16 Nisan 2010

UYANMAK / KISA DÜŞÜNCELER




Neden uyanır ki insan, henüz sabahın olmayan bir vaktinde, aklında sorularla... Saat şu anda 05.24.

***

Lacivertin bu tonunun ayrı bir adı olmalı, yer yer kurşuni olduğunu tanımlayabilirim de, yer yer lacivert demek haksızlık olacak.  Gökyüzü bulut bulut.

***

Yazdığım şu satırları sevdim... Şiir tadında oldu ama fotoğrafın fısıltısı serisini yapmak üzere fotoğraf bakındığım site düzenlendiği için fotoğraf seçemiyorum, ama bu satırlar da zamanda yerini şimdi alsın istiyorum.

tozum ol!

bir su damlasıydım sadece
yağabilmek için yoğuşmalıydım seninle


***

Yağmurun yağması için su damlasının onu ağırlaştıracak birşeye ihtiyaç duyması ne garip, benim yaşamak için ona ihtiyaç duymamla pek bir özdeşleştirdim durumu. Yukarıdaki dizeler de aşkı anlatmış oldu dönüp dolaşıp.

***

Sabahları servis beklerken kitap okuyorum ayakta, insanların garipseyebileceğini komşum söyleyince fark ettim. Cümlesi aynen şöyleydi: Vakit yokmuş gibi elinde kitap, o beş dakikaya kaç cümle sığdırıyorsun ki...

***

Eğitimlerde sıkça yapardım, kağıtlara kelimeler yazar çocuklara kura çektirirdim kürsüye gelince ve bir dakika süre verirdim. Onca cümle sıralarlar gene de vakitleri kalırdı geriye ve çok uzun gelirdi bir dakika onlara bu oyun içinde... O anları bir kenara not etmediğime üzülürüm zaman zaman.

***

Dün akşam anlamsızca çok yedim, içim sıkıldı ve ben gene hırsımı yemeklerden almış oldum.

***

Ben şimdi ondan,  toz olmasını istiyorum ya, hani yağabilmek için, yanlış anlayıp toz olmasından korktum bir an... Herşey olacağına varır demiş büyüklerim. Yaşayalım görelim derim. Bekle ve gör, bana göre değil, o zamanı yaşamla doldurmayı tercih ederim.

***

Herkes kelimeleriyle yaşar... Bir yerde okumuştum bu cümleyi... Hatırlayamadım. Düşündüm de, pek bir doğru geldi. Geçen yıl doğumgünümde, çok şey mi istiyorum deyip, şımarmak istiyorum yazmıştım ve doğumgünüm ve sonrasında kimsenin beni şımartmadığı kadar şımartılmıştım hem de neredeyse beni tanıyan ve sevdiğine emin olduğum herkes tarafından.

***

Bazı insanların hayatıma giriş öyküleri ne garip ve çıkışları sonra. Bıçak gibi keskin bitişleri olmamıştı arkadaşlıklarımın. Olmamıştı diyorum çünkü bir tanesi olmak zorunda kaldı, ya da biz mi öyle tercih ettik. Ya da ben tercih ettim, o mecbur mu kaldı. Ya da tam tersi, belki de mecbur kalan bendim. Bu sonucu değiştirmedi, görüşmüyoruz ama bu düşünmüyoruz demek değil biliyorum, ben de onun aklına düşüyorum. Belki bir yürüyüş anında belki bir şarkıyı dinlerken. İyi dileklerimizi gönderiyoruz birbirimize, nedense bundan eminim. Yüreğini bildiğimden belki. İyi ol!

***

Yürek! İçinde neyi barındırıyorsa onu buluyor hayatta. Buna benzer bir cümle vardı, kurulmuş cümlelere alayım dedim, yazdım bir kenara ama bulamıyorum. An defterimi elimin altında tutmalıyım. Yürekte ne varsa, ağızdan o çıkar... Böyle bir şeydi sanki... Tam hatırlayamıyorum.

