12 Aralık 2009

ÖRTMENİM İYİ Kİ GELDİN


Bu aşk nereye gider diye mesaj attı, mezara yazıp bastım göndere... Beklediğimden daha az bir sürede telefonuna sarılmış olmalı ki, telefonum bir kaç saniye sonra çaldı. Arayan o'ydu. Neden dedi, neden olmasın ki dedim, bütün aşklar bir gün ölür, ya da taraflarından biri...Hımm, peki dedi ve kapattı telefonu...

Peki ya ölen aşklar nereye giderdi? Ziyaret edilen bir mezarlık yok gibi geldi önce ama düşününce... Anılar... Evet, anılar birer mezarlıktı aslında. Belki her bayram gidip ziyaret etmiyorduk ama bazen bir şarkının melodisi, bazen bir koku, bazen bir insan, bazen bir sesle çıkıyorduk anılar mezarlığındaki yolculuğumuza. Ziyaretler bazen kısa, bazen uzun sürse de, bazen acıtıp bazen güldürse de, bazen dertleşip, bazen küfürleşsek de anılar ölü aşkların en güzel mezarlıklarıydı. Bazıları terk edilmiş bakımsız, bazıları çiçeklerle bezenmiş özenle korunmuş.

Onu almaya giderken, mutluydum, çünkü onunla şımarabiliyor, seviliyor ve eğleniyordum. Güzel, içten ve samimi bir gülümseme yerleşip kalıyordu yüzüme, galiba ben en çok onunla ben olabildiğime seviniyordum. Ne zordur, ben olabilmek... Çirkinliklerinizi bile rahatça konuşabilmek, hatalarınız üzerine dertleşebilmek, sevgililer üzerine bazen ağlayıp, bazen kahkahalar atabilmek...

Beni alışveriş merkezinde saatlerce gezdirdiğin, Çok çok az serzenişte bulunduğun, bu sefer ilk seferde yemeğe karar verip gene ve ısrarla hüsrana uğradığımız halde yüzünü asmadığın, barın kapanışı sırasındaki tüm şımarıklığıma katlandığın ve uslu bir çocuk olup hemen uykuya daldığın ve güne  gülümseyerek başlamama karşılık verdiğin için teşekkür ederim örtmenim, sen bana iyi geldin, iyi ki geldin...


_____________________________________

Fotoğraf / 1x.com

11 Aralık 2009

GEÇTİN VE GEÇTİN...

Dingin bir ruhun çığlığı duyulmaz bilirim de, görülmez mi be sevgili...


Yazdığı mektubu bu sözlerle bitirdi... Sevmekten yorgun düşen yüreğini, mecalsiz kalan dile getirişlerini, gücü tükenmiş bekleyişini son bir kez belirtmek istemişti. Her zamanki gibi özenli tavrını korumak istemişti; seçtiği kelimelerin az ve öz olduğundan emin olmak ister gibi defalarca okudu yazdığı satırları. Bazen bir kelimeye takılıp kalıyor, o kelimenin istediğini anlatıp anlatmadığından emin olmak için bir de yüksek sesle okuyordu.

Hayatı doya doya yaşamak ne kadar zorsa; yaşadığın hayatı anlatabilmek de bir o kadar zor.

Yaşadıklarını anlatabilse; hani kelimeler yetse, hani tükenmez bir kalemin mürekkebi gibi olsa kelimeler ve sonsuz uzunlukta olsa beyaz kağıtlar... Bundan daha fazlasını anlatabilirdi belki. Yaşadığım hayat dedi yüksek sesle, ya da o öyle sandı... Yaşadığı hayat, yazsa roman olurdu... Ne zaman iki satır yazı karalamaya başlasa, boşluğa atlamadan önceki korkuyu hissederdi derinlerinde.  Bu mektubu yazarken çok zorlansa da ilk defa yarım bırakmadı. Kendini şöyle ikna etmiş olduğunu da bir daha hiç hatırlamayacaktı: Bu benim son mektubum, bir vasiyetname sevdiğim kadına bıraktığım. Kadınımda kalacak son izim... Kadınım... Bu kelimeyi söylerken hala gülümsüyor oluşuna, hala yüreğinin kıpırdanışına, hala ısrarlı bir bekleyişin kurbanı hissedişine ve hala gözlerinden yaş gelmesine bir anlam yüklüyordu da anlamamazlıktan gelmeyi bir çözüm olarak görüyordu kendine. Mektubu okumaya devam etti. Satır aralarında dillendirilmeyen ama okurken hissedilenleri durup düşünüyordu arasıra;

Kendime ve bu dünyada en fazla sevdiğim kadına borçlu olduğum için bu düşüncelerimi yazmam gerektiği konusunda kendimi son bir kez ikna ediyorum.


