29 Mart 2010

GECE YAĞMUR DÜŞ TINI


Fotoğraf / Rybnicki


Yağan yağmura eşlik etsin diye, klasik jazz dinliyorum. Glenn Miller yumuşacık sesiyle ritmi ruhuma uygun Moment In The Moonlight'ı söylüyor. Salınıyorum onun müziğinde... Tınısı üzmek istemez gibi beni, aksine kollarımı salıyorum iki yana ve yağmura bırakıyorum düşlerimi usulca...

Hemen ardından, I Wish I Knew uzatıyor boynunu geceye Billy Taylor'ın yorumu ile... İçimdeki yaramaz kız çocuğu el çırpıyor düşlerdeki sevgiliye, yüzümde yamuk bir gülümseme ile...

Gece güzel... Yağmur güzel... Düş güzel... Tınılar güzel...

Smoke Gets In Your Eyes diyen Dinah Washington bölüyor düşlerimi... Ain't No Sunsihne'ı Buddy Guy söylüyor... Ben  Bill Withers  yorumunu oldum olası daha çok sevsem de... Bu şarkının yeri bende bambaşka... Artık başka bir hayalin içinde yüzüyor yüreğim; eskisi gibi hızla çarpmıyor, ama o telefon konuşmasının olduğu o güne kısa bir yolculuğa çıkıyor: O adamı tanıyorum. Bu şarkıyı dinlerken masasının başında oturuşunu, elindeki sigaradan çektiği nefesi, aklından geçenleri biliyorum. Adamı usulca yanağından öpüyorum.

Norah Jones, Sinkin' Soon söylemeye başlayınca, dağılıyor bulutlarım. Bir barda - bar gençlerin takıldığı, salaş bir mekan- bir bira içip çıkacağımız o gece düşüyor aklıma. Müzik başlayınca, sevdiğim adama sırtımı yaslayıp dans ediyorum... Kollarının arasındayım. Adamı seviyorum. O gecenin tadının dudağımda sonlandığını hatırlıyorum. Adamı özlüyorum. Öpüyorum. Düşlerimi yağmura bir kez daha bırakıyorum, usulca...





BİR SABAH ILINMIŞTI YÜREĞİM




Aşka uyanmadığım sabahlar da oluyor elbet.
Güne güzel başlamadığım sabahlarımın sayısı, eminim başladıklarımdan daha fazladır.
Her gün, gülümseyen bir çift gözle umutla bakmıyorum yaşama.
Her an sevgi kelebeği gibi çırpmıyor kanatlarım.

Ama bazı sabahlarım var ki,
Onlar unutamadıklarım.
Bu kartı aldığım sabahki gibi:
Aşka uyandığım.
Ilındığım.


_________________________________________________________________


Aslında güzel bir hikayesi var fotoğrafın, bir ara yazmalıyım.


DÜN GÜZELDİ



Korumayı bilsek, ah bilebilsek
Kırıp dökmeden
Yasaklamadan
Bakabilsek

Ah bir değer bilsek
Bilebilsek
Yaşam nasıl da
Tutunulası bir dal olurdu hepimize

Görebilsek
Ah bir görebilsek
Zenginlik budur diyebilsek
Korurduk değil mi
Koruyabilirdik
Bozmadan
Bozulmadan

Ah bir insan olsak
Olabilsek
Düşünsek
Anlasak
Kavrasak
Baksak
Görsek
Mutlu olsak



KUMYAKA - TARİHİ KİLİSE
GİRMEK YASAKTIR
Duvarları boyamak
Rölyefleri kazımak
İşemek
Çöp atmak
Kırmak
Yıkmak
SERBESTTİR


28 Mart 2010

GÜN GÜZELDİ






Ray Nance / Some Of These Days



PAZAR YÜRÜYÜŞÜ


Az sonra uzun bir pazar sabahı yürüyüşüne çıkacağız, son hazırlıkları tamamlıyorum, fotoğraf makinasının şarjı kontrol edildi. Dinlenecek müziklere yenileri eklendi.

Sabah yaptığım ilk iş, erken kalkmanın da avantajı ile mutlaka müzik dinlemek olur. Öyle hazırlanırım ben güne. Hoş, gece uyumaya da öyle hazırlanırım ben ve hatta yemek yaparken ve hatta... Uzar gider bu liste böyle... Müzik ruhun gıdası diyen atalarımı da selamlayayım yeri gelmişken.

