13 Haziran 2010

Aklından Geçti Nasılsın Demek

Cevapları önemsenmeyen soruları sormak niye...
Eğer önemsemiyorsan, nasılsını, neden sorarsın ki...

***

Oysa nasılsın, sevdiğine sorduğun bir sorudur, merak ettiğine, önemsediğine; nasılsın dersin... Bir sorudan çok, anlat demektir bu, anlat, neler oluyor sana. Genel geçer nezaket kurallarının ötesinde, nasılsın, nerede ve ne zaman sorulduğuna bağlı olarak, derinleşir.

***

Nasılsın, samimiyetle değil de nezaketen soruluyorsa, iyiyim denir sadece. Eğer samimiyeti fark ediliyorsa, hani endişe yerleşiyorsa sesine, bir telaşlı kırpma yakaladıysan gözlerinde bir an, sadece. İyiyim diyemezsin o seslenişe. Döküverirsin içindekileri ki, bu döküş, bir okyanusun varlığından haberdar etmektir, karşındakini.

***

Uçsuz, bucaksız bir okyanusu karşına alıp, seyretmek ve hatta yüzmeyi göze almak gibidir, nasılsın. Karşı kıyı nerdedir bilemezsin, ne zaman durur dinlenirsin bilemezsin.  Sorar ve beklersin!

***

Ve bir nezaket bile değilse, nasılsın, cevabının da bir önemi yoktur. Sen kapılarını açmaya hazır beklediğin okyanusunda yüzmeye devam edersin, tek başına, yüzünde ezik bir gülümseme, sanki acıyan bir yerini örtmeye çalışır gibi. O, gider; ne okyanusu, ne batmakta olan güneşi, ne de yağmurunu görür senin.

***

Nerede okumuştum hatırlamıyorum, tam olarak da aktaramayabilirim ama cümle şu minvaldeydi: Yeterince korumuyorsan, hak etmiyorsundur. Ne doğru bir söz... Ama günün şartlarına uymuyor. Kim hak ettiğini buluyor ki, hak bugünlerde, gücü olanın dağıttı bir promosyon, hal böyle olunca da kimse korumaktan yana bir çaba harcamıyor, kaybetse ne olacak ki...

***

Değerli eşyalar kutusu vardı bir arkadaşımın çocuğunun, babasının aldığı saati o kutuda saklıyordu. Bir gün saatini kaybetti... En son ne zaman takmıştın dedim, dün dedi. Konuşurken konuşurken, sokakta top oynarken,  kaldırıma bıraktığını hatırladı. Koşarak, oyun sahasına gitti. Geldiğinde üzgündü, gitmiş, dedi. Almışlar. Bırakırsan alırlar tabi, dedim. Ama onu babam almıştı değerliydi, dedi. Belli ki, değerini bilememişsin, dedim. Öfkeyle baktı gözlerime, ben onu değerli eşyalar kutumda saklıyordum her gece, dedi.

***

Sanki hiç büyümeyen çocuklar gibiyiz, değer verdiklerimizi, değerli eşyalar kutumuz olan yüreklerimizde saklıyoruz ama onları korumak için yeterli özeni göstermiyoruz.

***

İnsan hasta olunca ve hali de kalmayınca kıpırdamaya, düşünüyor. Sanki, düşünmek yormuyormuş gibi. Yorgunum, dünden beri çok yorgunum.

***

Sabah serinliğine uyanınca, hele bir de bahçıvan suluyorsa bahçeyi, çimin ve toprağın kokusunun, o serinlikle buluşup, penceremden girmesine ve beni öpmesine bayılıyorum. Resmen, tazeleniyorum.

***

Tazelendiğiniz bir pazar dilerim sizlere...



12 Haziran 2010

Evde Tek Başına




Sevdiğimden gelen mektupları okumak gibiydi... Dostlarla eski mekanlarda karşılaşmak gibi... En çok da, bir hayatın kelimelerimden akışını izlemek gibi. 'Evrenin Dünyası'nda dolaştım, neredeyse bir bütün gün. Hasta yatağımda yatarken, kare kare değil belki ama sayfa sayfa, kelime kelime geçti son dört yılım gözümün önünden, en çok da yüreğimden. Gelenlere, gidenlere, değenlere, iz bırakanlara ve nicelerine bir yolculuktu benimkisi. Anlar sonra dönüp, anlara bakmaktı. Düşünmek ve düşünmekti, uzun uzun, dura dura, okuya okuya, sindirmekti olan biteni ve başka bir pencereden bir daha bakmaktı bana sunulanlara.