Rahatsız edici soğuk bir ter beni sarmaya başlıyor.
Aldırmıyorum.
Boşluk beni içine çekiyor.
Hiç düşünmeden atlıyorum.
Düşerken midem bulanıyor.

Satır aralarına sıkışıp kalanları aklından geçirirken, gözünün önünden hayatının bazı kareleri geçmeye başladı. Görüntüler giderek hızlanırken, kafası aşağıya doğru düşmeye başladı. Boşluk kelimeleri  yuttukça, daha da derine düşüyordu ve midesi daha da fazla bulanıyordu. Gördüğü anlar,  kareler giderek önemini yitiriyordu.  O şimdi sadece korkuyordu. Gerçeklerle yüzleşme korkusu, onu ölüm kadar korkutuyordu. Şimdi karşısında sadece o bakışlar vardı, çok zaman önce ilk karşılaşmalarını anlatmaya çabaladığı karalamaların arasında bulmuştu o bakışları...
O güzel bakışların beni o kadar etkilemişti ki,

İçinden inanılmaz bir enerji saçıyordun,
İnanılmazdın.
Orayı terk ettikten sonra nereye gideceğimi şaşırmıştım.
Aynı gece bir kaç kez aklımdan geçtin.
Geçtin ve geçtin…..

Sandalyesinde geriye doğru kaykıldı. Mektubu ikiye katlayıp, özenle zarfa yerleştirdi. Zarfın üzerini  yazarken eli hafifçe titredi. Suçu, o anda açık pencereden girmekte olan gecenin esintisine yükledi. Kalkıp pencereyi kapattı. Mektup masanın üzerinde öylece duruyordu. Sevdanın gölgesi mektubun üzerinde uzuyordu. Uzandı mektuba, eline aldı, göndermekten vaz m ıgeçiyordu... Elinde mektupla yürüdü evin loş koridorunda, kapısı uzun zamandır açılmamış odaya ulaştığında yavaşlattı adımlarını. Kapıyı açtı, içeride sadece iki kişilik pirinç bir yatak ve başında bir komidin vardı. Zarfı, komidinin üzerine bıraktı. Cama doğru ilerledi. Kadının kendini bıraktığı pencereden boşluğa; sonsuzluğa baktı.  Kadının giderken bıraktığı zarfın yerinde kendi zarfı duruyordu, kadının yazdığı son mektuptaki son sözlerle bitirmişti mektubunu: 'Dingin bir ruhun çığlığı duyulmaz bilirim de, görülmez mi be sevgili...'

Rahatsız edici soğuk bir ter bütün bedenini sarmaya başladı. Aldırmadı. Boşluk onu içine çekiyordu. Hiç düşünmeden atladı. Düşerken midesi bulandı. Geriye, komidinin üzerinde yayınevine bıraktığı bir mektup ve kapaklı bölmede yer alan, üzerinde 'SENLİ BENLİ / bir özyaşam romanı taslağıdır' yazan bir kutu dolusu kağıt bıraktı.


________________________________________

Fotoğraf / deviantART

10 Aralık 2009

UMURSA(n)MAK

Ben onun umrundayım dedi ağlayarak; hıçkırıkları ile nefes alışları arasına sıkışıp kalan tıkanmaları olmasa daha da fazlasını söyleyecekti elbet... Sakinleştirmek için bir bardak su uzattım. Titrek ellerinin arasında bir süre tuttu içi su dolu bardağı. Suya bakıyordu, geleceği görmek isteyen bir büyücünün bakışlarını yakaladım gözlerinde... Kafasını bana doğru kaldırdı; bir şey söyleyecek gibi yutkundu, sustu. Bir şey demedim. Suyunu iç bile diyemedim. Sustum.

