da bak içeri korkma…
Ama bir iyice bak olur mu?
Eğer görürsen bir tohum
Bir de hatta filizlendiyse
Güneş sızmıştır içime
Sen yüreğimi sevince

Sen şimdi, ben sana gel desem gelir misin benimle…
Sever misin yüreğimi benim bildiğimce
Bilsen seni sevdiğimi
Sen
Bilsen
Gelir misin benimle…

29 Ocak 2009

RAKI İÇMEK

“En önemlisi, sululuğu ciddiye alabilmektir. Yani insan, ömründe kabul ettiği her şeyi ciddiye almak zorunda… İster çiçek bakmak olsun, ister rakı içmek, ister bina planlamak, ister kitap yazmak fark etmez… Ciddiye almaya alışmak lazım. Mizah ciddi bir iştir”





Aydın Boysan Bursa’daydı. Babamdan sonra rakı içmek istediğim tek adam. Babamla ilk rakımı içtiğimde 18 yaşındaydım. Ama Aydın Boysan'la olmadı, olamadı… Bir aşkı yitirdiğimde üzülmüştüm bu kadar bir de Aydın Boysan’la içemediğime…

Bursa’da ya… Bursa ile başladı söze.
Bursa’nın şeftalisini anlattı, kestanesini…
“Bursa’nın kestanesi, bir okka çeker dört tanesi” dedi .

Aydın Boysan’ın Bursa’sını anlattı. Sonra mizaha yaklaşımını…
Laf döndü dolaştı rakıya geldi. Hesap yaptı. 70 yıldır akşamcıyım. 60 yıldır evliyim. Düşünün dedi 10 yıl kafayı çekmem gerekmiş evlenmek için.
Söz aldım, geri kalan 60 yılı inşallah neden evlendim diye içmemişsinizdir dedim güldü. Eşine duyduğu saygıyı ve sevgiyi anlattı. Mimarlığından söz etti biraz. Yaptığı eserlerden hiç pişmanlık duymadığını ama mal sahiplerinin bazılarından mutsuz olduğundan bahsetti. Rakı ile ilgili konuştukça Refik Durbaş “abi yaşı tutmayanlar olabilir üniversitedeyiz” dedi, şöyle bir dönüp baktı: “Öğrensinler içmeyi ve belki de içmemeyi” dedi. “Ben anlatayım da…”
Anılara daldı, Tarık Minkari dostunu, Aziz Nesin’i, Vehbi Koç’u anlattı.
Zehiri miktar belirler dedi. Latince bildiği tek sözmüş.

Geçmişimden vazgeçmem dedi. Bir daha gelsem bu dünyaya gene ben olurdum. Çivilerimin hiçbirinden vazgeçmem dedi.
60'ında gazete yazısı yazması istendiğinde;
İyi değilim kötü bir dönem geçiriyorum demiş ve nazikçe reddetmiş
Demişler ki, içinde bulunduğun durumdan çıkman için kafayı yazmaya takman lazım. O böylece başlamış gazete yazıları yazmaya.



Ve söyleşisini bir alıntı ile tamamladı;


Hep sarhoş olmalı. Her şey bunda; tek sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zaman’ın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına sarhoş olmalısınız.

Ama neyle?

Şarapla,

şiirle

ya da erdemle,

nasıl isterseniz.

Ama sarhoş olun.

Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üstünde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun; “Saat kaç?” deyin. Yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir yanıtı size: “Sarhoş olma saatidir! Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.”

Baudelaire - Paris Sıkıntısı


Ve ben o akşam sarhoş oldum;

rakıyla, dostlarla ve erdemle…

Ve söyleşisini bir alıntı ile tamamladı;


Hep sarhoş olmalı. Her şey bunda; tek sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zaman’ın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına sarhoş olmalısınız.

Ama neyle?

Şarapla,

şiirle

ya da erdemle,

nasıl isterseniz.

Ama sarhoş olun.

Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üstünde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun; “Saat kaç?” deyin. Yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir yanıtı size: “Sarhoş olma saatidir! Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.”

Baudelaire - Paris Sıkıntısı


Ve ben o akşam sarhoş oldum;

rakıyla, dostlarla ve erdemle…

İYİ GELDİ


Bir yudum su kalmış bardağımı almaya geldiğinde

İçiver şunu dedi, ziyan olmasın…

Bir yudum umut kalmış yüreğimi sevmeye geldiğinde

Seviver beni dedi, hayat anlamsız kalmasın…

Önce suyu içtim, sonra onu sevmeyi seçtim.

