07 Nisan 2020

Havam 1500... Kocam bana Bük Kapatmış!



Ören'den Akbük'e kadar olan mavi yeşil yol, kıvrıla kıvrıla giderken "aşağıdaki koyu gördün mü"  sorusu ile "sen bakma" uyarısı peş peşe geliyor sıklıkla. Çünkü arabayı kullanan ben olmayınca seyre doyum yok, ama bir yanım Halim'e haksızlık ettiğimi söylediği için de onun da bu güzelliklerin keyfini en az benim kadar çıkarabilmesini de istiyorum. Bir yanım endişeli bir yanım heyecanlı. Kapışıp duruyorlar. Yaptığımız plana göre, gün batmadan oradayız ki, yakalarsak... Değmeyin keyfimize. Yol bitip de Akbük'e doğru kıvrılınca, Maviş'in camından bir fotoğraf çekiyorum. Fotoğrafı çekerken, ineceğimiz koyun sadece bize özel olacağını düşünemiyoruz bile.


Akbük koyunda deniz kenarında orman içinde bir kamp alanı var. Oraya gideceğiz aslında. Sık orman içinden kıvrılarak koya inilen yol kenarlarında ara ara neredeyse orman sıklığında kaybolan ahşap evlere ve hatta TLC'nin küçük evleri ile yarışacak kadar cazibeli konteyner evlere denk geldikçe, hayaller şaha kalkıyor.  Sahile iner inmez göze çarpan menengiç ağaçlı koy, tarifsiz bir cennet köşesi vaadi ve koya demirlemiş 2 rüya yelkenli ile baş döndürdü bile. Sessizlik ve kimsesizlik hakim. Az ilerideki araç üstü çadırların yarattığı dost sohbete biz de dahil olacağız ama hava kararmadan bükün en sonunda yer alan ormana doğru ilerliyoruz. Güneşle ilgili tahminimiz bizi ya da beni yanıltıyor. Gün dağlara doğru batacak. Halim her zaman ki gibi benimle dalga geçiyor. Bir gün bana yönleri öğreteceği konusunda kendinden emin. Araba ile ormana doğru ilerlerken bir kaç lüks yata ve onların arasından süzülen denize takılıyor gözüm. Yansımalar muhteşem ki bu şu demek, sabaha bin muhteşemliğe uyanmak söz konusu. 

Ferdi selamlıyor bizi. Biz Ferdi'nin oraların muhtar yardımcısı olduğundan henüz habersisiz. Biz, bize verilen koordinatlar ve bilgiler doğrultusunda Muhtar Mustafa'nın mekanına doğru ilerliyoruz. Mekan salaş, sezon sonu dağılmış, parçalanmış, bakımsız ve pis haliyle hiç de katlanılası değil. Oysa kim bilir bir kaç hafta önce nasıl da baştan çıkarıcı  bir çekiciliği vardı. Vazgeçiyoruz. Menengiç ağaçlarının altındaki 2 araca yakın ama görece uzak bir mesafeye konuşlandırıyoruz Mavişi. Üstelik bir de korumamız var. Ona bir iyilik maması veriyoruz.  Kıvrılıveriyor yanı başımıza. Bu gece burada kalırız diyor Halim. Ah benim doğuştan "ourdoor" sevgilim. Tuvalet, duş???? diyorum.


Ferdi geliyor. "Abi hoşgeldiniz. Ferdi Tayfur'u bilir misiniz? " Kafamızı sallıyoruz. "Heh işte ben Ferdi'yim" diyor elini uzatırken, tokalaşma esnasında kendini öyle tanıtmasının sebebinin altını çiziyor. " Artık hayatta unutmazsınız." Haklı çıkıyor. Unutmuyoruz Ferdi'yi. Halim planından bahsediyor. "Akşam burada kalalım diyoruz" der demez, abi kalın 29 Ekim kutlaması için mekana da beklerim" diyor Ferdi. Üzerinde deniz şortu ve tişörtü ile henüz sezonu kapatmadığını der gibi bir hali var. Halim, "tuvalet ve duş ne olacak" derken, "Açtırıyorum abi." cevabı hızlıca gelip içimi ferahlatıyor.  Evren sorumu duymuş olmalı. :)

Tamam diyorum zaten iki kampçı daha var. Kalırız. 

Ferdi çocuğu gönderiyor. Ayak bastı parası 15 tl ödüyoruz bir fiş karşılığı. Tuvaletler açılıyor, duş temiz. Sıra geldi kumsala masa kurup yakamozlu geceye kadehleri kaldırmaya. Tam başlıyoruz hazırlıklara Halim ortada yok. Gecikmiyor gençlerle geri dönmesi. Merak etmişler Mavişi, onların da hayaliymiş. Araç üstünün de avantajları falan derken sohbet uzuyor. Biz onlara onlar bize deneyimlerini aktarıyor. Buzdolabı ve tuvaletten 10 puanı kapıyoruz. Dile kolay şu ikisine yaptığımız yatırım ile doğan görünümlü şahin alan var memlekette. 

Çocuklar ayrılıyor yanımızdan üstelik vedalaşarak. Onlar da araç üstü çadırlar nedeniyle birbirlerini bulmuşlar, biri güneye biri İzmir'e dönüş yapıyorlar. Kaldık mı baş başa? Neyse ki, Ferdi'nin mekan yürüme mesafesinde, üstelik 29 Ekim kutlamalarına da davetliyiz. 

Dertlenmiyoruz. Gecenin keyfini çıkarıp bir iki duble sonrası mekanda insanlarla kaynaşırız nasılsa. Soframızı kurup, sohbeti koyulaştırınca sessizlik içinde yitip gidiyor saatler. Gecenin serinliği hissedilir şekilde ısırınca sırtları, hem yemek sonrası yürüyüş, hem de kutlamalara katılma fikri ağır basıyor. Işıkları uzaktan ayırt edilen mekana yaklaştıkça marşlar içimizi coşturuyor.  Kumsalda 4 masa, kandili yerel üretim, bayrakları dalgalanan mekana varıyoruz. Ferdi, bangır bangır marş çalıp viski içiyor. Tek başına! 

