17 Haziran 2010

KÖTÜ OLMAK

Senin, kötü olmaya hakkın yok biliyorsun değil mi? Senin enerjin düşemez, sen moralsiz, yıkılmış ve berbat bir ruh halinde olamazsın. Çünkü olursan, yani ağlıyorsan mesela, karşındaki bağırır sana. Oysa sen, seni rahatlatacak bir sese hasret ararsın onu. Sana iyi geldiğini sandığın için, ve belki inandığın hatta, inatla. Ama sen; sen gülen, gözleri kocaman, ışıklı kadın, sen kötü hissedemessin kendini. Tut ki hissettin, hiç elini falan uzatmaya kalkma, elinin tersi ile öyle bir iterler ki seni, ne olduğunu bile anlamadan, kalırsın karanlık bir sokakta tek başına. Artık önemi yoktur, seni neyin, nasıl ve neden o saatte, o sokağa getirdiğinin ve bir önemi yoktur korkmanın ve ağlamanın. Hiç bir önemi yoktur, yalnız kalmaktan korkuyorum demenin, çünkü sen karanlığa uzatırsın elini, orada biri var sanarak. Karanlık ürkütür. İçini kemirir bir duygu, sessizlik büyür, ıssızlık ondan daha fazla; sokaktan bütün mahalleye ve hatta şehre yayılır dalga dalga...

Senin çığlıkların dolaşır terk edilmiş binaların duvarlarında, günlerdir alınmadığı için kokuşmuş sebze kalıntılarının kokusu siner üstüne. Bir sokak köpeği yanına kadar gelir, havlamaya bile değer bulmaz, işer üstüne ve gider, köhne  bir binanın ara sokağına bakan örümcek ağları ve tozla kaplanmış yağmur borusu gibi kalırsın, üzerinde bir sonraki turunda işediği yeri bulmak isteyen köpeğin sidiği ile.

Ah! Sen, güleç yüzlü, saf kadın, sen sevildim zannedersin, sen farkına varınca adamların senin onları sevme biçimini ve hatta sendeki kendilerini sevdiğini, anlarsın, anlarsın da, yüreğinin acısı, ot tıkar boğazına, geri adım atacak cümleleri kuramazsın yüreğinde sana yer açmamış adamlara. Senin kötü olmak, dibe vurmak, boğulmak gibi bir lüksün yok anlasana. Sen sadece sevdiğin kadar ve sevdiğin kelimelerle varsın onların hayatlarında. Onlar sadece bu nedenle yanında. Kelimelerin yoksa ve eğer sunmuyorsan sevda sözlerini belirli aralıklarla ki bazen senin de içinden gelmez elbet, puf... Uçup gitti işte inanmak istediğin ne varsa.

Sen de uç şimdi... Sen de karış akan çöpün suyuna ve ağır kokan bedenini yapıştır asfalta. Yarın gün ağırırken, nasıl olsa bir çöpçü bulur cansız bedenini ve ağlayanlar olur elbet arkandan, mutlaka; anan, baban ve kardeşin ve 3-5 dostun ki onların gözyaşları sahte değildir. Diğerlerini ise hiç hesaba bile katma, onlar sen öldüğün için değil, inan senin için falan değil, bir daha böyle sevilmeyecekleri için ağlıyorlardır ki, bırak ağlasınlar doya doya. Çünkü; asla bu kadar karşılıksız sevilmeyecekler bu hayatta!



  Mart 2010
Geçen yıl bu zamanlar, bir dost sohbetinin orta yerinde,
asılı kaldı bir kaç kelime.
İlki; sevmekti.
İkincisi; inanmak.
Üçüncüsü, ölmeyi isteyecek kadar çok; yanılmak.
Sonrasında taştı kelimeler, ağlamak kaldı geriye.
Dostumun yüreğini bildiğimden
ve söylendiği anda iyi bir teselli cümlesi gibi duran,
o cümle döküldü ağzımdan:
bu kadar karşılıksız sevilmeyecekler bu hayatta.
Bu deneme,
bir âna tanıklık etmiş olan kendimin,
oradaki kayıp ruhu gören gözlerimin
ve yüreğimden geçtiğini düşündüklerimin kaleme alınmasıdır sadece.
O gün dile gelemeyen iç sesimin, bugün dile gelmesini denemektir, kısaca.