Su iyi geldi bana

Sevmek daha bir iyi
______

YARIM KALDI BİRŞEYLER






İçim acıyor dedi kadın
Adam baktı kadının içine
Acır tabi dedi yaran kapanmamış ki daha
Adam sarıldı kadına
Ama farkındaydı da...
Adam ilaç olamazdı kadına
Kadın
"yaşı tutmuyordu ki bir kere dedi"
Adam
"yaşın ne önemi var
zamanın yalan olduğu bir dünyada" diye karşılık verdi
Kadın ağlamaya başladı
Yüreğinden geçenleri dile getirirken duyguyu korku
Bulabileceği tek bahaneye dönüşüyordu
Adam şaşırıp kaldı
Kadını anlamıyordu
tek istediği kadının yarasının kapanmasıydı
Ama kadın hem yarayı hem de adamın aklını sürekli kurcalıyordu
Adam kalktı sessizce kapadı kapıyı
Sigarası bile yarım kaldı.
...

Kadın şarkısını mırıldandı…
“Gitme gitme gittiğin yerlerden dönülmez geri”
...
________

28 Ocak 2009

YALNIZLIĞIM - Vol.3



Şimdi ben yalnızlığı dost yaptım ya kendime…
İyi halt ettim…
Geldi kuruldu yüreğimin başköşesine…
Almanya’dan umut gelecekmiş
Bir de mutluluk var evlendi
ya o ya o oturacak diyorum
Bana mısın demiyor.

Bak yalnızlığım tamam anladım
ben nereye sen oraya ama bu kadarı da fazla gibi geliyor bana.
Ayrıca biri bu yürekte olmayı hak ediyorsa o da aşktır tamam mı?
Çık git artık hayatımdan senden dost falan olmaz bana.
Aşk geldi kapımı çaldı, sen varsın diye giremiyor içeri.
Kim sever yalnızlığı dost edinmiş birini.
Hadi gel naz etme
Alalım şu kapıdan içeri girmek isteyeni.
Bak söz de verdi
Gitmeyecekmiş diğerleri gibi…
_______

27 Ocak 2009

KUMDAN KALE


Günler gri ne zamandır,
Öyle günlerde
sen hep benim beynimin kıvrımlarında
Her an sesleniyorum sana:
Olmayan kelimelerle
düş cümleleri kursan bana
Ben sana uyansam
güneşli her günün sabahında
...
...

Günlerden bir gün
Parmaklarımda parlak kum taneleri
Karışıyor suya
Sen farkında bile değilsin
Güneşli bir güne uyandım ben

Arta kalan kum tanelerinden kaleler yaptım
Saldım saçlarımı batıdaki kule penceresinden aşağıya
Bir adam koşarak geliyor yetişmek için kaybedilen zamanlara

Sen farkında bile değilsin
Her günbatımında
gülümsüyorum ben artık hayata
gün güneşli başlasa da
başlamasa da...
_____

26 Ocak 2009

YALNIZLIĞIM - Vol.2





Ey yalnızlık duy sesimi,
Karar verdim seninle dost olmaya
Korkunun ecele faydası yok
Erkeksen çık karşıma
ve hatta cesaretin varsa beni bırakma...


Belki güneş bir gün ikimiz için doğar
Belki korkuları hayallerimiz boğar
O masal günü gelinceye kadar; susuyorum
Susadıkça yüzün düşer aklıma
Korkar oldum düşlemekten
Adını anarım çoğalır sesim
Konuşmaktan düşünmekten özlemekten
Kimse kimsenin herşeyi olamaz-mış
Di'li geçmişten tek yaramsın sen
Sensiz kimse mi kimsesiz miyim bilmem
Hiç bilmek istemem;
Hatta düşünemem
Gel bak bir elimde gökyüzü var hala
Ötekinde kayıp giden yıldızlar
Korkular da benim umutlar da
Beni bırakma


Feridun Düzağaç


_______


Yalnızlığım-Vol.1 için harika yorumlar geldi. Beenmayadan izin almıştım yorumunu yayınlamak için ama o zaten yayınlamış Yalnızlığa Dair... adıyla.
Yara gibi başlıyor uzun upuzun bir cümle...
Bilirsin işte...Boş verilmiş bir yalnızlıktır aslında seninkisi... Ama boş değil... diye bittiğinde siz düşünmeye başlıyorsunuz.
_______

KISA BİR GEZİNTİ - Vol.1


Bu haftasonu burcumda yazdığı üzere evin düzenine adadım kendimi. Dolaplarımı toparladım ve kutuları açtım. Anılara daldım.

Üniversite yıllarından kalma 3 arkadaş, 4 mektup, eski sevgililere yazılmış ağıtlar, ders notları arasında bulumaması gereken gazete küpürleri, şiirler, duygular, fotoğraflar...1996 yılından kalma br karalama. Gece 01:00'de kaleme alınmaya çalışılan bir notun kara kalem çalışmaları.


---- İlk defa o zaman düşündüm, geri dönülmez diye birşey yoktu. Geri döndüm. Mantığımla görüp, duygularımla karar verdim----


Neydi ki bu mühim kararım bilemedim.