Nasıl yani? Nerede insanlar, kutlama programı... Şaşkınlığımız yüzümüzden okunuyor o karanlıkta. "Abim valla çok mutlu oldum, buyrun, buyrun, size deniz kenarını hazırladım." Bayramlaşıyoruz. Kandili nasıl yaptığını anlatıyor. Denizin hemen kenarına koyduğu masada ille bir şey ikram edeceğim deyince Halim, kahve alayım diyor. Sade. 

Kahve geliyor, Ferdi'yi buyur ediyor Halim. Olurdu olmazdı derken, Ferdi de geliyor masaya. Akbük'ü anlatıyor, nasıl talan edildiğini, kendisinin bu çarklıdaki en kilit dişli olduğunu, 38 tane kızım var diyor, az sonra onları beslemeye kalkınca orada o kadar kedi olduğuna şaşırıyoruz. Bir ikisini görmüştük de geri kalan Ferdi'yi hissettiler mi bilinmez, mama dağıtımı yapılan alana doluşuyorlar ıssız koyun her bir ağaç, sandal, çatı, çöp bidonları ve daha göremediğim bir çok korunaklı noktasında. Alanda onlarca kedi var artık.

Dönüş yolunda Ferdi'nin anlattıklarını kafamızda oturtmaya çalışıyoruz. Talan edilen bu bakirliği bir sonra ki yıl gelince böyle bulur muyuz endişesi ikimizin de gözlerinden okunuyor.

Maviş tüm sıcaklığı ile bizi karşılıyor, dişler fırçalanıyor, pijamalar giyiliyor, biraz yaramaz bir iyi uykular öpücüğü ile gecenin sessizliğinde derin bir uykuya dalıyoruz. O anı hatırlıyorum, uykuya dalmadan hemen önceki 5 saniyeyi; sonsuzluk hissinin nasıl da bedenimi ele geçirdiğini, sabahı telaşla bekleyen tedirginliğimi. Ya uyanamazsam... Beden saati muhteşem iki çift olarak zamanında tam iki dakika önce açıyoruz gözlerimizi. O iki dakikada pijamaların üstüne birer polar alıp iniyoruz. Önce ben! 


Çıplak ayağıma giydiğim sabo terliklerin ile bedenimi saran kollarımla içimi ürperten o ışığa doğru kontrolsüzce ama  minik adımlarla ilerliyorum. Terlikleri çıkarım uyuyan denizi parmak uçlarımla uyandırıyorum. Serinlik, diz kapaklarıma, baldırlarıma ve bedenime yavaş yavaş yayılıyor.  Tarifsiz bir güzelliğin orta yerindeyim. Birden bir çift kol sarmalıyor bedenimi. Güven duyuyorum, sırtımı dayıyorum göğsüne ve derin bir nefes alıyorum. Huzuru ciğerlerime öyle bir çekiyorum ki... bir daha kolay kolay nefes verir miyim bilmiyorum.

Sabah yürüyüşünü tamamlıyoruz. Ferdi'ye günaydın demeyi ihmal etmiyoruz. Ormana doğru toprak yolu takip ediyor, iyice açlık bastırınca da dönüşe geçiyoruz. Güneş yükseldi. Ekim sonu için iyi bir sıcaklık var. İçimiz ısınıyor. Yüzen birini görünce hevesleniyorum. İki tekne de hala burada. Yüzen de bir balık adammış sonradan fark ediyorum. Belli ki akşama muhtemel bir rakı masası için balık niyetinde. Biz soframızı kuruyoruz.   Zeytinden, peynire, yumurtaya, cevize, bala, reçele... eksiksiz bir şehir kahvaltısı. Kahvaltı günün vazgeçilmezi. Hele de manzaramız deniz, sırtımız ormansa. Üstelik biz dışında kimse yok karada. Anlayacağınız havam o yüzden 1500. Halim'le gözgöze geliyoruz. Manzaradan ayrılan gözlerimiz şükranla, aşkla ve huzurla bakıyor, karışıyor birbirine. Bir süre öylece kalıyoruz, ta ki Ferdi; ablaaaaa hadi kızları beslemeye gel diyor. Masayı toplamak konusunda epeyce pratik kazandığımızdan 5 dakikada hazır hale geliyoruz. Bulaşıklar  bir sonraki durağa ulaşıncaya kadar kontrol altında. Uzaktan Ferdi'yi görüyoruz, çevresinde onlarca kedi, başlamış mamaları bölgelere göre serpmeye. Üçerli beşerli gruplar halinde yiyorlar. Bu Kezban diyor Ferdi, kimseyle paylaşmaz yemeğini, bu da Recai... Kezbanı uzaktan sevmiyorsa naberdim diyor.  Birbirinden farklı renkleri tavırları olan kızları besliyoruz, seviyoruz, öpüp, kokluyoruz. Kızlar diyoruz, çünkü Ferdi, onları kendi kızını sever gibi seviyor, o yüzden dişi, erkek fark etmiyor, hepsine kızlarım diyor Ferdi. Yılda iki kere görüştüğü kızana bir özlem onunkisi. Önceki gece bizde saklı kalacağını bildiğinden belki anlatıyor bütün öyküsünü.

Ferdi ile vedalaşıyor, Maviş'i yola hazırlanıp, son bir bakışla ayrılıyoruz koydan. Bir sonraki sene gene gelmeyi, Ferdi'yi ve kızları sağ salim görmeyi umarak...



Arkası yarın tadında: Hedef Çubuçak Orman Kampı mı?

13 Aralık 2019

Marmaris Ören'de Ağaç Altı Yol Kenarı Kahvaltı

Yol...
29 Ekim Salı gününe denk gelince... Baktık ki havalar güzel, gidelim dedik. Eee artık bilinen bir gerçek var ki biz de en az havalar kadar güzeliz. #yolda2yolcu olarak düştük yollara. Cumartesiyi pazara, pazarı pazartesiye bağlayan bir yoldan giderken yoldan çıkanların iki günlük kaçamağı programına Güre ve Cunda'yı dahil edip, nihayet "Marmaris niyetli Gökova'ya gömün bizi sonuçlu" turumuz başladı. 