Fotoğraf / baloons

16 Haziran 2010

BEŞİ YİRMİ GEÇE

I - KARŞILAMA

güneşi ben doğurttum o sabah
          saat henüz beş yirmiydi
ben erkenden uyanmasam doğmayacaktı o sabah
                                                                 güneş falan

elime aldım fırçayı, pudradan bir maviye boyadım gökyüzünü
ve ekledim biraz pembe
                         pudraydı onun da tonu
sonra bir parça güneşten çaldım
yaydım onu bir güzel mavinin, pembenin ve
arada kalan beyazların üzerine

böyle bildiğin pudradan bir turuncu
                                         hare hare
güneş geldi  ağır ağır karşıki tepelerin ardından
kuruldu baş köşeye
                  öyle turuncu


II - HAYAL KIRIKLIĞI

koşarak geldim sana
müjdemi isterim diye
bağırdım merdivenlerden
                               güneşi bu sabah doğurttum, ben!
                               bu sabah güneşi doğurttum, ben!

çalmadan açtım kapını
yatıyordun yatakta sere serpe
yanından kalktı
mahallenin fettan dilberi
bir bakış attı bana
baktı gözlerime
         sen istediğin kadar doğurt güneşi
         lafı olmaz benim tende bıraktığım izle kıyaslanınca
                                                                               dedi

o gözlerime baktı ve dedi, altını çize çize
lafı olmaz
            dedi
senin 13+1 olmanın
çünkü benim saçlarım kızıl
çakma olsa bile
yüreğimi boyadım sahte bir iyilikle
süsledim daha da sahte bir gülücükle
                      
ah o doyumsuz kevaşe
babası sevmedi çocukluğunda diye
ah etmiş kendine
dişinin izini bırakmadığı bir erkek kalmasın istiyordu geriye
dağıtıyordu acısını er tenlerine
tek bir diş iziyle


III - DAYANIŞMA

çıktım dışarı
baktım gökyüzüne
biraz pembe
biraz mavi
biraz turuncuydu ve pudra gibiydi tonu

kadınlar uyandılar sessizliğime
ağladılar
        dolu
sanki hepsi kocalarından kalan izlerin dişleri
çarptılar bedenime
delik deşikti yüreğim
yağma be yağmur, yağma üstüme üstüme
ben doğurttum güneşi bu sabah henüz beşi yirmi geçe
üstelik yatıyormuş o kevaşe erkeğimin bedeninde

ağladılar kadınlar
                        dolu
kızıl saçlı kevaşa gülüyordu
                        yayvandı ağzı
yağmur yağıyordu
                       dolu
parlak saçlarında er kokusu
yayıldı bütün mahalleye


IV- BAŞKALDIRI

zafer benim dedi,
ağladılar kadınlar
bizim suçumuz neydi baban seni sevmediyse diye
hepsi beni düşleyecekler, yalnız beni dedi,
uzun saçlarını savurdu geriye
bir o kadar sahte bir o kadar süslü gülüşü ile

ağladılar kadınlar
biraz mavi
biraz pembe
biraz beyaz
biraz turuncu
pudra tonuydu
                    aldatılmışlıkları

ağladılar kadınlar
güneş bile yetmedi
                kurutmaya yaşları


V- DİRENİŞ VE UMUT

ağladılar kadınlar
ağladılar kadınlar
             ağlayın be kadınlar
             ağlayın bütün gece
                                  sabaha kadar

ben yarın erken kalkarım doğurturum güneşi
daha kızıla çalar turuncusu
         daha bir turuncu olur gövdesi
                 daha da bir kızıl olur kolları, yani
kurusun gözyaşlarımız
kurusun da yeni bir günün doğuşunu kutlayalım
                                                    hep birlikte
merak etmeyin ben erken kalkarım
                                       doğurturum güneşi
yarın sabah da beşi yirmi geçe
hadi gidin
uzanın yataklarınıza dinlendirin bedenlerinizi
yarın
yarın yepyeni bir güneş doğacak
daha da kızıl turuncu
sahteliği ortaya çıkacak kızılının
sahteliği ortaya çıkacak gülüşünün ve gözlerinin
alıp başını gidecek birazcık kaldıysa ar damarı
                                                           hani henüz çatlamamış
ve varsa yüreğinde bir köşede bir parça utanç
çocukluktan kalan
saf ve temiz
bir yan kaldıysa, hâla
kafasını kaldırıp bakamayacak yeni doğan günün güzelliğine
doğmayacak gün onun için bir daha
o yüzden
        kadınlar
siz gidip yatın yataklarınıza 
sarılın sımsıkı sevdiğinize
yarın ben güneşi doğurtacağım
                                     erkeğimin bedeninde
                                     beşi yirmi geçe
                      

                                                                        
DÜZENLEME : Bu şiir ilk yazıldığında tek bir parça olarak yazılmıştı aslında, Sevgili Ebruli'nin yorumu üzerine, parçalara ayrıldı ve ilk parça (I-KARŞILAMA) ona bir armağandır; dilerim, mutluluk dağıtan fırçan hiç eksilmesin elinden.