---- Korkunç bir fırtına gövdeyi sarstı. Dallar kapandı korumak için gövdeyi. Gövde sarsıldı, sarsıldı ve korkunç bir gürültü ile devrildi. Ayağa kalktı kalkmasına da kökleri yara aldı. ----


O zamandan beri ayakta mı kalmaya çalışıyorum ben. Yok canım toprağım değişti. Gübre falan. Beslendi benim köklerim. Yağmurlar yağdı, güneş açtı kaç defa. Duruyorum dimdik ayakta.


Biraz daha oyalandım anılar arasında. Gülümsetenler oldu, içimi hala acıtanlar... Bazılarını yırtıp attım, bazılarını özenle sakladım.


Mor Bulut ve Beklemek o günlerden kalanlardı. Mor Bulut basit bir peçeteye yeşil ispirtolu bir kalem ile yazılmış. Beklemek aslında senaryo dersi için tasarlanmış bir "treatment"tı ben öyküleştirdim.


Bir de bu anıtı buldum.

Yıl 1994. Sarı bir kağıda daktilo ile yazılmış.


İNSAN OLMAYA DAİR

ESKİ BİR TAPINAK DUVARINDAKİ YAZIT - M.Ö. 900


Gürültü patırtının ortasında sükûnetle dolaş, sükûnette huzur bulunduğunu unutma. Başka türlü davranmak açıkça gerekmedikçe herkesle dost olmaya çalış. Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık unutmak olsun. Bağışla ve unut. Ama kimseye teslim olma.
İçten ol; telaşsız, kısa ve açık seçik konuş. Başkalarına da kulak ver. Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları; çünkü, dünyada herkesin bir öyküsü vardır. Yalnız planlarının değil, başarılarının da tadını çıkarmaya çalış. İşinle ne kadar küçük olursa olsun ilgilen; hayattaki dayanağın odur. Seveceğin bir işi seçersen yaşamında bir an bile çalışmış ve yorulmuş olmazsın. İşini öyle seveceksin ki, başarıların bedenini ve yüreğini güçlendirirken, verdiklerinle de yepyeni hayatlar başlatmış olacaksın.
Olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol. Sevmediğin zaman sever gibi yapma. Çevrene önerilerde bulun ama hükmetme. İnsanları yargılarsan onları sevmeye zamanın kalmaz.
Aşka burun kıvırma sakın; o çöl ortasındaki yemyeşil bir bahçedir. O bahçeye lâyık bir bahçıvan olmak için her bitkinin sürekli bakıma ihtiyacı olduğunu unutma.
Kaybetmeyi ahlâksız bir kazanca tercih et. İlkinin acısı bir an, ötekinin vicdan azabı bir ömür boyu sürer. Bazı idealler o kadar değerlidir ki, o yolda mağlûp olman bile zafer sayılır. Bu dünyada bırakacağın en büyük miras dürüstlüktür.
Yılların geçmesine öfkelenme; gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe. Yapamayacağın şeylerin yapabileceklerini engellemesine izin verme. Rüzgârın yönünü değiştiremediğin zaman, yelkenlerini rüzgâra göre ayarla. Çünkü dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getiremediğinle ilgilenir…
Ara sıra isyana yönelecek olsan da hatırla ki, evreni yargılamak imkânsızdır. Onun için kavgalarını sürdürürken bile kendi kendinle barış içinde ol.
Hatırlar mısın doğduğun zamanları? Sen ağlarken herkes sevinçle gülüşüyordu. Öyle bir ömür geçir ki, herkes ağlasın öldüğünde, sen mutlulukla gülümse.
Sabırlı, sevecen, erdemli ol. Eninde sonunda bütün servetin sensin. Görmeye çalış ki, bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen dünya, yine de güzeldir.
UNUTMA!!!


______

25 Ocak 2009

BEKLEMEK


Kadın gittiğinden beri adam güne başlamakla ilgili sıkıntılar yaşıyordu. Kadın bir sabah erkenden uyanmış bavullarını kapının önüne koymuş adamı uyandırmış ve taksi yokmuş beni sen götürür müsün terminale demişti. Bir de rica etmişti: "Çalışma odamı boşaltmak için zamanım olmadı. İstediğin herşeyi atmakta veya saklamakta özgürsün." Adam hiç kapısını açmamıştı o odanın kadın gittiğinden beri ve adam o sabahtan beri uyanmıyordu güne. Yıllık izninin kalan günlerini almış ve kendini eve kapatmıştı. Pazar sabahıydı. Kalktı, sanki daha bir güzeldi gün, ya da artık o alışmıştı. Hiç açmadığı kapının önünden geçerken şöyle bir baktı.