Ne anlatıyorum...

Hımm... Pazar yürüyüşü hazırlıkları...

Yorulunca, soluklanacağımız banklarda, çimlerde yayılmışken okunacak bir kitap, havanın serinlemesi durumunda dudaklar çatlamasın diye krem, ellere ayrıca bir krem daha, ya güneş yakar kavurursa, yüze de gerek bir koruma kremi... Terlenirse diye tişört, ıslanırsa diye çorap ve ayakkabı... Yağmur yağarsa diye yağmurluk... Yağmazsa diye eşofman üstü... Acıkırsam - ki kesin - çikolata bar... Susarsam - ki kesin - su... Oldu mu benim çanta, üç günlük seyahat planlayanların bavulları kadar... Çaktırmadan da fotoğraf çantasına sıkıştırıyorum bir kaç şeyi hala...

Neyse efendim (pek bir absalom tarzı oldu  bu cümlem de... keh keh...) 

Ben naçizane müziklerime müzik eklerken, Gaydaistanbul 2009 albümüne denk geldim. Ne zamandır dinlemiyordum. Sonra kendime sinirlenip, kudurduğumdan mütevellit - şu bir yere giderken evimi neredeyse sırtımda götürecem halleri - gerildim haliyle. Dedim dur, (sen de dur okuyucu, dinle şarkıyı) şu şarkıyı dinleyeyim az biraz da neşeleneyim. Aaaa... Ben bir kudur bir kudur, kafayı ye kudur... Kudurrrr...  (durma sen de kudur)


Aaa, hayrola, hiççç senin gibi sakin, huzurlu, sinirleri alınmış et misali yumuşak bir insan kudurur mu demeyin. (sen sakın bir şey deme bekriya...) Siz bilmezsiniz, ben en çok kendime kudururum....

Şimdi uzun, uzunnnnnnnnnnnn bir yürüyüş yapıp, biraz smooth jazz, biraz küba müzikleri, bir parça da viyola jazz dinleyip, ruhuma kanat takayım. Ruhumun gideceği yol uzun, yürek yanı başında, bugün ruhum süzülsün masmaviye karışan güpgüneşin koynunda...

İyi pazarlar...


Fotoğraf için google'a "bavul" dedim.
O da bana, al sana dedi bir sürü bavul fotoğrafı. 
Ben ruhuma uygun olanı seçtim.
Kokoşum kabul edin :)





27 Mart 2010

LEZZETİNDEN SUAL OLUNMAZ YAŞAMIN

Vakti zamanında, yanlış hatırlamıyorsam, 2008 Aralık sonu, Nily mimlemişti beni... Sevdiğim mekanları yazmam için; şöyle başlamıştım söze:
Sevdiğim mekanlar…
Sevdiğim mekanlar…
Sevdiğim mekanlar…
Uzun uzun düşündüm
Yazmaya başlarsam aklıma gelir dedim.
Yemek yiyebileceğim salaş mekanları severim mesela…
Düşündüm…
Aklıma gelmişti tabi gelmesine de, mim gene çıkacak gibiydi yolundan.

Deniz kenarlarını severim…
Dağları tepeleri ormanları severim…
Rock müzik dinleyebileceğim mekanları severim…
Şık yerleri severim... Hani şu beyaz masa örtüleri şık, yakışıklı garsonların olduğu…
Jazz Barları severim…
Bol çeşit olsun bir de soul müzik, kahvaltımı edeyim ama mümkünse kalabalık olmasın brunch mekanlarını severim.
Balıkçıları severim.
Limanları.
Ben en çok sevdiklerim yanımda olsun isterim, mekan bahane olsun gönlümüz hoş olsun isterim.
Bazen salaş bazen şık ama mutlaka gülümseyerek anacağımız mekanları severim.
Yazdıkça fark etmiştim ki, bana o mekanı sevdiren, o mekanı paylaştığım dostlarla çoğaltabildiklerimdi. O mekanlara tek başına gittim mi diye çok düşündüm. Ama o mekanlara, dostlarımla çok gittim.
Nişantaşı’ndaki şık manavı bilirim… Bebek’teki soğuk sandviççiyi… Taksimdeki salaş ocakbaşını, hani umut pişirip kahkaha içtiğimiz. Uludağ’daki köy evini, Çeşme’deki denizi severim.
Bursa, Eskişehir, İstanbul, Alger, Bursa... 38 yıla sığdırdığım dört kent... Sonunda başladığım yere döndüm kendi yolculuğumda... Şimdi dönüp baktığımda, anılarda yer tutanlara, mekanlar geliyor gözümün ucuna, mekanlar ve o mekanlardaki tatlar dilimin ucuna, ama en çok, yaşamdan aldığım lezzetin keyfi yerleşiyor yüzüme. Gülümsüyorum. Yaşadıklarımdan aldığım lezzeti, güne yayacağımı biliyorum.