 Mayıs, 2010 - Bursa
Fotoğraf / Red Veil

14 Haziran 2010

Pencere ve Kapıların Gizemi



Çektiğimiz fotoğraflar, bilinç altımızdakilerin bir yansıması ise
Beni pencere ve kapılara çeken ne olabilir ki...



13 Haziran 2010

Gülümse / mek



Hiçbir şey, uyumadan önce gülümsemek kadar keyif vermiyor insana.
Günün bütün ağırlığı uçup gitti az önce açık kalmış penceremden.
Düşlere yenik düşmek için, harika bir gece...

Aşkı yıldızlara saklayıp
Pamuklara sarmak sevdayı
Ve ağlamak mutluluktan
Sanırım mümkün bu gece




Fotoğraf / smile

Aklından Geçti Nasılsın Demek

Cevapları önemsenmeyen soruları sormak niye...
Eğer önemsemiyorsan, nasılsını, neden sorarsın ki...

***

Oysa nasılsın, sevdiğine sorduğun bir sorudur, merak ettiğine, önemsediğine; nasılsın dersin... Bir sorudan çok, anlat demektir bu, anlat, neler oluyor sana. Genel geçer nezaket kurallarının ötesinde, nasılsın, nerede ve ne zaman sorulduğuna bağlı olarak, derinleşir.

***

Nasılsın, samimiyetle değil de nezaketen soruluyorsa, iyiyim denir sadece. Eğer samimiyeti fark ediliyorsa, hani endişe yerleşiyorsa sesine, bir telaşlı kırpma yakaladıysan gözlerinde bir an, sadece. İyiyim diyemezsin o seslenişe. Döküverirsin içindekileri ki, bu döküş, bir okyanusun varlığından haberdar etmektir, karşındakini.

***

Uçsuz, bucaksız bir okyanusu karşına alıp, seyretmek ve hatta yüzmeyi göze almak gibidir, nasılsın. Karşı kıyı nerdedir bilemezsin, ne zaman durur dinlenirsin bilemezsin.  Sorar ve beklersin!

***

Ve bir nezaket bile değilse, nasılsın, cevabının da bir önemi yoktur. Sen kapılarını açmaya hazır beklediğin okyanusunda yüzmeye devam edersin, tek başına, yüzünde ezik bir gülümseme, sanki acıyan bir yerini örtmeye çalışır gibi. O, gider; ne okyanusu, ne batmakta olan güneşi, ne de yağmurunu görür senin.

***

Nerede okumuştum hatırlamıyorum, tam olarak da aktaramayabilirim ama cümle şu minvaldeydi: Yeterince korumuyorsan, hak etmiyorsundur. Ne doğru bir söz... Ama günün şartlarına uymuyor. Kim hak ettiğini buluyor ki, hak bugünlerde, gücü olanın dağıttı bir promosyon, hal böyle olunca da kimse korumaktan yana bir çaba harcamıyor, kaybetse ne olacak ki...

***

Değerli eşyalar kutusu vardı bir arkadaşımın çocuğunun, babasının aldığı saati o kutuda saklıyordu. Bir gün saatini kaybetti... En son ne zaman takmıştın dedim, dün dedi. Konuşurken konuşurken, sokakta top oynarken,  kaldırıma bıraktığını hatırladı. Koşarak, oyun sahasına gitti. Geldiğinde üzgündü, gitmiş, dedi. Almışlar. Bırakırsan alırlar tabi, dedim. Ama onu babam almıştı değerliydi, dedi. Belli ki, değerini bilememişsin, dedim. Öfkeyle baktı gözlerime, ben onu değerli eşyalar kutumda saklıyordum her gece, dedi.

