25 Eylül 2009

KURULMUŞ CÜMLELER / 9


"Düşündüğünüz, söylemek istediğiniz, söylediğinizi sandığınız, söylediğiniz, karşınızdakinin duymak istediği, duyduğu, anlamak istediği, anladığını sandığı ve anladığı arasında farklar vardır. Dolayısıyla, insanların birbirini yanlış anlaması için en az dokuz olasılık var.”


Sylviane Herpin



________________________________________________
Fotoğraf / deviantART

24 Eylül 2009

ŞEYTAN ÜÇGENİNDE SON DURUM



- Kolay olmayacak senden vazgeçmek.
- Biliyorum, benim için de kolay değil senli benli bir hayatı, henüz yaşanacak onca güzellik varken bırakıp gitmek.


Tamam, bu konuşma hiç olmadı ve evet, yakın bir gelecekte olması da mümkün gözükmüyor...
Neden evden çıkarken bu sabah böyle bir konuşmayı resmetti ki gözlerim...

Oysa,

- Yapmasana...
- Çok güzel gözüküyorsun...
- Geç kalacağım...
- Kalmazsın...
- Bak valla apartmanda yankılanacak sesler, rezil olacağız...
- Olmayız...
- ...
-...


Bu konuşmaların geçtiği yaşanmış bir an'ı resmetseydi mesela dimi ama...
Ama göz; yürek ne hissediyorsa akılla bir olup, onu resmediyor galiba...


________________________________________________
Fotoğraf / www.videlec.org/ nikola borissov_76

23 Eylül 2009

SAMAN ALEVİM

gidesim var kendimden
uzak düşesim yangınına


duymuştum bir zaman; belki bir filmde ya da okumuştum; bir kitabın satırları arasında, hiçbir detayını hatırlamıyorum, ve kelimelerin bunlar olup olmadığından da çok emin değilim, bende kalan şu olmuş:

sen, gerçekten sevseydin beni, üzemezdin yüreğimi...


şimdi,
uzak dur benden
ben samanım
sense alev











Fotoğraf: deviantART

GİTMEK

Çocukken ne zaman Tanrı ile ilgili bir sorgulamaya girişse aynı yolu denerdi. Gece uykuya dalmadan hemen önce yatağının kenarında diz çöker, öğretilen dualarını eder ve cümlesini “eğer varsan ve sana yürekten inanmamı istiyorsan, yarın bir arabam olsun uzaktan kumandalı” derdi. Uyanırdı, yüzünü bile yıkamadan sağa sola bakardı: Yatağının altına, dolabının içine. Kendi odasından çıkar, evin bütün odalarını dolanırdı. Annesi hayırdır bir şeyi mi kaybettin dediğinde evet derdi yüksek sesle; Tanrı’yı derdi içinden. Ne zaman bir kararsızlığa kapılsa sadece istek değişirdi, cümle hep aynı kalırdı.


Büyüdükçe diz çökmeyi, dua etmeyi ve Tanrı’yı unuttu.
Yaşadıkça, boyun eğmeyi, sövmeyi ve aşkı öğrendi.

Doktora gittiği günün sonunda, hastalığının çok ilerlediğini ve yaşamak için sadece 4 ayı kaldığını öğrendi. Zaten yaklaşık 3 aydır yapılan tetkikler ve tedavilerden de biliyordu ki durum hiç de parlak değildi. Doktorundan ilk öğrendiği gün geldi aklına. Durumunuz demişti, ileri seviye tetkikleri yapmayı zorunlu kılıyor. Sıkıntılı bir süreçtir. Ama yapılmalıdır da… Doktorun ofisinden çıktığında güneşli havaya bakıp…

“Zaten bir tek böyle bir günde açardın sen” dedi ve “Kıçın olsa da kına yaksan” diye bağırdı sokağın ortasında.

Öfkeliydi hayata…

Hiçbir şey eskisi gibi olmadı o günden sonra. Hastane uğrak yeri, hemşireler, doktorlar ve hasta bakıcılar yarenlik ettikleri, ilaçlar tek içkisi olmuştu. Boyun eğmişti hastalığına, başka ne yapabilirdi ki…

Doktorla son görüşmesinden çıkalı neredeyse 3 saat oluyordu ve o hala, nereye gittiğini bilmez bir halde yollarda yürüyordu. Bir sokağın başına geldiğinde, nerede olduğunun ayrımına vardı. Hayattaki tek aşkını öptüğü sokağa gelmişti. Kapıda durdu. Bekledi...

Nice sonra, kapıdaki zillere bakabildi. Adını görünce zilde ve bir de soyadının aynı durduğunu fark edince, yüreği attı ince ince. Madem dedi son 4 ay, madem aşktı o, hadi oğlum bas şu zile. Oğul kol harekete geçti, beyin babanın lafını dinleyip zile uzandı. Ana yürek bir çığlık attı ama oğul onu duymadı.

Kapı duvar, kapı duvar dedi, bir iki yumrukladı sanki son gücünde… Basamaklara oturdu. Bekledi. Akşam oldu. Sabah oldu. Akşam oldu. Sabah oldu. O hep bekledi.