***

Hatırlamak! İnsana yaşarken, unutmayacakmış gibi gelen bir çok şey nasıl da zaman içinde gizlenip saklanıyor en ücra köşelere, işin asıl komik yanı sen isteyince değil de kendi istediğinde o anıların çıkıp gelmesi bence. Hani şu klasik hal vardır ya; bir şarkı, bir an, bir fotoğraf, bir yemek, bir lezzet, bir yol, bir çocuk, bir gülüş... Alıp götürür ya...  Sen istediğin için değildir aslında, o anı çıkıp gelmek, kendini hatırlatmak ve buradayım demek istemiştir. Tozunu siler, bazen gülümser, bazen dalar, bazen düşünür, bazen düş kurar, yerine kaldırırsın. O, orada bekler... Senin en duygusal anını. Sarılmanı istediğinden belki de, tam da o anda gelir. İlginç!

***

Şiirler okuyorum bu sıralar, annemden aldım bir kaç şiir kitabı, elimin altında sürekli, hoşuma gidiyor yaprak yaprak okumak.

***

Telefonumun alarmı çalıyor, uyanma saati... 06.35.

***

Şu alıntıyı yapmadan başlamasın bu sabah: Akgün Akova'dan

Yaşamın çıkmaz sokaklarında yürürken, bir kuyrukluyıldıza çarpmaktır aşk. 
Söylendikçe bizim olan bir şarkıdır.
Tene dağılan mıknatıstır.
Uzun bacaklı bir yaban hayvanıdır aşk.  
En uzun kuyumuza düşen kemandır.
Dikey bir şiirdir bütün kuşları aynı anda havalandıran.
Aşk yasemin kokan bahçeleri ve ateşböceklerini bir arada anımsamaktır.
...

Aşk, Öpüşen Çiftleri Alkışlama Ekipleri kurdurur sevilenlere.
O, uzun saçlı bir yıldızdır, yüreğin içinde taranır.

***

Aşk,
yeni biçilmiş çimenlerin yeşilinde,
senin kokunu duyumsamaktır.

Özledim.



















14 Nisan 2010

ŞARAP KOKULU KELİMELER


Tek katlı, 20 metrekare bile olmayan bahçesine mutfaktaki kocaman kapı ile geçilen, 100 metrekare tabanlı bu eski eve karşı hissettiği; ilk görüşte aşktı. Ya başkasına kiralarlarsa diye iç geçirdiğini emlakçıya belli etmemek için nefes bile almıyordu. Evin çatısı ciddi bir tadilat istiyordu ve banyo ve mutfak mutlaka elden geçmeliydi. Camlar macunlanmalı ve boyanmalıydı, aslında evin tamamı boya istiyordu. Hiç üzerinde durmadı, o aşkın körlüğünde sadece güzellikleri görüyor, tüm zorluklara göğüs gerebileceği inancı ile düşler kuruyordu.

Emlakçıda imzalanan evrakların ardından, yüklüce yapılan ilk ödemeden sonra - ilk 6 ayı peşin ödemişti - anahtarı alır almaz, evin yolunu tuttu. Ahşap zemini beyaza boyayacaktı ve salon kesinlikle turkuaz ağırlıklı olacaktı. Bazı duvarlar yıkılmalıydı ve bazı camlar daha da büyük açılmalıydı; güneşe, rüzgara ve yağmura. Evde dolaşırken kopuk, anlamsız kelimeler gelip çarpıyordu kulağına ara ara. Dikkat kesilmeye niyeti yoktu. O henüz heyecanını yansıtamadığı, aşkın flörtöz evresindeki mahçup kızdı.  Bahçeye bakan pencerenin kenarında durdu. Kelimeler onu arkadan itiyor gibi iyice yapıştı cama, öyleki, nefesinden buğu oluştu camda. Bir anlam veremiyordu, kafasının içinde mi dolanıyordu onca kelime. Anlamsız kelime öbekleri gibiydiler...  Rüzgarda savrulan çöl çalıları gibi, öbek öbek, yuvarlanıyorlardı.