Bir kaç işaretlenmiş nokta var kafamızda oraları mutlaka göreceğiz. Gerisi; Maviş yolunu bilir, yol yolda belli olur, yol seni götürür, yoldan gelen başımız üstüne, yol nereye biz oraya, yoldan çıkmazsan yolu bulmazsın, vardığın yer mi yoksa yol mu, yolun huzur vardığın yer keyif olsun niyetleri ve soruları ile 5-6 günlük planlı - plansız bir seyahat için bastık gaza. 

İlk durak neresi olsun derken  gelen telefon ki tam zamanında geldi, Yatağan üzerinden Marmaris Ören'e kırdık direksiyonu. Denize nazır, kapı komşumuza nefes mesafemizi koruyarak konumlandık.  Zaten tarih itibarıyla, "bin kişiydik yaz ortasında, Ekim'de bir kaç karavancı kaldık başbaşa" modu hakim her yerde. Bir iki ileri geri yapıp şöyle bir iki döndürdük Mavişi ki, hem yemek hazırlığı hem de uyumak için uygun konumu bulalım. Bence hazırız. Manzara deniz derya.

Gece...
Hemen bisikletleri çıkarıp, çevreyi tanıyalım turu yapmaya niyetliyiz. Önce komşulara bir "merhaba": Güler yüzlü insanlar. Bir iki gün diye gelmişler 20 gün olmuş. Emeklilik güzel şey...  Yarın göçmen kuşlar misali güneye devam edecekler, hedefleri Fethiye. Çevre, bakkal, taze ekmek, deniz, duş derken ayrılıyoruz yanlarından. Ören düz... Alabildiğine düz. Termik santral ve liman sonrası 8 yıl koya gelmeyen balıklar tek tük de olsa gelmeye başlamış. Mahallenin Atatürk tişörtlü, uzun saçlı, keçi sakallı abisi ile ertesi gün tuvalet sırası beklerken tanışacağız, balıkların küskünlüğü, mercan buğulama, balıkçı kardeşler, onlardan alınacak balıklar hangi yöntemle alınır ve kaça alınır hep ondan öğreneceğiz. Ah Levent abi... Sen ne güzel bir "atan ama tutan" bir adamsın. Kendi dedi, ben yayancısıyım! Ertesi sabah elinde balık torbası 3 tekerlikli bisikleti ile gelecek yanımıza, sohbete doyum olmayacak. Henüz tüm bunları bilmiyoruz tabi. 

Kısa bir tur sonrası Maviş'i geceye, masayı rakıya, kendimizi keyfe hazırlıyoruz. Hava mis... Ekim sonu demeye şahit ister. Geç kalmıyor martılar. Manzaranın önemli bir bölümünü oluşturan koy ve Balıkçı Barınağı da şahit listesine yazdırıyor adını. Ayı unutmamak lazım... Yakamozları.. Kedileri ve bu gece bize bekçilik edecek "sarışını"... Hepsi yarışıyor birbiri ile... Kazananı belli bir dava bizimkisi.

Masayı kurduk. Sen ne güzel bir adamsın diyorum. Sen de çok güzel bir kadınsın diyor. Bir filmin içindeyiz. Senaryosunu kendimiz yazdığımız gece yarısı yakamoz denize düştüğü anda çekilecek olan sekans içinde yitip gitmek üzereyiz mutluluktan. Bu kadar mı sahici olur her şey. Yakamoz bile süzülüp de denizin içinden masamıza kadar geliyor. Ve motor!

Yemek sonrası, marinayı keşfetmek için bisikletli bir tur daha yapıyoruz. Büyük turuncu market kapalı. Marina içinde kışı geçirecek olan tekneler ıssız bir film setini andırıyor. Sessizliğin içinde bisiklet tekerinin parke taşlı yolda çıkarttığı ses öyle ritmik ki, denizin şırıltılı dalga sesi ile de uyumlu üstelik, bir de buna sahil boyu uzanan ağaçların hafif hafif esen rüzgarın gazına gelen yaprak sesleri, evsiz kedi miyavlamaları ve elbette ara ara güçlü ve insanı kendine getiren bir davul vuruşu gibi patlayan köpek havlamaları eklenince... Doğanın senfonisi içinde yitip gidiyorum. Evet tahmin edileceği üzere yol arkadaşım kayıp... Yoksa ben miyim kayıp olan? 

Öyle uzaklaşmışım ki evler bitmiş, insansız, ışıksız, ıssız sahil sahasında bir başıma, ay ışığında gitmişim de gitmişim... Yalan değil içim ürperiyor  o andaki sessizlikten... Yalan değil kalbim çarpıyor hızlı hızlı... Yoksa ben karanlıktan, sessizlikten... Yok yok korkmuyorum. Yaptığım fren ve sert bir dönüş ile gerisin geriye pedallıyorum. Hızlı ve nefessiz. 

Işıkların arasından süzülüp gelen bir kahraman edasıyla yaklaşıyor sevdiğim adam. Yol arkadaşım, sırdaşım, ben ne zaman endişelensem yüzünde oluşan o gülümseme... Asla endişeli değil, meraklı sadece... Yine bakıyor gözlerimin içine cümlesi belli "şu telaşın öldürecek seni" Yeniden yanyana, ağır, aksak pedallıyoruz. Biz #yolda2yolcu... Biz birbirine ekleyip de hayatlarımızı bir hayali gerçeğe dönüştüren... Biz biraz buruk, biraz kırgın, bolca gözyaşlı, ara ara aşklı ve sevdalı geçmişi bırakıp da ardımızda, biz birbirine güvenen, geleceğe gülümseyen yol arkadaşları... Güzeliz be... Valla diyorum bak! 