Bir kadın önüne 5 demir para attı. Başka bir adam sigara uzattı. Bir çocuk gofretinin yarısını uzattı. Bir kedi geldi, yanına uzandı. Bir kadın geldi bir kazak getirdi. Bakkal amca bir kutu getirdi soğuktan donmasın diye etrafını çevreledi. Günler, haftalar geçti. Basamakta uyudu, basamakta yaşadı. Basamakta ağladı. Ama bekledi. Yağmurlar yağdı, fırtınalar koptu hatta. O bekledi. Tutunduğu tek dal aşkı gelmedi. Bakkalın bıraktığı bir gün önceki gazeteleri aldı eline. Tarihine baktı. 3 ay 29 gün geçmiş dedi. Yarın son gün. Ayağa kalktı, üstünü başını düzeltti.

Diz çöktü olduğu yere. Tam da o sırada Tanrı’yı gördü.
“Okuduğun dünkü gazeteydi” dedi Tanrı.
Adam Tanrı’ya baktı.
“Madem vardın, neden onu bana getirmedin.”
Tanrı gülümsedi...
“Seni ona götürmeye geldim” dedi.

O gün oradan geçen; kadın, adam, çocuk, kedi, bakkal amca, onun donmuş bedeniyle karşılaştılar... Bakkal amca adamın elindeki bir gün önceki gazete ile örttü adamın üstünü. Kedi miyavlayıp uzaklaştı, kadın akşam yemeği telaşıyla elindeki torbalarla ardına bile bakmadı. Adam 112'i aradı, saatine bakıp hızlı hızlı yürüdü. Bir tek çocuk, bir tek o çocuk diz çöküp dua etti adamın başında; Tanrı'nın onu daha fazla üşütmemesini dileyerek...
____________________________


Fotoğraf / Prayer© Mikko Kukkonen

SIRRIN YÜKÜ ÖFKE


Günler, ne beklediğimi bilmeden, ne yapacağını bilmeden öylesine geçip gidiyordu. İki hayatım vardı. Biri yalnızca içimde, kimsenin haberi yok. Sanki kendi kendimin sırdaşı gibiydim. Sanki o bir başkası gibi oturup kendimle konuşuyordum. Bazen ona akıl veriyor, bazen vazgeçip ne isterse yapmasını söylüyordum. Bu delilik miydi? Yok canım. Ben her şeyin farkındaydım aslında. Tabii onu istiyordum. Hem de inanılmayacak kadar çok. Kimseyi istemediğim kadar çok. (*)

________________________________________________

Farkında mısın kimseye anlatmadığın sırrının sende yarattığı garip hallerin. İşe gitmiyormuşsun kaç gündür. Geçenlerde bir adam gelmiş çocuğunu kayda, dinlememişsin bile adamı; kafan öyle dalgınmış… Ondan önceki hafta sonu arkadaşlarınla gittiğin piknik ne oldu öyle; herkes gülüp eğlenirken sen bir köşede oturmuşsun sus pus... Fark edilmiyor sanıyorsun. Hayatla bağlarını koparmaya bir ince ip kaldı. O da koparsa ne olacak? Ne olacak söylesene... Hemen ağlamaya başlama... Sevmiyorum bu hallerini: Ağlak, mutsuz, öfkeli…

Sen misin bu söylesene? Senin bedenin mi bu taşıdığın: Bırakılmış, terk edilmiş köyler gibisin. Yıkılıyor binaların, çatın rüzgarda uçmuş ve temelin su alıyor. Sıvaların dökülmüş yer yer. Çürüyorsun anlasana. Kalk ayağa, kalk da bir bak kendine. Sen kendini sevmezsen, kim sever ki seni. Sen bakmazsan, sulamazsan bir çiçeği filizlenir mi söylesene. Esrik bir gülümseme suratında her daim, kim inanır söylediklerine. İki kelime söyleyecek oluyorsun, ağzında geveliyorsun anlaşılmıyor üstelik. Öfkelisin ya bir anda bir yıldız kayıyor gülmeye başlıyorsun. Deli diyorlar sana arkandan, en canlı kahkalarını hayata savurarak. Dönüp bakıyorsun, görürler mi sanıyorsun. Ruhun bile güzelliğini yitirdi bu günlerde. Karşı komşum Fatma Teyze bile şikayete gitmiş muhtara… Evi kokuyor, ölü var bunun evinde diye. Kaç gün oldu üstündekileri çıkartmayalı. Kaç gün oldu gün yüzüne çıkmayalı. Saklanarak, kaçarak kaç gün daha geçecek böyle söylesene. Ona mı bütün bunlar, gidişine mi, onun umurunda mısın sanki?

Ama benim umurumdasın… Her gün, her Allah’ın günü geliyorum sana. Çalıyorum kapını. Açmıyorsun. Arada bir gürültünü duyuyorum, açacaksın sanıyorum açmıyorsun. Kapını kırdırmak zorunda kaldım sonunda. Delirmek üzereyiz farkında mısın? Sen son ip kopunca delirmiş olacaksın, ben sen delirince…

İkimize de yapma bunu güzelim.
Canımmm...
Ne olur kalk ayağa.
Tut elimi.
Bir yerden başlamak gerek hayata,
at içinden şu sırrı, nefes al; sadece tek bir nefes, inan gerisi gelecek…

___________________________________
(*) Kürşat Başar - Başucumda Müzik - 126.sf.
İlk Yayın Tarihi: Şubat 2009