İnsan dönüp de bakınca kendine, yazdıklarında bulunca farklı yüzlerini, yüreklerini kendinin, biraz daha keşfediyor kendisini, yazarken yaptığım keşfin izlerini takip edip, yeni yerler keşfetmek gibiydi bugünkü yolculuğum. Kelimelerimde, yürek izlerimi bulmaya çalıştım. Kendi kuytularımda dolandım, kendi karanlığımda, kendi kendimde kaybolup, kendi ışığımda yine buldum çıkış yolunu. Her bulduğum yolun, her çıkmak istediğim yolculuğun ve her inandığım insanın her zaman doğru olamayacağını bir kez daha fark ettim. Hepsine teşekkür ettim, sessiz ve usulca. Duydular mı bilmem ama hissettiklerine eminim. 



Açık, Uçuk ve Maviydi Umutları

Temizlik yaparken aklıma geldi, son iki yıldır giymiyorsam bir kıyafeti ayırıyordum bir kenara, belki benim için artık gerekli olmayan, başkaları için gereklidir diye, işte tam da o sıra geldi aklıma...

Gri bir hırka vardı, dolabın kazak tarafında, hala buram buram kokusundan fark ettim orada olduğunu, dili olsa anlatsa denir ya, dili olsa da anlatsa adada yaşananları da bir dinleseniz bir hırkanın gözünden aşkın yansımalarını. O günden sonra hiç giymedim, belki biraz ada koksun, belki biraz da onun kokusu sinmesin üzerime diye. Benim ki de, laf işte, sanki sinmemişti kokusu yüreğime.

Kırmızı bir tişört buldum dolabın köşesine sıkışmış, biraz mahçup, biraz ürkek duruşundan anladım, uzun zamandır süre gelen dokunulmamışlığı, ON1 yazıyordu üzerinde. Beni öptüğü gün üzerindeki tişörttü, sonra bana hediye etmişti, üniversiteyi kazanıp gittiğimde, onu unutmayayım diye. Gündüz gece üzerimden çıkartmadım. Hatta bir kış, hiç unutmam kazaklarımın üzerine bile giydim. Aklımdan hiç çıkmasın diye. Benim ki de laf işte, sanki kazınmamıştı aşkı bedenime.

Keten bir ceket vardı yazdan kalma, mevsimlik denir ya, mevsimlikti o da işte. Alışveriş merkezindeki son yürüyüşümüzde o vardı koyu lacivert bir kotun üzerinde, beyaz bir tişörtle giymiştim; kum rengi keten ceketi... Kum gibi eriyip gidivermişti ellerimden inandığım ne varsa o son buluşmada. Gözyaşım sicim gibi akarken... Benim ki de, laf işte...

Dolabımda yeni eşyalara yer açma zamanı çoktan gelip geçmişti. Bir bir ayırdım artık üzerime olmayan, üzerimde durmayanları.  Herbirini elime alışımda farklı bir an geldi gözümün önüne. Bazısı kederli, bazısı sevinçli, bazısı bir damla yaşla, bazısı dolu dolu kahkahalarla ayrıldılar benden, bana bıraktıklarıyla. Koca bir torba ağzına beraber doldu, kapıya bile zor taşıdım. O kadar ağırlardı. Bunca sene, neden onlara kıyamamıştım anlamadım. Yorgunluğumu bir kahve kokusuna yüklemeye karar verdiğimde, camın önündeki sallanan koltuğa oturdum, aklıma üşüşmüş onlarca anla. Kıyasıya bir sokak dövüşünün yumrukları gibiydi hüzünler ve tekmeleri gibi kırgınlıklar... Küfürlü bir sesleniş oldu gözyaşlarım... Son darbeyi, bütün bu kavgayı durdurup ayırmak isteyen yürek aldı. Yorgunluğum hafiflesin diye oturduğum yere ağırlığım çöktü. Yüreğimin ağırlığı... Yer yerinden oynadı.