Sabah... 
Gecenin sessizliği telaşesi kendinden bir güne daha bırakmış yerini. Gelenler, gidenler, yoldan geçenler... Elinde ekmeği, simidi, balığı, torbası, market arabası, torunu, oltası... 29 Ekim sabahına uyanan pek az insan var gibi... Komşu bayrağını asmış bile. Karşı komşuda da bayrak var... Üzülüyoruz unuttuğumuza... Neyse ki büyük marketler var. Hem spor da olur... Doğru limana. Önce tuvalet sırası. Daha Levent abiyle tanışacağız. Onda da Atatürk tişörtü var. "Denize girmezmiş bu mevsimde" diyor. Alaycı bir sesi var, karşısındaki kadın gülümsüyor. Levent abi devam ediyor "Ulan bu mevsimde bulmuşsun bu güzel havayı, deniz desen şahane... Söylemek istemiyorum ama böyle havaları değerlendirmeyenler... " dedi ve sustu. "Bence ahmak" dedim. Orta yaşın biraz üzerinde olduğunu tahmin ettiğim Levent abi de karşısında oturan kadın da kahkahayı patlattı. "Demiyeyim demiştim ama siz iyi ki dediniz" dedi. Gülümsedik karşılıklı. Henüz onun Levent abi olduğunu bilmiyorum tabi. 

Kahkahalar devam ederken Maviş'e doğru yürüdüm. Temiz havayı içime çektim. Tanımadığım ama aşına olduğum yüzlere, seslere, kedilere, köpeklere, martılara, arılara selam ettim. Bisikletleri alıp marinadaki turuncu büyük markete gideceğiz. Komşularımız uyuyor belli... Sessizce pedallıyoruz. sahilden... Denizin kokusunu içimize çeke çeke. Niyetimiz öğlen gibi yola koyulmak, sabahın erkenine göz kırpışımız ondan. "Yaşımız genç, heyecanımız yüksek" yeni yerler keşfetmek ama sefasını da sürmek istiyoruz. Yani genç dediysek o kadar da değil! Marinaya yaklaşınca demir kapının oradaki tümseye takılıyorum, ileriye bakacağım diye, neredeyse düşmek üzereyken fark ediyorum ambulansı. Balıkçı teknesinde balıkçının miçosu ölü bulunmuş, üstelik tekne açıktayken...  Sahil güvenlik orada, marina yetkilileri ve diğer teknelerin sahipleri... Telaşeli bir halin ötesinde endişeli bakışlar yakalıyorum.  Mahallesinin güzel yürekli abisi burada olsa, bu kriminal duruma el atıp meseleyi çözerdi ama biz meseleyi yüzeysel olarak öğrenince merakımızı daha fazla dürtmüyoruz. 

Bayrak kalmamış... Hüzünlü bir dönüş yolunu neşeye çevirme ustasıyız. Ara yollar biçilmiş kaftan. Üstelik her yer nar... Terkedilmiş, sıvaları yer yer dökülmüş, sarı, mavi ve kirli gri renklerin zamanla soyulup ahenkli bir eskimişlik yarattığı evin bahçesinin içinden, demirleri paslı, tuğlaları oyalı bahçe duvarını aşıp da yola sarkan dallar kırıldı kırılacak. Göz hakkı meselesi bence tam da burada işe yarar. Sadece iki tane alıyoruz. Sağa sola derken... Limonlar, mandalinalar, narlar... İç kesimler yer yer inşaatlar, tak tuk tak tuk vurma sesleri, gıcırtı ve gürültü dolu. Hızla sahile atıyoruz kendimizi. Mavişin az ilerisinde komşuların bahçesi sayılabilecek mesafede ağaç altı, yol kenarı bir masa kurumluk yeri gözüme kestiriyorum. Üstelik çimlerin de üstü. "Huuu komşu kahvaltı etmediyseniz sofraları birleştirip sohbeti çoğaltalım mı "diyorum. Memnuniyet ifadesi gecikmiyor. Yumurtalar, peynirler, kahvaltılık salçalar, reçeller, ballar, yeşili siyahı ayrı lezzetli zeytinler derken... Mahallenin Atatürk tişörtlü, uzun saçlı, keçi sakallı Levent abisi üç tekerli bisikleti elinde balık torbası ile barınakların oradan bize doğru yol alıyor. Yol kenarı avantajını kullanıp laf atıyorum. "Deniz bugün nasıl sizce", "Oooo merhabalar efendim. ben buraların atıp tutan, hikaye anlatıcısı, Levent abisiyim, hoş geldiniz bizim köye" diyor. Sonrası kahkaha tufanı... Buyur ediyoruz, gideceğim diyor. Otur bir çay iç diyoruz, evde bekleyenler var diyor... Diyor ama konu da konuyu açıyor, hikaye başka bir hikayeye bağlanıyor. Sohbet uzuyor da uzuyor. Ören'e 15 yıl önce yerleşmiş, o zaman poşette balık olmazmış, sahilden atarlarmış kovayı denize, balıklar teker teker girermiş içine, yettiği kadar olduğuna kanaat getirdiklerinde denize teşekkürlerini eder, alırlarmış balıkları kovadan direk ızgara üstüne. Biz de balık alsak diyoruz, bir atmışlık boyu ile iki metrelik balıkçı Orhan'ı nasıl dövdüğünü anlatıyor. Sağlam döverseniz balık bedava, öyle bir iki tokada 1 kilo balık için epeyce para ödemeniz lazım diyor. Çakır gözlü balıkçı Atatürk lakaplı Orhan abinin abisiyle maceralarından tutun da marina yapılırken küsüp giden balıklara, termik santral yüzünden meyve vermeyen zeytinliklere, Bodrum'dan gezmek için gelip de buraya aşık olan "siz evi satın, eşyaları arabaya yükleyin, akşama burada olun, ben ev bulup hemen alıyorum, bu gece burada uyuyacağım" diyerek oğullarına direktif veren zenginin hikayelerine kadar onlarca hikayeyi bir çırpıda anlatıp, "29 Ekim törenine geç kalmayın sakın" diye buluşma noktasını da tarifleyip geldiği gibi usul usul ayrılıyor yanımızdan. Bize yol üstü bir yer tavsiye etmeyi de unutmuyor uzaklaşırken. 