***

Sanki hiç büyümeyen çocuklar gibiyiz, değer verdiklerimizi, değerli eşyalar kutumuz olan yüreklerimizde saklıyoruz ama onları korumak için yeterli özeni göstermiyoruz.

***

İnsan hasta olunca ve hali de kalmayınca kıpırdamaya, düşünüyor. Sanki, düşünmek yormuyormuş gibi. Yorgunum, dünden beri çok yorgunum.

***

Sabah serinliğine uyanınca, hele bir de bahçıvan suluyorsa bahçeyi, çimin ve toprağın kokusunun, o serinlikle buluşup, penceremden girmesine ve beni öpmesine bayılıyorum. Resmen, tazeleniyorum.

***

Tazelendiğiniz bir pazar dilerim sizlere...



12 Haziran 2010

Evde Tek Başına




Sevdiğimden gelen mektupları okumak gibiydi... Dostlarla eski mekanlarda karşılaşmak gibi... En çok da, bir hayatın kelimelerimden akışını izlemek gibi. 'Evrenin Dünyası'nda dolaştım, neredeyse bir bütün gün. Hasta yatağımda yatarken, kare kare değil belki ama sayfa sayfa, kelime kelime geçti son dört yılım gözümün önünden, en çok da yüreğimden. Gelenlere, gidenlere, değenlere, iz bırakanlara ve nicelerine bir yolculuktu benimkisi. Anlar sonra dönüp, anlara bakmaktı. Düşünmek ve düşünmekti, uzun uzun, dura dura, okuya okuya, sindirmekti olan biteni ve başka bir pencereden bir daha bakmaktı bana sunulanlara.

İnsan dönüp de bakınca kendine, yazdıklarında bulunca farklı yüzlerini, yüreklerini kendinin, biraz daha keşfediyor kendisini, yazarken yaptığım keşfin izlerini takip edip, yeni yerler keşfetmek gibiydi bugünkü yolculuğum. Kelimelerimde, yürek izlerimi bulmaya çalıştım. Kendi kuytularımda dolandım, kendi karanlığımda, kendi kendimde kaybolup, kendi ışığımda yine buldum çıkış yolunu. Her bulduğum yolun, her çıkmak istediğim yolculuğun ve her inandığım insanın her zaman doğru olamayacağını bir kez daha fark ettim. Hepsine teşekkür ettim, sessiz ve usulca. Duydular mı bilmem ama hissettiklerine eminim. 



Açık, Uçuk ve Maviydi Umutları

Temizlik yaparken aklıma geldi, son iki yıldır giymiyorsam bir kıyafeti ayırıyordum bir kenara, belki benim için artık gerekli olmayan, başkaları için gereklidir diye, işte tam da o sıra geldi aklıma...

Gri bir hırka vardı, dolabın kazak tarafında, hala buram buram kokusundan fark ettim orada olduğunu, dili olsa anlatsa denir ya, dili olsa da anlatsa adada yaşananları da bir dinleseniz bir hırkanın gözünden aşkın yansımalarını. O günden sonra hiç giymedim, belki biraz ada koksun, belki biraz da onun kokusu sinmesin üzerime diye. Benim ki de, laf işte, sanki sinmemişti kokusu yüreğime.

Kırmızı bir tişört buldum dolabın köşesine sıkışmış, biraz mahçup, biraz ürkek duruşundan anladım, uzun zamandır süre gelen dokunulmamışlığı, ON1 yazıyordu üzerinde. Beni öptüğü gün üzerindeki tişörttü, sonra bana hediye etmişti, üniversiteyi kazanıp gittiğimde, onu unutmayayım diye. Gündüz gece üzerimden çıkartmadım. Hatta bir kış, hiç unutmam kazaklarımın üzerine bile giydim. Aklımdan hiç çıkmasın diye. Benim ki de laf işte, sanki kazınmamıştı aşkı bedenime.

Keten bir ceket vardı yazdan kalma, mevsimlik denir ya, mevsimlikti o da işte. Alışveriş merkezindeki son yürüyüşümüzde o vardı koyu lacivert bir kotun üzerinde, beyaz bir tişörtle giymiştim; kum rengi keten ceketi... Kum gibi eriyip gidivermişti ellerimden inandığım ne varsa o son buluşmada. Gözyaşım sicim gibi akarken... Benim ki de, laf işte...