Eli kapının koluna gitti. Hızlı adımlarla mutfağa gitti sürünen ayaklarının peşi sıra. Dolabı açtı. Kurumuş bir krem peynir, çeyrek sucuk buldu, 2 de yumurta. Omleti pişirirken, pazar kahvaltılarını hatırladı. Gülümsedi. Omleti bittiğinde kendini daha iyi hissediyordu. Dışarıda gözü yormayan bir aydınlık ve ısıtan bir güneş olmasına heyecanlandı. Bugün o gün dedi.

Odanın önüne gitti. Kapının önünde bir süre oyalandı. Kapıyı açtı. heryer derli toplu bırakılmıştı. Kutuların üstünde içindekileri belirleyen not kağıtları bile vardı. Önceden planlamış dedi, "Farkına varmamışım." Perdeyi araladı, camı açtı. Bir kutu vardı, diğerlerinden farklı... Dolabın üstündeydi ve üzerinde içindekiler yazan küçük not kağıtlarından yoktu. Kapağını açınca en üsttte bir zarf gördü. Sana... yazıyordu.


Zarfı açtı:


öpün
öptükçe bir sevgiyi büyüttüğünüzü bilin
gözlerinizle dudakları, dudaklarınızla alınları
ellerinizle yürekleri öpün
(sevgiler büyütülmek ve paylaşılmak
için vardır,

kekremsi tatların sizde bıraktığı
acımasız

sevileri doyasıya
yaşayın.)


ben başlattım
size sadece büyütmek kaldı sevginizi
paylaşın ki sevgi büyüsün, büyüsün ki hayatınıza renk katsın.
önemi kalmaz büyütmüş olmanızın sevginizi paylaşımsız ortamlarda

unutmayın

PAY-LA-ŞIM

bu önemli. bu çok önemli.

ben artık gidiyorum
şimdilik hoşçakalın.

Yere oturdu. sessizce ağlamaya başladı. O gittiğinden beri nedenini ilk defa anladı,
Odayı olduğu gibi bıraktı, giyindi. Kadınını nerede bulacağını biliyordu. O parkta ulu çınarın altındaki banktaki ilk konuşmalarını hatırladı giyinirken. Çok kızdı kendine kimbilir gideceği sinyalini ne çok vermişti, işlere öylesine dalmıştı ki eve sadece uyumaya geliyordu.

Kadın demişti ki;
"Paylaşım biterse giderim ben. Durmam sadece sevgi var, saygı var diye. Giderim ben."
Adam sarılıp öpmüştü kadını dudaklarından;
"O zaman hiç gitmeyeceksin bizden. Olurda gidersen, bu ağacın altına uğra bir akşamüstü bu banka otur karşı büfeden bir çay söyle. Sen çayını bitirmeden ben gelip seni bulmuş olacağım."

Adam gitti, koca bir bina vardı ağacın olduğu yerde. Ne park kalmıştı, ne ağaç ne çay içilecek bir büfe. Kadını da yoktu elbette. Oysa gelirken nasıl da emindi; bıraktığı yerde bulacağı heyecanı sarmıştı.
Şimdi koca bir duvar ve kapı vardı geçmişinin olduğu yerde.
Yere oturdu adam, bir sigara yaktı.
Ağladı...
______








MOR BULUT



Mor bir bulutun gümüşsü parlaklığını
parmak uçlarımla ıslatamadığımda farkına vardıklarım...

Ve ağzımı kesip kanatan sözcüklerimin boğuntusu
sana söylenememiş olmalarından değil,
söylenmemiş olmalarından.
Son gölgende uzuyorum, belki de çekiliyorum.
...


* uygur yılmaz


______




24 Ocak 2009

VURULDUK EY HAKLIM UNUTMA BİZİ...


Bir pazar sabahıydı 20'li yaşlarımın başında, başımda kavak yelleri... Bir pazar sabahıydı, uzun upuzun bir mektup yazdım, sayfalar dolusu. İngilteredeki arkadaşıma televizyondan seyrettiklerimi yazıyordum satır satır gözyaşlarımla. Tüm kanallarda, radyolarda türküler eşlik ediyordu gözyaşlarına. Nasıl anlatılırdı bir türkü bir mektupta.


Ruhi Su sesleniyordu bir yanda;

Ankara'nın taşına bak
Gözlerimin yaşına
Uyan uyan Gazi Kemal
Şu feleğin işine bak!
Kılıcını vurdum taşa
Taş yarıldı baştan başa
Uyan da bak Gazi Kemal
Başımıza gelen işe.

Ankara'nın dardır yolu
Düşman aldı sağı, solu.
Sen gösterdin Paşam bize
Böyle günde doğru yolu.