Çok ...... ..... ... Anlatmak ..... ............. yaratan, '...... ........ önce ........... ........ ben' ....... ... ......... , üzülmüştüm, ..... .............. hali... ...... ......... bunu ...... ......... mıyım, ...... ....... ettiğimi ..... ........ ? Kırıldığımı, ...... ......... ... Bilmeli ......... ?


......... mıyım? ......... ...... yokmuş, .......... , ............... gibi ........ ......... ? Silebilir ......... ? ............ mi? ........; ........... ince, ..... ........ , bazen .... ........ , bazen .... ........, bazen .... ........ ses, ..... ......, bir ..... .... ........... ondan ........ ............ sendeki ............... ... ....... şimdi ...... ......... , çok ...... ...... , bunu ....... .......... mıyım?

Ne gereksiz bir gerginlik yaratıyordu kelimeler kafasında... Susturmaya çalıştı, yeni heyecanını yaşamak, üzerine düşler kurmak istiyordu. Kafasındaki anlamı olmayan bu kelime öbeğinden bir an önce kurtulmak için, bu eve getirmeyi düşündüğü eşyaları yerleştirmeye başladı.  Mor koltuğu pencere önüne koymaya karar verdi. Böylece hem bahçeyi görebilecekti hem de aydınlığı içeri buyur eden o pencerenin önünde okuyabilecekti. Hemen karşı duvara, turkuaz çalışma masasını ve bir ada gezisinde, ailesi eski İzmirden olan, antikacı Rum kadının ısrarları ile edindiği abajuru üzerine koyacaktı. Sağa sola bakınırken, gözü, pencere pervazının dökülen macunlarına takıldı ve işte yine o anlamsız kelime öbeği oradaydı. Akıp gidiyordu camın üzerinden, birleştirmeye ve bir anlam çıkartmaya çabalarken yakaladığı; kendi çaresizliği oldu. Hiç bir anlamı yoktu bu kelimelerin, bir öbek olmaktan başka. Ne başı belliydi, ne sonu... Onlarca yitik kelime kokusu sardı evi. Pencereyi açıp hava almak ihtiyacı duydu. Pencerenin koluna takılı kalan 'emin değilim'in eline bulaştığını fark edemedi. Beyni, neden çok emin olmadığını bulmaya çalışa dursun, o, düşlere daldı.

- Mangal hazır mı?
- Sen etlerden haber ver...
- Önce patlıcanlar ve kırmızı yağ biberleri...
- Herse mi?
O gün, o bahçedeki kalabalık arkadaş grubunun içinde, nasıl da eğlenmişlerdi, nasıl da gülmüşler, nasıl da çoğalmışlardı. Eski günler...
Eski günleri yüksek sesle söyledi. Camı kapattı. Hüzün denizlerinde yüzmenin bir anlamı yoktu. Yeni bir ev, yeni bir yaşam onu bekliyordu ve bu ev, o evdi: Hep hayalini kurduğu, turkuaz pancurlu, beyaz ev... Eve yapılacakları bir kağıda not etmeye, listeler hazırlamaya başladı. Yapılacaklar listesi, alınacaklar listesi, tamir edilecekler listesi... O listesi, bu listesi derken, yaklaşık 4 saati o evde, ayakta ve o kelimeleri duymadan geçirdiğini fark etti. Siliniyorlardı. Sevindi...

Ertesin gün sabahın köründe iki usta ile geldi eve, ustalar ölçüp biçip, bakıp anlayıp bir fiyat çıkartacaklardı. Kafasında bir ödeme planı yapıyordu. Ustaların kamyonuna attığı mor koltuğunu koydu camın önüne ve başladı gene notlar almaya. Hesap kitap işlerinden oldum olası haz etmezdi: Çarptı, böldü, topladı, çıkartı... İçine sinmeyince, bir kez daha, bir kez daha... Fiyatı verecek kendisiymiş gibi, hesap kitaba gömülmüştü. Daldı; kulağında yine öbek halinde kelimeler...