Öğlen okunuyor... İyi ki... Saatler su gibi akıp geçmiş. Toparlanmaya başlıyoruz. Karşılıklı memnuniyetler, yolda karşılaşma ümitleri, telefon alıp vermeler derken neredeyse 1 saat daha oyalanıp, planladığımızdan 2 saat sonra ancak toparlanıp yola çıkıyoruz. 

Sis izin verse muhteşem bir karşı kıyı manzarası ile veda edeceğiz Ören'e. Yine de ediyoruz kendi bildiğimizce, Levent abinin bira tavsiyesinin altı  çizilmiş halini anlıyoruz manzarayı görünce. Yolcuyuz, bir birayı paylaşıyoruz dilimiz ıslansın diye. Alatepe üzerinden, sislerin içinden, sol yanımız orman sağ yanımız deniz olan rüya yoldan Akbük'e gidiyoruz. Kıyı şeridine yaklaştıkça manzara da doğa da deniz de bir başka güzel, bir başka yeşil, bir başka mavi oluyor. 

***

Arkası yarın tadında: Havam 1500... Kocam bana Bük Kapatmış!

29 Kasım 2019

Müzeler, Sokaklar ve Son Akşam Yemeği

Bu an hiç gelemeyecek sandım... Bitiremediğim diğer gezi notlarından biri olacak diye de epey dertlendim ama şükür ki bu günü gördüm. 

Tiflis gezisinin en güzel zamanlarından biri de kesinlikle sokaklarında avare gezmek ve müzelerinde soluklanmak oldu. Geziyi planlarken son günü Gürcistan Ulusal Müzesi ve MOMA Tiflis'de geçirmeye karar vermiştik. Sabah erkenden yine meşhur caddedeyiz. Bu cadde üzerinde dükkanlara bitişik döküm heykellere hayran olduğumdan eksik kalan bir kaçı daha tamamlamak için hep grubun en sonunda kalıyorum. Mesela bir müzisyen grubu var ki kulak kabartsan çaldıkları şarkıyı duyarsın. Duymadım sanıyorsanız yanılıyorsunuz. 




 


İlk durak Ulusal Müze...
Sovyet işgali bölümü herkesin merakı.
Ama önce tarih kısmı gezilecek orada fotoğraf çekmek yasak. 
Tiflis'e iki saat uzaklıktaki Dmanişi kazı alanında bulunan ilk insana ait kafataslarından birinin 1,8 milyon yıllık olduğu söyleniyor. Avrupa dışında bulunmuş en eski kafatası insanlık tarihine yepyeni bir ışık tutuyor. Zaten müzenin  bu bölümü doğal tarih müzesi gibi. 
İnsan tarihini kronolojik anlatan kafataslarının olduğu bölüm en çok ilgimizi çeken yer oluyor. 
Müzede neredeyse 2 saat zaman su gibi akıyor. 
Sovyet işgali bölümü soluksuz konuşmalar üzerinden geziliyor. 
Mücevherlerin olduğu bölüm ise doyumsuz seyirlikle sunuyor. 
Bazı parçalar o kadar iyi durumdaki, bugün yapıldığına yemin etseniz başınız ağrımaz. 




İkinci ziyaret MOMA Tiflis.
Gezinin en sevdiğim fotoğraflarından birini burada çekiyorum. 



MOMA büyük bir müze, zaman su gibi akıyor. Yorucu ama tempolu bir ritmle 5 katlı oldukça büyük müzeyi keyfi katmerleye katmerleye geziyoruz. Şansımıza Tiflis Devlet Sanat Akademisi Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerinin mezuniyet sergisi var. 





Charlie Chaplin Tiflis'de olsa nasıl olurdu diye düşünen Zurab Tsereteli 40 yıl boyunca resmediyor Chaplin'i. 20. yüzyılın ortalarında, Tiflis'te açılan İtalyan Opera Binası ve tüm şehrin opera aryaları söylemesi etkiliyor Tsereteli'nin sanatını. Daha sonra herkesin iyi hissettiği bir dünya olan sirk de şehre gelince yetişkinler ve çocuklar aynı sevinç zamanında buluşuyor. Tsereteli tüm bu hayranlık duyduğu olayları Chaplin'i de işin içine katarak tablolarını yapıyor. Sergi ve elbet sonunda Tsreteli'nin yaşamından kesitlerin sunulduğu fotoğraf albümü zamanın nasıl akıp geçtiğini unutturuyor. Yaklaşık 3 saat kaldığımız müzeden acıkmış olarak ayrılıyoruz. İstikamet eski Tiflis. 


 ,










Tiflis'de son günümüz. Sokaklar güzel. Hava desen o da güzel. Biz? En güzeliz. Yürüyoruz. Aklımız Tiflis'in metrosunda. İyi ki kalmış... İniyoruz. Derine, daha derine. Yerin 7 kat altına. İniyoruz. Bitmek bilmeyen bir tünelin ışıksız sonu ile karşılaşmak nasıl bir duygu bilmeden. Fotoğraf çekmek yasak. Buruk bir tat kalıyor keyfimde. 



Eski Tiflis... Sen ne güzel eskimişsin böyle... Yoksa hep mi eskiydin. Heykeller yine yeniden alıp götürüyor beni. Bir tanecik alabilseydim. Alamıyorum. Alamayacağımı bile bile çaresiz bir hevesle sanat dükkanlarında alıyorum soluğumu ve geri veriyorum her bir tanesine uzun uzun bakıp hayaller kurarak. Bir tanecik alabilsem, şu küçük olanı. O atlı olanı. Kadınları bari... Alamıyorum. Zaten her şey o metroya inişte çekemediğim fotoğraf yüzünden oldu biliyorum. Keyfimin burukluğu giderek artıyor. Ama sizi temin ederim ki Tiflis sokaklarının iyileştirici bir etkisi var. Vallahi de var billahi de var. Gidin kendiniz hissedin bence.  