Dolabımda yeni eşyalara yer açma zamanı çoktan gelip geçmişti. Bir bir ayırdım artık üzerime olmayan, üzerimde durmayanları.  Herbirini elime alışımda farklı bir an geldi gözümün önüne. Bazısı kederli, bazısı sevinçli, bazısı bir damla yaşla, bazısı dolu dolu kahkahalarla ayrıldılar benden, bana bıraktıklarıyla. Koca bir torba ağzına beraber doldu, kapıya bile zor taşıdım. O kadar ağırlardı. Bunca sene, neden onlara kıyamamıştım anlamadım. Yorgunluğumu bir kahve kokusuna yüklemeye karar verdiğimde, camın önündeki sallanan koltuğa oturdum, aklıma üşüşmüş onlarca anla. Kıyasıya bir sokak dövüşünün yumrukları gibiydi hüzünler ve tekmeleri gibi kırgınlıklar... Küfürlü bir sesleniş oldu gözyaşlarım... Son darbeyi, bütün bu kavgayı durdurup ayırmak isteyen yürek aldı. Yorgunluğum hafiflesin diye oturduğum yere ağırlığım çöktü. Yüreğimin ağırlığı... Yer yerinden oynadı.

Temizlemeye karar verdim, beni kıran, üzen, yıpratan, acıtan, ağlatan ne varsa, hepsini teker teker koydum bir çöp torbasına. Haydi yallah çöp kutusuna... Bir anda! Zaten, bir saniye falan geçiksem, yada bir düşüneyim desem, ayrılmazdım ya ben onlarla... Bir anda! Bir anda, hepsini bırakıverdim benden uzağa.

Kendi dünyamın kapılarını araladığımda girdiğim bir bahçede dolanırken, çöp arabasının o heybetli gelişinden sarsılan camlar haber verdiler bana, öğütücüye gidecekti az önce ne varsa kurtulup beni hafifletmesini istediklerim. Son bir veda için cama koştuğumda, çöpçünün torbada ne var ne yoksa sokağa saçtığını gördüm. Tek tek eline alıp okuyordu beni kıranları, tek tek anlamaya çalışıyordu üzüntülerimi, tek tek okşadı acılarımı, tek tek yüreğine koydu gözyaşlarımı... Artık benim için gerekli olmayanlarım onda birer birer şefkate dönüştüler... Kafasını kaldırıp baktı bana, yapılan yardımlar karşılıksız kalmalıdır derdi babaannem... Hemen içeri kaçtım, nedense bilsin istemedim onları benim oraya bıraktığımı. Penceremi kapadım. Perdemi de...


Temizlik yaparken aklıma geldi, son iki yıldır giymiyorsam bir kıyafeti ayırıyordum bir kenara belki benim için artık gerekli olmayan, başkaları için gereklidir diye, işte tam da o sıra geldi aklıma... Kimden kime gittiği belli olmayan bir yardımlaşma kampanyası: Geri dönüşüme izin verin... Sloganı bu olan bir kampanya önerisi ile gittiğimde müşteriye, anlam veremedi duygular nasıl değiş tokuş olacak diye. Ona, yukarıda sözünü ettiğim çöpçü hikayesini anlattım, reklam filmini buna benzer bir senaryo üzerine kurgulayacaktık. Kadın sığınma evlerine ziyaretler yapılmasını teşvik edecek bu kampanyanın amacı, oradaki kadınların dertlerini dinleyerek hafifletirken, dinleyenlerin şefkat duygularını çoğaltmaktı. Kampanyaya katılım hiç de düşündüğümüz gibi olmadı. Sattığımız hüzündü, dramdı, yürekti; bir alan çıkmadı. Herkes, kendi hüznünü satmak istiyordu, kendi dramından en kısa yoldan kurtulmak... Satıcısı çok, alıcısı yok bir kampanyaya atılan imzalar, daha altıncı ayını bulmadan rafa kaldırıldı.


Fazlayı toplamak için anı toplayıcısı olmak lazımdı, ya da ne bileyim, hüzün kolleksiyoncusu, en basitinden dinleyici olabilmek lazımdı, yürekli ve şefkatlı bir dinleyici... Bulunamadı... Ne yazık ki, elde kaldı bulduğumuz bütün hüzünler, eksi yirmisekiz derece şoklama depolarında, mevsim sonu indirimini bekliyorlar, koyu maviye dönüyor umutları beklerken. Oysa açık uçuk maviydi umutları... Açık, uçuk ve mavi. Alan olmadı!


Şubat 2009, Bursa