Diğer yanda Selda Bağcan;

Bir Pazar Sabahıydı Ankara Kar Altında
Zemheri Ayazıydı Yaz Güneşi Koynunda
Ucuz Can Pazarıydı Kalemim Düştü Kana
Zalımlar Pusudaydı Bedenim Paramparça
Ucuz Can Pazarıydı Kalemim Düştü Kana

Uğurlar Olsun Uğurlar Olsun
Hüzünlü Bulutlar Yoldaşın Olsun
Bir Keskin Kalem Bir Kırık Gözlük
Yürekli Yiğitlere Hatıran Olsun

Çevirdim Anahtarı Apansız Bir Ölüme
Şarapnel Parçaları Saplandı Ciğerime
Ucuz Can Pazarıydı Kan Doldu Gözlerime
İsimsiz Korkuları Katmadım Yüreğime
Bembeyaz Doğruları Yaşadım Ölümüne

Uğurlar Olsun Uğurlar Olsun
Hüzünlü Bulutlar Yoldaşın Olsun
Bir Keskin Kalem Bir Kırık Gözlük
Yürekli Yiğitlere Hatıran Olsun


Annem ağlıyordu koltukta. Babam suspus uzanmıştı yatağına.
Evde bir yürek acısı, evde bir öfke vardı hayata...
Bense bir mektup yazıyordum aşkıma...
***
Ertesi gün, Cumhuriyet Gazetesinin verdiği posteri, özenle asıldı Atatürk'ün yanına.
***
16 yıl sonra hala aynı yürek acısı ile uyandım sabaha.
Annem ağlamıştır mutlaka ve babam öfkelidir hayata...








22 Ocak 2009

YALNIZLIĞIM – Vol.1



Yalnızlığımı büyütüyorum, bu adamla bu evde büyütebildiğim tek şey yalnızlığım.
Çıkmaz bir sokaktayım. Ne geriye dönüp yeni yollar arıyorum ne de ileriye doğru adım atabiliyorum. Kafamı kaldırıp parıldayan gökyüzünü görmek bile içimden gelmiyor.
Giderek yalnızlığıma alışıyorum. Bataklığım benim koca yalnızlığım…

Yazdığı her şeyi sildi. Kağıdı buruşturdu yere attı. Yerde biriken kağıtlara baktı. Ne çok şey yazmış ama beğenmemişti. Gazete ekine söz vermişti. Yalnızlık üzerine bir yazı yazacaktı. Gazetede çalışan arkadaşı çıkaracakları yeni ekte ona da bir yer ayırmak istiyordu. 200 kelimeyi aşmamak kaydı ile yalnızlık üzerine bir şeyler yazıp göndersen ne güzel olurdu diyen arkadaşına bir de ahkam kesmiş yalnızlık uzmanlık alanım, istersen roman yazarım demişti. Hislerini yazacaktı bundan kolay ne vardı. Kurgulamasına bile gerek yoktu. Neredeyse bu teklif yapılalı bir hafta oluyor ve arkadaşının ona verdiği süre doluyordu.

Kalktı kendine sıcak bir içecek hazırladı. Saate baktı. En az 2 saatim var dedi. Salona geçti sallanan koltuğuna oturdu ve kendi yalnızlığında üşüdüğünü fark etti. Ne uzun zaman olmuştu birinin kollarında ısınmayalı başka bir tenin ısısı ile ürpermeyeli. Kalktı diz üstü battaniyesini aldı omuzlarına örttü.
Gazeteyi eline aldı;
“Tony Takitani yalnızlık üzerine bir film. Fakat filmin bahsettiği, lafta bir yalnızlık veya cıvık aşk şarkılarının "terkedildim" hezeyanları değil. Doğumdan başlayıp bütün bir yaşama, neredeyse alıp verilen her nefese sinen bir yalnızlık, dümdüz ve buz gibi bir tek başınalık hissi. Ichikawa'nın minimal sineması öncelikle bu bağlamda işe yarıyor. Süssüz, kendi içinde müthiş bir simetri taşıyan ve boş gibi gözükse de aslında epey dolu olan çerçeveler, filmin bahsettiği bu yalnızlık halini cisimleştiriyorlar. Işık çalışmasının verdiği sonuç ise beyazın ve mavinin açık tonlarının ağırlıkta olduğu, neredeyse Kubrick filmlerini akla getiren bir sterillik. Tüm bu görsel tercihler filmin buz gibi yalnızlık hissini daha da keskin, daha bir can acıtıcı hale sokuyorlar. Önünde her daim saygıyla eğileceğimiz Ryuichi Sakamoto'nun müzikleriyse her zamanki
gibi (ve filmin görsel üslubuna uyum sağlar şekilde) minimal ve mükemmeller.”(1)
Keşke filmi görseydim dedi. Kızdı kendine daha öğrenciyken bile film festivallerini kaçırmaz özel olarak İstanbul’a, Ankara’ya festivallere giderdi. İlk gençliğini özlediğini fark etti. Yaşlanıyorum deyip gülümsedi.
“Filmin finalini açık etmeyelim ama bus tercihin arkasında da Hitchcock'un Vertigo'sunu ister istemez akla getiren bir gönderme var. Ancak Tony Takitani yüksekten değil, yalnız almaktan korkuyor. En nihayetinde yendiği fobi de bu oluyor. Esasında hepimizin yalnız olduğu, hatta yalnızlığın ömür boyu sürdüğü gerçeğiyle barışıyor. Neyse ki bu esnada fazla ağlayıp sızlanmıyor, yönetmen Ichikawa ise mesafeli bir yaklaşımla filminin düzeyini ve ciddiyetini koruyor”(1)
Kendi yalnızlığına döndü. Ne zamandır yalnızdı. Yalnız kalmak en büyük korkusuydu. Fobi bile denebilirdi. Galiba Tony Takitani gibi kabullenmeli ve yalnızlığın bir ömür boyu sürdüğü gerçeği ile barışık yaşamayı öğrenmeliydi.
Hem ne demişti hayattaki tek dostu ona;
"...Yalnızlığımla savaşacağıma onu kabullenirsem durum değişir belki. Yalnızlık, ne kadar bastırmaya çalışırsak o kadar güçleniyor, ama yok sayarsak gücünü yitiriyor, bunu farkettim."
Ben yazmadım tabii ki :) Üstat Coelho'dan. Dün gece Portobello Cadısı'nı okurken rastladım.
Yalnızlığını yok saymak üstüne bir yazı yazmaya karar verdi ve aldı eline kalemi…
Yansımamı dost yaptım kendime,
Narkissos’a özendiğimden değil,
yalnızlığımdan delirmeyeyim diye...