Yolumuz belli Jan Shardeni sokağı tavaf edeceğiz. Bu günün sonunda o buruk tat yerini katmerlenmiş bir hazza bırakacak. Öyle kızgın kum, soğuk deniz hissi değil aradığımız. Biraz jazz, bir kadeh kırmızı, biraz şıklık, hatta biraz şımarıklığa ihtiyacımız var. En azından ben öyle bir ruhla arşınlıyorum sokakları... Evet anladınız, bir yanım fena halde serseri... Dolaşıyoruz sokaklarda. Gözüme bir yer kestirdim bile. Henüz kimseye bir şey demiyorum. İş bana kalırsa, ki kalır genellikle... Cevabım hazır, "eee nerde yiyoruz" diyecekler bana, ben de sanki yüz kere Tiflis'e gelmiş de gurme bir lezzeti dekorasyonundan tanıyan havalı gezgin edasıyla  "tabi ki Organique Josper grill bar'da" diyeceğim. Hazırım yani... Çok ama çok hazırım. 



Tiflis için kıymetli bir kadın tiyatro sanatçısının sahnelediği karakterlerden oluşan heykelleri anlatan rehbere kulak kabartıyorum. Oyunları, oyunlardaki karakterleri anlatıyor uzun uzun. Topluma yansımalarından söz ediyor. Baya bildiğin sanata övgü söz konusu. Yüzümde müstehzi bir gülümse. Kendime, bize, bizdeki sanatçıya sahip çıkılma halinin yarattığı hale bu alaycı gülümsemem biliyorum. Aslında içimin acıyan yanına kamuflajı basıyorum. Bence gayet iyi idare ettim. Türklüğümün bana verdiği gururu sahnelemem on üzerinden 11... Belki zorlasam 12 olacak ama o kadar da büyük oynamıyorum. Sonuçta eğitimini almadığım bir sanatın sahneye zorla itilmiş yoldan geçeniyim. Rehberin yanından usulca ayrılıyorum. Alkış falan da kopmuyor. 




Parkı geride bırakıp, tiyatro üzerine yaptığımız sohbeti, biraz da soluklanmak için oturduğumuz banklarda, sıradaki başı kalabalık heykeli de görebilmek için uzatıyoruz. Ankaralar, ASTlar, İstanbullar, devlet tiyatroları, geçmiş yıllar, oyuncular, ah bir kez sahnede izleyebilseydim serzenişleri. ben seyrettim çalımları... Derken çekik gözlü herkese yapıştırdığımız Japon olma ihtimali yüksek grubun ardından ve yaklaşık 40 fotoğraf sonra, sıradaki heykelin başında toplanıyoruz. İlk tostçu... Yok ya değildir, ilk şarapçı... Olur mu canım her halde olsa olsa Tiflis için kıymeti var da "google" bilir inşallah diyerek hedefe kitleniyoruz. 



Tam da resmettiğimiz gibi oluyor. Tam da hissettiğim gibi. Kadehler kalkıyor, geride kalan günlerin, yerlerin heykellerin, müzelerin, yemelerin, içmelerin kritiği yapılıyor. Sohbet öyle derin, öyle güzel ki.. Tatlıya yer vermesek ayıp ederiz diyoruz. Ona da yer açıp kahveyle şımarıklığı taçlandırıyoruz. Güzeliz... Öyle böyle değil... Çok güzeliz... Her birimiz, bir diğerinin varlığına ve bu gezideki katkısına selam ediyoruz. Yüreklerimiz sımsıcak bir geziyi daha geride bırakıyoruz. Döner dönmez planlarına başlayacağımız 15 günde "Devri Orta Avrupa Turu" için heyecanımızı ateşliyoruz. 




22 Ekim 2019

İnsan Sever Bir Kere*


Bugün geçmişin sularında yıkandım. Seneler öncesinin kırılgan kalbini avuçlarıma alıp okşadım. Yıkıntılardan çıkıp tozlarını silkelerden soluklandığım duraklarda; durağın sahiplerine ve elbet gelip geçenlerine selam ettim. Bazılarının kelimeleri delip geçti derinden, bazıları yüreğimi ısıttı inceden, bazıları güldürdü durup dururken.

Kiminin kalemi karaydı, kiminin duyguları kırmızı... Kimi üryandı büsbütün, kimi kat kat maskeli... Kimi bir umuttu sadece, kimi ummandı sonsuz maviliğinde... Kimi kardeş oldu bana, kimi dosttan da öte... Kimiyle rakı bardağında bir sohbetlik zamanları paylaştık, kimiyle şarap içtik gecelerce... Kelimeleri yürek sızlatan bir kadını tanıdım, gözleri kahve kokan bir adamı, yüreği yaralı bir kız çocuğuna annelik ettim aklım el verdiğince.

Geçmişte dolanmak iyi geldi benliğime. Bugün bir yaş daha büyümüş oldum böylece. Yıllara bağlı değildir büyümek, yaşanmışlıklar büyütür insanı der sevdiğim adam. Hepsini üst üste koydum, boyumca yaşanmışlığım varmış meğer, ne de mutlu oldum.

Kulağımdan gitmeyen bir şarkıya saplandım bugünlerde. Tekrar tekrar dinledim gün içinde

 "İnsan sever bir kere"

İnsanın sevme biçimi "biricik". Bu nedenle yaşamında sevdiği ve sevildiği kim varsa her biri kendine özel bir sevme biçimiyle var olmuş, oluyor ve olacak. Bunu fark etmiş olduğum için kendimi şanslı hissettim. Sevdiğim ve sevildiğim her bir yüreğe tebessüm ettim. Bazılarında takılı kaldım. Mazinin güzelliği, çekilen sıkıntılar, yaşanan heyecanlar, kahkahalar, özlemler, gözyaşları sıralandı anılar içinde. Ben en çok aşka saplandım. Bile isteye! Tüm bunlar geçip giderken zihnimden bir cümleyi aradım geçmişte takılı kalan. Bir yazı çıktı karşıma. 

Ayaz Vurursa Yüreğime


Aradığım kelime vardı bu yazıda ama benim aradığım haliyle değildi. Soluksuz okudum yazıyı. Seneler sonra üçüncü bir göz benimki. Yürekten bir aferini hak tanıdım kendime. Ne güzel dile getirmişim duygularımı dedim neredeyse yüksek bir sesle.