Dakikalar sonra sessizliği benzer bir cümle ile bozan gene o oldu: Beni düşünmese, sevmese beni, olur muydum düşlerinin içinde. Yapar mıydı beni bir yolculuğun yol arkadaşı kendine söylesene... Israrlıydı sorularında, cevaplar arıyordu. Ardı ardına sorular soruyordu. İlahi bir şekilde cevaplar iniverse oracığa bitecekti acısı ama inmiyordu. Soruların içinde boğuluyor, yutkunmalarının arasına sokuşturduğu burun çekmeleriyle küçük, çelimsiz, korumasız, elinden oyuncağı alınmış saçları dağınık bir kız çocuğunu andırıyordu. Elimi uzattım, neredeyse yarım saatte yudum yudum ancak bitirebildiği su bardağını elinden düşürmeden elinden aldım. Teninin yumuşaklığı dikkatimi çekti o anda, sanki daha önce hiç dokunmamıştım tenine, şaşırdım tenini hissedişime...

Saatler sonra hala aynı dolap beygirinin üzerindeydik, benzer sorular farklı kelimelerle hep; neden, niye, nasıl, ama, ne zaman, nerede, kim soruları ile bitiyor veya başlıyordu, bazen de sadece tek kelime olarak öncesiz ve sonrasız bir halde etrafa saçılıyordu. Ne yaptım ne ettiysem söndüremedim yangınını. Gecenin karanlığı kendini sabahın aydınlığına bıraksa da, o bunun farkında değildi... Umursanmak istiyordu, benim tarafımdan umursanmaksa şu anda umrunda bile değildi; o sevdiği adam tarafından umursanmak, korunulup, sakınılmak, sarılınıp sarmalanmak istiyordu. Ellerini ellerime alma cesaretini gösterdiğimde, sorabilmeye cesaret edebildiğim tek şey, burada benimle kalıp biraz uyumak ister misin oldu. Kıpkırmızı gözleri, kırılgan yüreği ve kendini içten içe göstermeye başlayan öfkesi ile salladı başını evet anlamında. Hemen ayaklandım. Garip bir mutlulukla donanmış heyecanımın anlamını biliyordum, o benim onu umursamamı umursamasa da ben onu umursuyordum. Yatağı hazırladım, ona giyebileceği rahat bir eşofman buldum, üzerini giyinip geldiğinde, gülümseyen yüzünü gördüm. Haliyle büyüktü onun için bulabikdiklerim; hani üzerine bir kaç beden büyük kıyafet giyen çocukların halleri olur ya, gülümsetir sizi de; işte öyle karşılıklı gülümsedik birbirimize, o gece için ilk defa.

Yatağa uzandım, yanıma uzandı, hiç beklemezdim; bu gece burada kal derken yanıma uzanacağını. Tanırdım, bilirdim, konuşmak için buraya gelirken bile yüreğinin ihanete açılan kapılarında huzursuzluk bekçileri onu ellerinde mızraklarla beklerdi. Ama uzandı yanıma, yatağın kenarına... İçinde en ufak bir ihanete açılan kapısı olmasa da benim gizli aşka yelken açan şeytanlarım rahat durmayacaktı o anda. Sırt üstü uzandım, yanımda onca zamandır seni seviyorum demeyi göze alamadığım kadın yatıyordu, korunmaya muhtaç bir kız çocuğu gidiydi. Bedenimin terlediğini hissettim, uyandığını ve uyarıldığını...


Kafamdan geçenleri ona söylesem yüzüme bile bakmazdı, konuşmazdı bilirdim; hiç konuşmadan, birşeycik söylemeden sarıp sarmalasam, öpsem, koklasam, istiyorum seni desem; bilirdim yüzüme bile bakmazdı, konuşmazdı... Sırtı bana dönüktü; teşekkür ederim, bu gece beni yalnız bırakmadığın için, iyi uykular dedi... İyi uykular diyebildim, oysa öpmek istedim, usul ve derin, oysa sarılmak istedim sıcak ve sonsuz ama sadece iyi uykular dileyebildim. Öylesine umrumdu ki, dokunamadım tenine bir kez bile, gözümü bile kırpmadım yanında uykumda şeytana yenik düşmiyeyim diye, dönmedim bedenimi bedenine ya söz geçiremezsem diye... Ağladım küçük bir erkek çocuğunun elinden oyuncağı alındığındaki haliyle, sümüklerim bıyık izlerimin hemen üstünde, sessiz ve içli ağladım, umrumdasın be kadın, sen benim umrumdasın diye...