Temizlemeye karar verdim, beni kıran, üzen, yıpratan, acıtan, ağlatan ne varsa, hepsini teker teker koydum bir çöp torbasına. Haydi yallah çöp kutusuna... Bir anda! Zaten, bir saniye falan geçiksem, yada bir düşüneyim desem, ayrılmazdım ya ben onlarla... Bir anda! Bir anda, hepsini bırakıverdim benden uzağa.

Kendi dünyamın kapılarını araladığımda girdiğim bir bahçede dolanırken, çöp arabasının o heybetli gelişinden sarsılan camlar haber verdiler bana, öğütücüye gidecekti az önce ne varsa kurtulup beni hafifletmesini istediklerim. Son bir veda için cama koştuğumda, çöpçünün torbada ne var ne yoksa sokağa saçtığını gördüm. Tek tek eline alıp okuyordu beni kıranları, tek tek anlamaya çalışıyordu üzüntülerimi, tek tek okşadı acılarımı, tek tek yüreğine koydu gözyaşlarımı... Artık benim için gerekli olmayanlarım onda birer birer şefkate dönüştüler... Kafasını kaldırıp baktı bana, yapılan yardımlar karşılıksız kalmalıdır derdi babaannem... Hemen içeri kaçtım, nedense bilsin istemedim onları benim oraya bıraktığımı. Penceremi kapadım. Perdemi de...


Temizlik yaparken aklıma geldi, son iki yıldır giymiyorsam bir kıyafeti ayırıyordum bir kenara belki benim için artık gerekli olmayan, başkaları için gereklidir diye, işte tam da o sıra geldi aklıma... Kimden kime gittiği belli olmayan bir yardımlaşma kampanyası: Geri dönüşüme izin verin... Sloganı bu olan bir kampanya önerisi ile gittiğimde müşteriye, anlam veremedi duygular nasıl değiş tokuş olacak diye. Ona, yukarıda sözünü ettiğim çöpçü hikayesini anlattım, reklam filmini buna benzer bir senaryo üzerine kurgulayacaktık. Kadın sığınma evlerine ziyaretler yapılmasını teşvik edecek bu kampanyanın amacı, oradaki kadınların dertlerini dinleyerek hafifletirken, dinleyenlerin şefkat duygularını çoğaltmaktı. Kampanyaya katılım hiç de düşündüğümüz gibi olmadı. Sattığımız hüzündü, dramdı, yürekti; bir alan çıkmadı. Herkes, kendi hüznünü satmak istiyordu, kendi dramından en kısa yoldan kurtulmak... Satıcısı çok, alıcısı yok bir kampanyaya atılan imzalar, daha altıncı ayını bulmadan rafa kaldırıldı.


Fazlayı toplamak için anı toplayıcısı olmak lazımdı, ya da ne bileyim, hüzün kolleksiyoncusu, en basitinden dinleyici olabilmek lazımdı, yürekli ve şefkatlı bir dinleyici... Bulunamadı... Ne yazık ki, elde kaldı bulduğumuz bütün hüzünler, eksi yirmisekiz derece şoklama depolarında, mevsim sonu indirimini bekliyorlar, koyu maviye dönüyor umutları beklerken. Oysa açık uçuk maviydi umutları... Açık, uçuk ve mavi. Alan olmadı!


Şubat 2009, Bursa


11 Haziran 2010

Fotoğrafın Fısıltısı / Sıkışmak



sen bir insan olsan
bir çıkış yolun da olmasa
yani sıkışıp kalsan,
yalanların, savaşların, ölümlerin arasında
sırf nefes alıbiliyorsun diye derin derin
mutlu olabilir misin
söyle bana



10 Haziran 2010

Aşk ve Sürgün

266/365, © Okan Akan



Seninle bir sahil kasabasının yağmurlarında ıslandık biz
Sandık ki güneş hiç göstermeyecek yüzünü
Öylesine lacivertti deniz, koyu ve sonsuz
Ve öylesine griydi gökyüzü, pürüzsüz ve derin
 
Şimdi kuruyorsa üstümüz başımız
Ve yüreğimiz
Ve hatta sevgimiz kuruyorsa, güneşin altında
Güneşin bir suçu yok sevgilim
Biz aşkı,
Büyüyen bir çam ağacının sürgünlerine yükledik
Uçuk yeşildi rengi
Ve güçlüydü kökleri
Yağmurlarla geldi
Yağmurlarla gidiyor şimdi