Ustanın sesi ile kendine geldi, usta uzun uzun yapılacak işleri, bedellerini, toplam işçilik maliyetini ve yaklaşık malzeme fiyatlarını, vade koşullarını söyledi. Üzerinde düşünülmüş bir konuşma metninin önceden ezberlenmiş hali gibi takılmadan, aralara aaa, hımm gibi bekleme süreleri koymadan konuşan ustanın akıcılığında fark etti kelimelerin neden öbek öbek kulağına takıldığını. Bir buluşun parlaklığı beliriverdi gözlerinde. Usta, o bakıştan bu iş tamam anlamını çıkartsa da, o ustanın söylediği hiç bir detayla ilgilenmiyordu. Günlerdir kafasının içinde dolanan kelime öbeklerinin nihayet anlamını çözmüştü, sanki... Ayağa kalktı, ustaya bütün bu ayrıntıları bir kağıda dökmesi gerektiğini, kendinin yapabileceği ödeme planı çerçevesinde anlaşırlarsa, hemen yarın ya da bir ertesi gün işe başlayabileceğini söyledi ve ustayı kovar gibi hızla kapıdan uğurladı.

Kendi konuşma ritmi kulaklarına takıldı. Nefes almayı bile unuttuğu o gergin zamanlarında annesi ne derdi: İki sus bir konuş... İki sus bir konuş... O zamanlardan kalma bir alışkanlıkla, yazardı, içindekileri. Sürekli bunu tekrarlıyordu. İki sus bir konuş... Koltuğuna oturdu. Gün batmak üzereydi. Eline kağıdı kalemi alıp yitik kelimelerini yazmaya başladı.

..... emin değilim... ............. konusundaki kararsızlığımı ..........., 'bunu daha ........ de yaşamıştım .......' ....... ... Yaşamıştım, ........... , çok üzülmüştüm ....... ... O nedenle ....... sana anlatmalı ........, yani fark .......... bilmeli misin? ..........., üzüldüğümü... .......... misin?

Susmalı ..........? Susmalı ve ..........., olmamış, yaşanmamış ........... silmeli miyim? ....... miyim? Silinebilir ......? İz; bazen ......, bazen kalın, ........ bir sözcük, .........  bir hece, ......... sadece bir ........, bir bakış, ........ susuş... Hepsi ........ kalan izlerin .......... yansımaları... Ben .......... oturmuş düşünüyorum, .......... emin değilim, ......... sana anlatmalı .........?
Kafasındaki seslerle yazdığı yitik kelimeleri birleştirince fark etti ki, o olayın olduğu gün, o, susmayı tercih etmişti. Şimdi de aklı, annesinin tembihini gerçekleştiriyor, iki susup bir hatırlıyordu. Pencereyi açtı, yeni bir yaşamda yitik kelimelere yer yoktu. Aklında dolanan ve susmak bilmeyen kelimeleri havaya savurdu. Söylen(e)memiş kelimelerini, ruhu ve yüreği ile birlikte özgür bıraktı. Susmak, onu ilk defa özgürleştirmişti. Bazı kelimeler alaca karanlığa kucak açan limon ağacının dallarına çarptı, birkaçının kanadı kırıldı, birkaçı küçük kızın elinden kaçan balon gibi bulutlara ulaştı... Pencereyi kapadı, koluna takılı kalan 'emin değilim'i fark edemedi.