Sonra takıldım yine şarkıya! 
İnsan sever bir kere... 
Bin kere tekrarı olmaz...
Ahhhh! 


Şarkı döndükçe kendi geçmişimde sürüklendi zihnim oradan oraya.
Bir yazıdan diğerine geçtim. 
Bir yorumdan diğerine.

Sevdiğim her bir kere için minnetle doldu kalbim.
Gülümsedim her bir kelimeye, o kelimenin iz düşümüne. 

Gri saçlarında kahkahalar saklı kadına,
Her kuş tüyü gördüğümde yüzümü gülümseten tontiniye,
Şimdi çok uzakta olsalar da bana dokunan sımsıcak yüreklerine sarıldım.

Bir gün yine komşu olacağız biliyorum.
O güne kadar giderek büyüyen yüreğim bir çocuk saflığında sevmeye devam edecek.
Her ikinize de söz veriyorum. 





Tetikleyen: Mahallenin güzel yürekli tıfıl çocuğu Buraneros selam çakmasaydı "Bizim Oralarda Sabah Olunca..." deyip de geçmişe, ben de yıkanmazdım yazmaya özlem yağmurlarında sessizce.





*  Eylem Atmaca sesinden, sözü müziği Nadir Göktürk'e ait bir şarkı. Ezginin Günlüğü, İstanbul gibi albümünden.






09 Ekim 2019

Şarap, Khinkali ve Çok Daha Fazlası


Neyse ki unutmadan yazabileceğim. 
Tembellik dizin boyunu aşınca... 
Yazmak hali bir ödülü hak ediyor aslında. 
Nerede kalmıştık: 

O gün sabahın erken saatlerinde şoför bizi almaya geldi. Böylece başlamış oldu 2 günlük macera. Hedef Mestvireni - Wine cellar. İki gün boyunca bir şarap üreticisinin bağ evinde kalacağız. 2 günlük maceranın asıl sürprizi Shilda Winery and Restaurant. Orada yerel ekmek, cevizli sucuk ve Khinkali kurslarına katılacağız. Şarap ve votka tadımları, yerel lezzetler... Heyecanlıyız. 

Yola çıktığımızda öğreniyoruz ki yol üstü bir durağımız daha var: Siğnaği

Burada iki seçenek var; ya bir tur arabası kiralayacağız ya da ATV. Tercihimiz dört başı rüzgarlı tur arabası kiralamaktan yana oluyor. Siğnaği, Gürcistan’ın doğusunda, Kaheti bölgesinde yer alıyor.  Nüfus açısından ülkenin en küçük kasabası: nüfusu 1.485

Tarihi açıdan öneminin olması ve iyi korunmuş olması bu küçük kasabayı turistler açısından çekici kılıyor. Katie içinse çocukluğunun gezi rotalarından biri. Bizler için bu anlamı ile bile yeterli. 




Karşı tepelere gidip ovayı seyrediyor, sonra yine dört başı rüzgarlı arabamıza binip başka bir tepeye varıyor, sonra yine daracık, kargacık burgacık yollardan arabanın kah altını vura, kah kapısını dallara çarpa başka bir tepeye varıyoruz. Üç kapısı olan ve kasabayı çepeçevre saran kalenin neden İran savaşları sırasında kuşatılamadığını da böylece anlıyoruz.  


Bir keşif daha son bulunca rotamızı Mestvireni'ye çeviriyoruz. Yol bitiyor. Toprak yollardan devam ediyoruz bağ evine doğru. Artık google bize yardımcı olamayacak diye endeşeliyiz. Neyse ki Beka ve ailesi bizi karşılamak için yollara çıkmış durumda. 


200 dönüm fındık, şeftali ve üzüm bahçesinin içinde kendimizi kaybetmemek için zor duruyoruz. Mikheil eliyle karşı dağları işaret ediyor. 45-50 dakikalık bir yolculuk sonrası Kafkas dağlarındayız. Aştık mı ver elini Rusya. Uzaktan dağları seyrediyoruz. Hayaller çeşit çeşit. Herkes bir köşeye savrulmuş. Oysa ki daha 10 dakika önce yorgunluk ve merak kapışıyordu. Belli ki yorgunluk kazanmış. Doğayı dinlemek herkese iyi geliyor. Güneş batmadan masa kurulsun istiyoruz. İçimizden birinin "hadi"si yetiyor: Silkeleniyor ve hareketleniyoruz. 



Koşuşturmalı bir telaşla akşam yemeği hazırlıkları başlıyor. Mikheil ateşin başında. Akşam yemeğine eşlik edecek şaraba karar verildi. Mikheil  "chacha" ve "peach vodka" ikram etmek konusunda ısrarcı. Üstelemiyoruz; tadımlık getirdiği chacha ve şeftali votkasını deniyoruz. Ruslar bombayı buldu diyor, bizse chacha'yı. Kahkahalarla gülüyoruz. 

Beka turizm okuyor, Çeşme'yi çok merak ediyor. Sohbet doyumsuz. Beka yüzünde hiç eksilmeyen görkemli gülüşü ile annesinin yaptığı yemekleri bir bir masaya taşıyor. Koyu saçları, kemikli yüzü ve gülüşü müthiş bir uyum içinde. Anneye benzetiyoruz Beka'yı. Mikheil mangaldan alıp geldiği şişleri masaya bırakıyor. Onun da yüzünde asılı kalmış ve olmazsa eksik olacakmış bir gülümseme var. O anlatıyor, Beka tercüme ediyor. Kadehler kalkıyor, keyfimiz giderek ve hızla tavan yapıyor. Güneş Kafkas dağlarının tepesinden batıyor. Manzara doyumsuz, manzara aşık olunası, hava ılık mı ılık. Bir film karesinin içinden çıkmış güzel insanlarız hepimiz. İçimizden taşan mutluluk, kahkahalar, gittikçe koyulaşan sohbet ve en çok da küçük ama koca yürekli ailemizin bir arada oluşu beni duygulandırıyor. Yoksa 70 derecelik kavun votkası bana vız gelir tırs gider de!!! 