19 Ocak 2009

PEŞİN SIRA GELİYORUM



Bembeyaz bir sayfa açıyorum sana ve bana.
Olmayacak böyle, sürekli kaldığın yerden devam etmiyor hayat.
Bazen bambaşka bir yerlerden başlamak lazım devam etmek için.
Tabi sen şimdi karşıma geçip gülüyorsun.
Başla canım ben mani olmayayım diyorsun.
Ben seni bilmiyor muyum sen bana şu anda kahkahalarla gülüyorsun.
Verdiğim kararları uygulamaya geçme süremin ve tekrar dönüp dönüp dur bakalım haftaya demelerimin ilk şahidi hep sen olduğun için, sanıyorsun ki bu sefer de ben aynı yerdeyim.
Başa dön ve lütfen tekrar oku.
Kelimeleri sindire sindire bir kez daha yüksek sesle oku.
Bembeyaz bir sayfa açıyorum sana ve bana.
Olmayacak böyle, sürekli kaldığın
yerden devam etmiyor hayat.
Bazen bambaşka bir yerlerden başlamak lazım
devam etmek için.


Senin bana destek olman şart biliyorsun.
Seninle geçirdiğim zamanlar, sana danışmışlıklarım her zaman daha fazla.
Bunun sen de, ben de ve hatta o da gayet farkında.
Bazen takılıp kalmıyor değilim,
neden seninle daha iyi anlaşıyorum acaba diye.
Öyle ya kavgalarımızı hatırlasana…
Ben sevme diyorum sen kapılıp gidiyorsun.
Ben üzülme diyorum sen kendini kahrediyorsun.
Ben unut gitsin diyorum, sen bir kere kırıldım diyorsun.
Hiç lafımı dinlemiyorsun.
Kendi başına buyruk hallerin yok mu, deli ediyor beni.
Heyecanlara yenik düşmelerinden nefret ediyorum,
yüreğim bazen ağzıma kadar geliyorsun, gene de bir şey demiyorum.
Farkında mısın, ben ikimize yepyeni bembeyaz bir sayfa açıyorum.
Tekrar sevelim, sevilelim, heyecanlar duyalım, hatta aşık olalım istiyorum.
Yüreğim duyuyor musun bu defa ben senin kapılarını sonuna kadar açıyorum.
Uç uçabildiğin, sev sevebildiğin kadar.
Ben peşin sıra geliyorum.