Mor koltuğuna oturup, bir mum yaktı... Arabanın bağajından şarabını ve kadehleri aldı. İçeri girdiğinde, elindeki iki kadehe bakıp, gülümsedi. İki kadeh, tek bir koltuk ve yitik kelimelerden arda kalan koku bu gece herşeyiydi. Koltuğuna oturdu, şarabını açmak için kapıya yöneldiğinde bir araba sesi duydu. Önce korktu, heyecanlandı, sonra komşular olmalıdır diye kendini rahatlattı. Kapı çalmadan kapıyı açtı. Adamın gözlerine takıldı, bir elinde kırmızı örtüsü kenarlarından taşmış hasır piknik sepeti, diğer elinde katlanır plaj sandalyesi ile karşısında duran görmüş geçirmiş bir adamın bakışları değildi; daha çok yeni yetme bir delikanlının muzip ve sevecen tavrının ardına sakladığı, hesapsız bir özrü, kabule sunuşu vardı o bakışlarda. Komik gözüküyordu. Kadın dayanamayıp bir kahkaha attı. Gülme sana da getirdim bir sandalye dedi. Bu gece uzanıp salonun orta yerine, evi kutsayacağız birlikte diye ekledi. Kadın, uzun zamandır sınav sonucunu bekleyen bir çocuk ürkekliğinde kapıyı kapattı. Adam, elindekileri yere bırakıp, şöyle bir evi dolaştı. Demek burası dedi... Kadın, sınavı başarı ile tamamlayan çocuk şımarıklığı ve gururuyla evet dedi. Adam, pencereye yöneldiğinde, kadın koluna takılı olanı fark edip, adamdan önce koştu ve kelimeleri avucuna aldı. Adam pencereyi açar açmaz, nazik bir hareketle onları özgür bıraktı. O sıra, dallara çarpıp, kanadı kırılan ve anda takılan bütün kuşlar havalandı. Adam, kadını kendine çekip, dudağına fısıldadı: Biliyorsun değil mi, alabora olmaz bizim teknemiz... Kadın, susmanın, bir limana sığınmak olduğunu o zaman anladı ve açık denizlere yol almak üzere şarap şişesine ayağının ucu ile dokundu. Kokusu, yitik kelimelerin kokusunu bastırdı, adam kadını öptü, eve aşkın kokusu yayıldı.



13 Nisan 2010

HERŞEY AŞK

Günlerdir; yazıp silip, yazıp saklayıp, yazıp ağlayıp durdu. Bir şey yazmalı dedi. Bir şey... Onlarca kelime yazdı, hiçbiri bir şeymiş gibi gelmedi. Bir şey yazmalıydı. Anlatmalıydı olup biteni tüm açıklığı ile. Kelimeler küsmüş olmalıydı ona. Ne olmuştu ki, tam olarak ne olmuş olabilirdi ki... Bir şey yazmalı dedi kadın, mutlaka bir şey yazmalı bu gece. Oturdu köşe koltuğuna, tam klavyeye yönelmişti ki, bir ses duyuldu kapı aralığında, kelimenin biri dönüyordu köşeden tuttu kolundan kadın. Nereye dedi... Kelime bir şey diyemedi... Terk etmek, köşeden döndü ve gecenin karanlığında yitip gitti ayak sesleri...

Başka kelimeleri vardı kadının, olsundu onsuz da yazabilirdi yazılarını. Uğultu başını ağrıtmıştı. Bir şeye ihtiyacı vardı, onu sakinleştirecek bir şeye. Perdenin ucundan süzülen sessizliğe baktı. Sürüne sürüne, onu terk edişine... Alacağı olsundu o sessizliğin, en çok ona sarılmamış mıydı... En çok ona sığınmamış mıydı... Bir şey demedi, diyemedi, sessizliğin gidişini seyretti. Buruk, gülümsedi.

Kendini şöyle bir silkeledi. Kafasının içindeki dağarcıkta daha onlarca, yüzlerce, binlerce kelime vardı. Bir şey demeliydi, bu gece bir şey demeli ve barışmalıydı kelimelerle yeniden. Ne zaman, nasıl kırmıştı ki kalplerini. Akçaağaç sehpanın üzerinde, hemen yeşil mumların yanında duran hüzne baktı. Hüzün, el sallıyordu, ayakları geri geri gitse de... Gidiyordu. Gemiyi en son kaptanlar bırakırmış ya... O da kadını bırakıyordu. Kadın, çığlık attı. Yeter! Biriniz nedenini söyleyin, sevmedim mi sizi, vermedim mi hakkını anlamlarınızın. Söz söyletmedim üzerinize... Ne yaptım da gidiyorsunuz teker teker...