__________________________________

Fotoğraf / deviantART

09 Aralık 2009

GÖRÜNMEZ



















Dingin bir ruhun çığlığı duyulmaz bilirim de...
_______________________________________

 Görülmez mi be sevgili..?
________________________________________________


_____________________________________________

Fotoğraf / deviantART






DONDU YÜREKLER


Büyütüyorsun gözünden sakınarak, donuyor sonra bir gün bir anda zaman...
Tarih donuyor, gözyaşın donuyor, bildiğin bütün doğrular donuyor...
Kadınlar kocalarına, çocuklar babalarına, ana babalar oğullarına doyamadan donuyor zaman...
Çocuklar şaşkın, çocuklar yetim kalıyorlar kucaklarda...
Öfke yedi ile çarpılıyor, binlerce çoğalıyor sonra...
Donmayan tek şey öfke oluyor, öfke böyle zamanlarda kaynıyor...
Davul zurna ile karşılananlara bir baskında yedi genç yürek daha kurban veriliyor...
İnsanın aklı almıyor, yüreği dayanmıyor...
Analar gururlu, babalar gururlu, kadınlar gururlu bir yürekli askeri daha verdiler şehit diye,
Söylesene gurur bu kadar acıtır mı, yakar mı, söylesene gurur hayalleri yarım bırakır mı...


Ne anayım, ne babayım, ne şehit verdim kocamı teröre, ne de yetim kaldı çocuklarım
Yüreğinde şehit yangını bir ananın çığlığında
Yüreğinde şehit fırtınası bir babanın gözyaşında
Yüreğinde şehit sevdası bir kadının bakışında
Yüreğinde şehit sevgisi  bir yetimin şaşkınlığında
Dondu bildiğim bütün doğrularım





DÜNGÜNAN

Geçen hafta durup dururken geldi aklıma, kediler üzerine konuşurken. Adını belki 15 yıl sonra ilk defa andım, o da onu değil de kedilerini anlatabilmek için. Ne tuhaf bir kediydi bir bilseniz. Duvara yaklaşırdı burnunun ucuna kadar, boynunu yatırır yana ve dokunmazsanız öylece dakikalarca bakardı duvara... Bunu hatırladıktan bir kaç gün sonra bu sefer bir rakı sofrasında; arkadaşlıklar, dostluklar ve ilişkiler üzerine yapılan, kıvamı koyu, lezzeti doyumsuz bir sohbette bir kez daha adı geçince aklıma gelmeliydi aslında ama gelmedi işte... Nerede, ne yapıyordur bile demedim içten içe...

Dün yorucu bir Ankara yolculuğunun dönüşünde gece uyku da tutmayınca, düşünebilirdim belki üzerine ama dedim ya, daha anlatırken bile aklıma gelmemiş olanın sonrasında aklıma düşmesi de beklenemezdi. Ben her zamanki rutinimde dönerken; soldan sağa, sağdan sola, yastıkla verdiğim kavgayı kazanınca ve yorgun düşünce düşüncelerden bir parça, daldım hani şu sımsıcak senli benli uykuma... Sabah, soğuktan arta kalan kırağılar gibiydi; soğuk, beyaz ve kırılgan bir buz sanki... Yatakta uzun süre debelendikten sonra, ağrıyan bedenimi pek de hevesli olmayan bir hızla kaldırdım yataktan, saate baktığımda mesai saatinin çoktan başladığını gördüm. Telefona uzanan elimin cansız ve telaşsız haline çok da aldırmadan, isteksiz bir sesle konuştum telefonda, bir önceki günden tarafıma iletilmesi gereken bir not olup olmadığını sordum. A. aradı dediler, arkadaşınızmış: Telefonunu bıraktı. Gülümsedim; geçen hafta aklıma gelişine, kedilerini anlatışıma ve 15 yıl öncesinin bakış açısıyla durumlara alınan tavırlara...