17 Ocak 2009

UMUT YÜKLÜ DÜŞ GEMİSİ


Dışarıda puslu bir hava, güneş insanın ağzına bir parmak bal çalıyor bir ara. Hevesleniyorsun, heves seni harekete geçirene kadar bir bakıyorsun kayboluyor bulutun arkasına. Garip bir oyun oynuyor sanki insanlarla. Armut dersem çık elma dersem çıkma. Ya da sen bilirsin ister çık ister çıkma. Güneş buluta giriyor, sen gelip oturuyorsun karşıma.
Daha yaşın 30larda bile değil aslında. Tanıştığımız günü ne sen biliyorsun ne ben farkındayım o anda seninle arkadaş olacağımıza. Bir gün çıkıp geliyorsun sebepsiz. İyi misin merak ettim diyorsun. Önce anlam veremiyorum ne demek istiyorsun. “İlk karşılaştığımızda iyi olmadığını söylemiştin. Merak ettim sadece” diyorsun. Buyur ediyorum seni içeri. Biraz muzur biraz ürkek bir gülümseme yakalıyorsun yüzümde, hiç üstünde durmuyorsun. Koltuğa değil de masanın yanındaki sandalyeye oturuşun dikkatimi çekiyor. Bir kağıt kalem istiyorsun, üstüne bir şeyler karalıyorsun. “Bir kahve yapayım içer misin” diyorum. Mutfağa gidiyorum fonda Küba müzikleri eşlik ediyor düşüncelerimize. Küba’da sokakları geziyoruz o anda ikimizde. Karşılaşıyor muyuz ki diye düş kuruyor düşümün heyecanına kapılıp telaşlanıyorum. Karşılaşsak mutlu olur, bir kahve içimlik laflar mıyız acaba. Ya karşılaşınca tanımamazlıktan gelirsek. Hüzün kaplıyor içimi. Elimde kahvelerle döndüğümde teşekkür ediyorsun. Severim diyorsun. müziği mi kast ediyordun kahveyi mi diye sorma gereği duymadan; biliyorum diyorum. Birbirimize bakıyoruz. Gülümsüyoruz. Sessizce kahvelerimizi içiyoruz. Sessizliği sen bozuyorsun: fal bakar mısın diyorsun. Evet diyorum. Kapatıyorsun. Elindeki kağıda bir şeyler karalamaya devam ediyorsun. Ben fincana dokunuyorum. Soğumuş, hazır mısın diyorum. Gülüyorsun. Hazır olmasam gelmezdim diyorsun. Ne kadar güzel gülümsüyorsun diyorum içimden. Çapkın, masum, içten… Sen hangisisin?
Kahve kahve söyle bana…
Fallar bakılıyor, karşılıklı söylenmek istenenler satır aralarına sıkıştırılıyor sanki falda çıkmışçasına. Kağıda ara ara bir şey yazıyorsun ya da karalıyorsun. Meraklanıyorum ama sormuyorum. Söylenecekler bitmiş gibi, ben gideyim artık diyorsun. Sizli bizli bir konuşmanın ortasında duruyoruz aniden. “İyi olmana sevindim. Yanlış anlaşıldığımı düşünmemiştim. Keşke uyarsaydın” diyorsun. “Hoşuma gitmişti aslında” diyemiyorum.
Salona dönünce kağıdı masada bıraktığını fark ediyorum. Pencereye koşuyorum. Sokağı aydınlatan lambanın altından geçiyorsun. Yağmur çiseliyor ve sen gene de yavaş yavaş yürüyorsun. Sen defalarca yazmışsın kağıda ben de defalarca okuyorum.
Sana geldim.”

Kağıttan gemi yapıp, umutlarımı içine koyuyorum. Penceren atıyorum, süzülerek iniyor sokağa. Her yağmur damlasında direncini kaybeden düş gemim, sokak lambasının altındaki su birikintisinde yavaşça batıyor. Pencereyi kapatıyorum. Penceremi hiç mi açmamıştım acaba, bu nedenle mi söyleyemedin bana. Oysa cesaretin etkilemişti beni. Söyleyecek lafın olduğunda söyleme biçimin. Yüreğine aldanmıştım ben senin. Bakışlarında kaybolmuştum ilk defa.
Sen gideli çok oldu. Haber bile yok gittiğinden beri.
Gene de ne zaman buğulu bir hava olsa dışarıda sen gelip oturuyorsun karşıma. Hep dilimin ucunda bir soru:
Yüreğinden geçmediği için mi cesaret edemedin, sana geldim diyemedin?
Bir sorabilsem, ben de cevap vereceğim sana:
Keşke deseydin...
____

15 Ocak 2009

TAHİR İLE ZÜHRE


TAHİR İLE ZÜHRE


Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil
bütün iş Tahir'le Zühre olabilmekte
yani yürekte

Mesela bir barikatta dövüşerek
mesela kuzey kutbuna keşfe giderken
mesela denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil

Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?