Kadın klavyenin başında ağlıyordu... Sessizlik onu bırakıp gittiğinden beri, terk etmenin sadece kelimeleri değil anlamları da beraberinde götürdüğünü ve içinde bir yerde hep ama hep olacağına inandığı hüznü bile yanına aldığını anlamıştı. Çığlık çığlığa ağlamalarının ortasında, yüreğinin kapısı aralandı. Parlak bir ışık bütün odayı aydınlattı. Çoşkulu bir havai fişek gösterisine hazıra durdu bütün eşyalar. Perdeler uçuştu ve mumlar yandılar teker teker... Yastıklar dizildiler yerlerine özenle, kol boyu mesafelerini koruyarak.  Kadın, yüreğinin araladığı kapıdan baktı. Orada öylece duran kelimeye gülümsedi. Onu orada bulmak, yaşamasına sebepti. Bir tek sen bırakıp gitmedin beni... Bir tek sen! deyip, klavyenin üç tuşuna sırasıyla dokundu; sonunda bir şey yazmayı başarmıştı.  Sil(me)di, sakla(ma)dı, ağla(ma)dı... Yaşadığı herşeyi bütün açıklığı ile anlatabilmiş olmaktan mutluydu. Bir şey yazdı o gece. Çok şeyi anlatmış oldu böylece...

Görsel / stock.xchng

10 Nisan 2010

KAR YAĞAR MI NİSAN'DA...

10 Nisan 1972, 03.30

 


Kar yağıyormuş ben doğduğumda
Nisan'da
İçimin üşümesi belki bu yüzden

Annem illa güneş banyosu yaptırırmış bana
Karda
Yüreğimin sıcaklığı belki bu yüzden

Çok soğuk olurmuş geceleri, sarılırlarmış bana
Uykuda
Sarılıp uyanmayı sevmem belki bu yüzden

Hiç görmedim ben doğduğum şehri
Büyürken
Bakışlarımdaki hüzün belki bu yüzden

Ne zaman düşecek olsam, tutarlarmış ellerimden annemle babam
Yaşamaya tutkuyla sarılmam belki bu yüzden

Üzüldüğüm anlarım olsa da
Çok sevdim seni hayatım ben
Bugün düşününce yılları
Gülümsemem bu yüzden




08 Nisan 2010

BEN SENİ SEVDİĞİM ZAMAN











Ben seni sevdiğim zaman
Bu şehirde
Yağmurlar yağardı
...






______________________________________

Fotoğraf / deviantart
Neredesin Firuze Film Müziği

HİÇ BÖYLE BAKMAMIŞTIM YAŞAMAYA


Geçen sabah bir konuşmanın ortasında dedi ki doktorum, sen insan seviyorsun. Fark etmiyor senin için, kilosu, boyu, posu, konumu, yaptığı iş, dili, cinsiyeti... Sen insan seviyorsun. Gözlerin parlıyor senin, Hasan Efendiyi de, Doktor Olgun'u da, çaycı Beyazgül'ü de aynı içtenlikle selamlıyor ve ışıldıyorsun. Sonra bir arkadaşını görüyorsun, aynı içtenlik ve samimiyetle ona da gülümsüyorsun. Sen, insan seviyorsun. Derdin insan senin. Ayırmadan sevmen bundan.

***

İnsanlar üzerine düşüncelere dalınca, içinden çıkılmaz bir yola giriyor insan. Beyatlı'nın dizeleri geldi aklıma, nerde okudum bilmiyorum aklımda kaldığı kadarıyla:  Yol da benzer hem uzun, hem de güzel bir masala gibi birşey diyordu şiirlerinden birinde. İnsan da benzer hem uzun hem güzel bir masala. Her masal gibi insanın yaşamı da ders verir insana, elbet, anlayana.

***

Demir almak vakti gelmişse der bir başka şiirinde... Ne çok demir aldım diye düşünürüm bazen. Üstelik, gemideki ben olmam çoğu zaman. 