Soğanlı parkı severim, aşkı sandiviç yapıp keyfini çıkartabildiğimiz için. Ada’yı severim mumlar yakıp dilekler tuttuğumuz için. Moda, Fenerbahçe, Caddebostan'ı severim sahilinde yürümekten bıkmadığımız için. Taksim’i severim her şey bir arada olduğu için. Porsuk kenarını severim,bira içip, ilk aşkın heyecanlarını ona kustuğum için. Beşiktaşı severim Ortaköy’e yürüme mesafesinde olduğu için. Kozahan’ı severim simit ve çay en güzel orada gittiği için. Tünel’i severim iki ucu da keyfe açıldığı için. Alger'daki balıkçı kasabasını severim, jumbo karidesleri soğanla yiyebildiğim için. Caddeyi severim süslenip püslenip Kırıntı'da yemek yediğimiz için. Garın oradaki Ali Abinin köfte ekmeğini severim, tükürük midemi bulandırmadığı için. Mudanya'yı severim bir de tabi Yalova'yı balık yemek deniz kokmak için. Evimi severim dostlarım geldiğinde, herşeyin lezzeti katmerlendiği için. Trilye'yi severim, Tiffany'de Kahvaltı tadında bir duyguyu bana yaşattığı için.



Yazımı okurken fark ettim ki, hayatın lezzetini ailemle ve dostlarımla alıyorum ben, Mezzaluna'da yediğim pizzayı da, sahil kasabasındaki salaş balıkçıda yediğim balık ekmeği de lezzetli kılan, an. O anı orada, onlarla yaşamasaydım, o lezzet kalır mıydı aklımda çok da emin değilim. Kızılkayaların dürümünden aldığım lezzetin, Caddede yediğimde, Taksimde yediğim ile  aynı olmayışının nedenini fark ettiğim gibi: Dürüm, Hayal'den Line'a uzayıp, Jazz Stop'da sonlanan bir gecenin ardından yendiğinde lezzetliydi. Soğanlı Parkta yediğim sandiviçin lezzeti, her zamankinden farklı hazırlanışındaydı, hazırlanan kişiyle onu paylaşırken hissedeceklerimde saklıydı en çok da.

Bu nedenle, lezzetlerim var benim, ama mekanlardan çok, yaşamda, yaşamın içinde... Bu şöyle anlaşılmasın, bilirim ki, iyi kebapçılar, iyi Fransız ahçılar, Bolu'lu Ustalar vardır... Bilirim ki, onların ellerinden yediğiniz Adana'nın, Foie Gras'nın,  Gırma Böreğinin tadı başkadır. Yine de inanırım ki; lezzeti yaratan ve unutulmaz kılan, onu paylaştıklarındır... O an'dır.

Beni hayattan aldığım lezzetlere çıkarttığı yolculuk için stuven'a teşekkür ederim. Dilerim, kurallarına uyamadığım için çok kızmaz bana. Mimin konusu güzel, almak isteyen, üzerine yazmak isteyen olursa, keyifle okumak düşer bana... Lezzetinden sual olunmaz bir haftasonu dilerim hepinize...





26 Mart 2010

SOLUKSUZ KAL/MA/K

 Fotoğraf / Salvador Sabater


Sen (de) biliyordun !

yolun
yolcu(su)ydu
Sense
 durak

Ömür
Onun
soluklandığı
kadardı

Ölüm
Yola
çıktığı
her
an

Yol biter sandın
Sevda tükenmez

Sen (de) biliyordun
O
Bir
soluk
aldı
Senden

Sen
soluksuz kaldın
yani
yola çıkmasa da
Sen (en başından) biliyordun !
son
aynı
son


Biliyorsun değil mi...
Biliyorsun, çünkü sen de duraksın!