Yani Tahir'i Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Nazım Hikmet Ran ( 1902 - 1963 )


Aslında birşey yazmıyayım diyordum Nazım'a ilişkin. Hele de duyunca inanmayan dillerden döküldüğünü şiirlerinin-düşüncelerinin, yanına sahte gözyaşları eklenmiş hallerini görünce o insanların, dayanmıyordu yüreğim. Önce Cimbakuka ve sonra da Yalnızlıkokulu kaleme alıp dile getirince duramadım.
Oysa küçücük bir çocuktum ilk duyduğumda mısralarını. Pazar mıydı ayrımına varamam ama babamla parktaydık. Güneşli bir gündü. Babam gökyüzüne baktı. "Bugün pazar. Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar" dedi. İçime işledi. Ne zaman bir sevda yaksa yüreğimi babamın sesi gelir kulağıma ve seslenir bana Nazım'ın yüreğinden:
"Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil, bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte, yani yürekte..."
Saygıyla...

KADEH KALDIRALIM HAYATA


Sen eve girince bir sessizlik oluyor fark ettin mi?

Nedense sen gelene kadar evin içinde bir gülümseme, bir huzur garip bir meltem esintisi sürekli. Önce adımlarının sesi geliyor gülümseme hızla kayboluyor. Sonra anahtarların şıkırtısı, bir bakıyorum huzur koltuğun altına saklanmış. Kapı açılıp da sen içeri girince meltem yerini boşluğa çoktan bırakmış. Hoş geldin diyorum. Sesin geldiği yöne bakıyor ama bir şey söylemiyorsun. Aç mısın diye soruyorum. Kafanla onaylıyor ama hiç ses çıkartmıyorsun. Mutfağa yöneliyorum senin sessizliğin bana eşlik ediyor. Oturup sessizce yemeğini yiyorsun. Ben sadece susuyorum. Yıllar oldu sessizliğine sessizliğim eşlik edeli, ben o zamanlardan beri sadece bekliyor ve susuyorum.
Aşkına
Sevgine
Dostluğuna
Sesinin tınısına susuyorum.
Dokunuşuna
Duruşuna
Beni hırpalayışına
Ama en çok sevişine susuyorum
Bir de güne seninle uyanışıma


Bir damla ol içime ak, susuzluğumu gider diye, ben her gece sen yemeğini yiyip de içerideki odada koltuğa uzandığında, sessizce içime ağlıyorum. O sırada önce gülümseme geliyor kapının ardından gizlice yanıma. Bir bakıyorum koltuğun altından sürünerek huzur da hemen peşi sıra onunla. Tülün hafifçe salınması ile fark ediyorum ki meltem de yerini almış diğer yanımda. Huzur gıdıklıyor ayağımı, aynı anda meltem kulağıma fısıldıyor, “kana kana içmek lazım hayatı, inan çok kısa”
Gülümseme kendini tutamıyor bir kahkahaya dönüşüyor. Koşarak salona geliyorum. Şaşkın yüzün gene sessiz ama ben duramıyorum kahka üstüne kahkaha atıyorum. Gözümden yaşlar geliyor, sessizliğin ilk defa bana eşlik ediyor. Elini tutyorum, huzur bir damla yaş oluyor gözünde, gülümseme biraz ürkek geliyor konuyor yanağına. Hadi diyorum kalk sokağa çıkalım. Meltem camı aralıyor o sırada, yağmurun sesini duyuyorsun biliyorum çünkü kafanı sesin geldiği yöne doğru çeviriyorsun. Yağan yağmurda ıslanıp, sessizliğimizi ıslatalım diyorum. Bana bakıyorsun.
Ben her sabah bu rüya ile uyanıyorum. Bir gece rüyam senin ağzından dökülen şu cümle ile bitecek umuyorum: Geç oldu ama hadi çıkalım sokağa. Yanına iki kadeh almayı unutma. Yağmur damlaları köpüren şampanyamız olsun. Kadeh kaldıralım hayata.
________

14 Ocak 2009

ESKİYOR HERŞEY


Aradın onca aydan sonra, garipsedim doğrusu duyunca; tanıdık bir uzaklık vardı sesinde, bu değil şaşırtan. Bilmedik bir tedirginlik vardı yanında onu anlamakta zorlandım. Konuştuk kısaca:
~ Nasılsın iyiyim
~ Ben de…
Sessizlik tanıdık
~ Ben meşgul etmeyeyim
~ Etme…
Sessizlik tanıdık
~ Kapatayım
~ Kapat…
İşte tedirginlik burada.
Neden diye sormadan duramıyor insan. Kulağım bize Natalie Cole'un “I miss you like crazy” ile eşlik ettiğini duyuyor. Durup düşünüyorum bir an. KULAĞIMIN DUYMADAN ÖNCE ANLADIĞI O AN GELİYOR AKLIMA. H
er şey birden aydınlanıyor. Dedim ya tanıdık bir uzaklık, bilmedik bir tedirginlik, çok anlamlı bir sessizlik…
ESKİYOR HIZLA HERŞEY O SESSİZLİKTEN SONRA. Geride kalıyor zaman geçince, ister istemez. Eskilere rağbet olsa bat pazarına nur yağardı derler eskiler, bence bilirler de söylerler.