***

Bazen, bir mutsuzluğu anlatırken, neden serzeniş olup ulaşır benden ötedeki yüreklere ki kelimelerim. Bakarsın, karşındaki de benzer bir hal üzerinden, senin sözlerinin onda yarattığını anlatır ki bu serseniş değildir. Ben bu dengeyi çözemedim. Karşılıklı edilen sözlerden, ilk söylenen serzeniş, sonradan gelen; ifade ediş.

ben bütün hüzünleri denemişim kendimde,
canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını,
bir bir denemişim bütün kelimeleri,
yeni sözler buldum seni görmeyeli

der ya Süreyya. Var mı sahi, yepyeni kelimeler, biri bana da öğretmeli. Kelimelerim, şairin de dediği gibi, kifayetsiz kalıyor çünkü.

***

Yüzümü size çeviriyorum, siz misiniz? diye sorar Cansever,

Biliyorsunuz ya bir ağrısı vardır gitmenin
Nereye, ama nereye olursa gitmenin
Hüzünle karışık bir ağrısı.

diye bitirir dizelerini. Gitmek, zordur. Kalmak zor...

***

Dün seyrettiğim bir dizide, kadın diyordu ki adama, geleceğimizi değiştirebiliriz, ben gitmeye hazırım, başka bir kente, başka bir hayat kurmaya hazırım. Adam, karısına sessizce baktı. Kadın; bir yanın gitmek bir yanın kalmak istiyor değil mi? dedi. Adam, karısına sessizce baktı. Kadın, bu evlilik bitemez dediğinde, hiç aklına gelmemişti değil mi, sebebinin senin kararın olacağı dedi. Adam, karısına sessizce baktı. Kadın, sen seçimini yaptın dedi. Ağladı.

***

Kadına özgü müdür, erkeğin söyleyemediğini, kıvrandığını görüp de son sözü söyleme hali. Hani kendi inandığı ve seçtiği bir durum değilse bile, bunu dillendirip, havada asılı olanı dinlendirme hali.

***

Bu gibi durumlarla karşılaştığımda hep aynısı olur, kendimi, bir köprüden geçerken bulurum. Durur etrafıma bakarım, çoşkun denizlere, güneşe, bulutlara, kuşlara ve ormana. Düşünü kurarım, o anda orada olmasaydım nerede olurumun. Şelaleye takılır gözüm, anlarım. Gözyaşlarımdır taşkın akan; yaşamak telaşı alır beni, şairi anarım.

Hiç böyle ısınmamıştım;

Daldaki vişneye,
Vitrindeki aydınlığa,
Salça kokusuna mutfağımın,
Akan dereye, uçan buluta,
Hiç böyle ısınmamıştım yaşamaya.


Öyleyse, neden üşüyorum şimdi.





07 Nisan 2010

KAÇAMAĞIN BÖYLESİ


Koloniyel kapıdan içeri girdiğimde o rüyadan uyanmak istemeyeceğimi anlamalıydım.


Nilüferlerin süslediği orta bahçeden
toprak rengi binaya doğru ilerlerken 
düşleyebildiğim tek şey
içeride beni beklediğine inandığım huzurdu

 

Tek katlı, yüksek tavanlı binanın
koridorlarında ilerlerken gördüğüm havuz
turkuaz sesiyle ardımdan adımı seslendiğinde
anlamalıydım



Odamın bahçeye açılan kapılarını ardına kadar açıp,
yaşamın sunduğu güzellikleri fotoğrafladım



Yol yorgunu bedenim uzandığında doğaya
bir on yaş gençleşmiştim aslında


Yorgunluğu alan eller bir de kahve ikram edince bana,
gerçek olamayacak bir dünyada olduğumu anladım


Akşam yemek saati geldiğinde,
artık uyanmak istemediğim bir rüyadaydım


Hamaktan düşünce havuzun sularına
Uyandım

Gün ortası yaptığım kaçamakta
Ben uyuyakalmıştım

***
Rüyadan uyanmak istemeyenler için
daha fazlası da var