Geçti gitti üç dört saniye içinde tüm düşünceler, hemen sonrası gene koca bir yavaşlık, ağırlık ve kırgınlık... Kendi içimde debelenirken çıktım kapıdan. Arabayı çalıştırırken ve trafikte sıkışıp kalmışken, ve hatta yol boyu aklımda hiç bir şey yoktu. İşe geç kalmıştım. Kendi ruhumun ağır aksak hayata akışının sabahki trafikle uyumuna şaşıp kalmıştım. Hayatın ritmi bazen ne kadar da uyumlu olabiliyor ruhumuzun ritmi ile aslında... Az sonra polisin 'sağa çekmemi söylediği' el hareketi ayılmak bilmediğim kendi halimden uyandırıverdi beni. Debelenmekten bir anda kurtuldum. Hayat hızla akan bir trafik gibiydi. Sağımdan solumdan geçen, hayatın içinden arabaların arasında duruyor muydum ben, onların yarattığı akıma mı kapılıp gelmiştim yoksa bunca yolu. Memur ehliyet ve ruhsatı isteyecekti alışık olunduğu üzere, bu yolda geçen hafta olan kazada 5 kişi öldü dedi. Trafik sigortanız yenilenmemiş dedi. Arabayı bağlayacağım dedi. Ben sadece gülümsüyordum söyledikleri karşısında. Ev yakın dedim, ya da hemen şuraya fakslatayım, geçen hafta yaptırmıştım sigortamı ve biliyorum kazayı hemen yanından geçmiştim, arabayı bağlamanız şart mı? Ben bütün bu cümleleri seri bir şekilde kurduğumu düşünürken, çalan telefonla kendime geldim. Polis belgeleri alıp arabasına doğru uzaklaşmış ve ben kendi kendime koşuyordum hep dendiği üzere deliler gibi. Telefonu meşgule aldım, faks çektirmek üzere uzaklaştım... Ters gidince gidiyordu herşey, karşı tarafın faks makinası bozuktu o çözüldü, bu tarafın kağıdı bitmiş fark edilmemişti. Kağıt takıldı, faks istendi bir kez daha, kağıt ters takıldığı için gelmedi. Kağıt düz takıldı, faks rica edildi bir kez daha ama bu seferde cihaz bozuldu. Başka bir numara verildi, nihayet faks geldi. Ters yoldan gitmemek üzere, ufak bir şehir turu ile faks polise ulaştırıldı. Ceza kağıdı alındı; trafikte telefonla konuşurken radara yakalanmıştım; uyarıldım, iyi oldu.


An itibarıyla, gün hala ağır aksak, ruhumla ve yüreğimle uyumlu: Hafif bulutlu, yağmuru topluyor güneşim penceremin önünde, uzaktan çok uzaktan sıcak bir yel esse de bugün bana ulaşmıyor, dedim ya ruhum bir tuhaf bu sabahtan beri; soğuktan arta kalan kırağının, soğuk, beyaz ve kırılgan yüzü yüreğim...




___________________________________________________________

Fotoğraf / 1x.com / Winter © MMarie

( Yol + cu ) + luk = Aşk

Yol sana çıkıyordu
Yolcu sana...
Yolculuk bir düştü, her seferinde yönü aşka

Yol sana çıkıyordu
Yolcu sana...
Niyet yola çıkmaksa da
Aşk bu; her seferinde geçit vermiyordu sevdaya

Yol sana çıkıyordu
Yolcu sana...
Yolculuk bir düş'tü, eşitlik bazen bir küçük eğik çizgi ile kolayca bozulsa da

Düş; yüreğince olsa da,
Gerçek; yüreğine uymasa da


Yolculuk düş/tü... Yolcu düştü... Yol düş...





Yolculuk bir yolcunun yola çıkma niyetiydi, yol hep vardı, yolcu hep hazır...
Yüreğinde kocaman sevdalarla, yeni yepyeni bir aşka yelken açan sana;
dilerim bu sefer yolculuğun son durağı yüreğince olur.
Düşün gerçeğin, gerçeğin düş gibi olur.