Yemek sonlanınca ortalık sakinleşiyor. Kabuğuna çekilen canlılar gibiyiz. O taş evin duvarlarının ardında yer alan uçsuz bucaksız ovadaki sessizlik her yeri ele geçirmiş gibi. Sessizlik öylesine sessiz. ki, gece kuşlarının kanat çırpışları bile duyuluyor hafif bir kulak kabartısıyla. Herkes uykuya çoktan kavuştu. Bense geceyi sabaha bağlamak konusunda telaşlıyım. Babamın sabah yapacağı yürüyüşe eşlikçi olmayı çok istiyorum. Sabah olur olmaz en ufak tıkırtıya gözlerimi açıp yataktan fırlıyorum. Yaşasın babam kapıda...


Kafkas dağlarına doğru bahçeyi boydan boya yürüyoruz. Üzüm zamanı burada olmak ne güzel olurdu! Hayali yetiyor o anda. Neyse ki, bir kaç ağacın üzerinde kalan erik ve tek tük de olsa böğürtlen var. Yürüyüş esnasında bir kaç tane atıştırmak iyi geliyor. Dönüşte mahzenin önündeki taze fındıklardan da alıp  balkona çıkıyoruz. 

Kahvaltı masası hazırlanmış, yok yok. Çıtır ekmeklerin mis kokusu taş duvarlara çarpıp çoğalarak geri geliyor. Hayat bize güzel! Dün geceden hayali kurulmuş tereyağı, süzme yoğurt karşımı bir altlık ve üzerine konulacak ev yapımı üzüm ve sırası ile şeftali ve böğürtlen  reçelleriyle kavuşan ekmekler, "denedin mi? enfes"  nidalarıyla elle bölünüyor parça parça. Ah o çıtırtı!!!

Kahvaltı sonrası tadım için Mikheil'in peşine takılıyoruz. Mahsen evin hemen yanı, her yer fındık. Mikheil anlatıyor Katie çeviri yapıyor. Geleneksel yöntemlerle üretim yapılıyor. Her hangi bir katkı maddesi kullanılmıyor. 5 tonluk küplerin içine insan sığabiliyor. Toprak katman çıkana kadar her yıl o küpler temizleniyor ve içine üzüm ya da şeftali istiflenerek şarap, chacha ve votka yapılıyor. Kavundan da votka yapılıyor ama onun satışı yok. Her bir küp önce camla sonra da toprakla hiç hava geçirmeyecek şekilde kapatılıyor. Anlatırken bile heyecanlı Mikheil, keşkeler sıralanıyor. Bir bağ bozumu ziyareti ile o heyecanın ortağı olmak hiç de uzak bir ihtimal değil. 





Tadım sonrası kafalar biraz dumanlı! Anne uyarısı gecikmiyor: "Yola çıkılacak Halim daha fazla tadına bakmasın. Evren! senin de miden kötü olur. Sen iç Uzay!" Uzay iki shot daha atıp anneme takılıyor. Gene kahkahalara boğuluyoruz. Keyfimiz tıkırında. 

1 hafta kalsak sıkılmayacağımız bu evden ve bahçeden hayaller kurarak ve birer şişe chacha ve peach vodka alarak ayrılıyoruz. Şarap hakkımızı ise Shilda için saklı tutuyoruz. 

İki bağ arası kısacık yola onlarca kahkahayı sıkıştırıyoruz. Az sonra katılacağımız kurslara ilişkin bahisler gırla. Uzaktan görünen Shilda yaşını almış bakımlı bir kadın gibi. İlk görüşte aşık olunası bir cazibesi var.  İçeri giriyoruz. Ah! Atın beni denizlere... Bir gün böyle bir salonum olacak biliyorum. Her bir noktasını inceliyorum. Dekorasyon tam da benim kalemim. O heyecanla telefonu bir yerlerde unutuyorum. Ama öyle böyle değil, unuttuğumun bile farkına varamayacak kadar kendimden geçmişim. Garson kız elinde telefon ile geliyor. Benim değil diyorum. "Allah Allah" diyen gözlerle uzaklaşıyor. Uzay elinde telefon geri geliyor "abla bu senin değil mi, kıza değil demişsin"

Hahaha!!! Telefon benim benim olmasına da ben ben miyim? Neyse ki mekanın üzerimdeki etkisi bahçesinde aldığım derin soluklarla hafifliyor, kısa süre içinde kendime geliyorum. İçmeden sarhoş mu oldum gerçekten. Sahi en son ne zaman çarpılmıştım böyle derinden?

  


Kurs başlıyor. Annem içimizdeki "eli en yatkın" olarak cevizli yapmak üzere sıranın başındaki yerini alıyor. Sırasıyla herkes cevizli sucuğu yapıyor. Kah gülerek kah çığlık atarak tamamladığımız dersin sonunda öğreniyoruz ki yaptığımız sucukları bizim yememiz mümkün değil, çünkü en az 15 gün kuruması için askıda kalması gerekiyor. Neyse ki ekmek için durum aynı değil. Gel gör ki ekmeği yapmak o kadar kolay değil! Khinkali'ye sıra geldiğinde neredeyse hepimiz sınıfta kalıyoruz. Annem yine de açık ara önde tabi. En azından biraz çaba ve tekrar ile umut vaadediyor. 



  






Shilda Şarapçılık entegre bir tesis. Avrupa tarzı üretim de yapıyor. Geleneksel üretimde katkı maddesi yok ancak Avrupa için yapılan üretimlerde sülfür kullanılıyor. Bizim tercihimiz geleneksel üretim bir şarabı denemekten yana oluyor. Ayrılırken yanımıza iki şişe şarap alıyoruz. Kim bilir hangi zamanda kimlere ikram edilecek diye düşünüyorum. Aklımda birileri var ama uzak ihtimal. 




Tiflis'e dönüş yolumuz dağlardan oluyor. Yeşile doyuyoruz. Lezzeti damağımızda bir öğle yemeği, heyecanı gülüşlerde kalan kurs ve bir önceki günün mütevazi ama bizi kendisine aşık eden bağ evinin ileriye dönük hayali ile Tiflis'e varıyoruz. Otele varıldığında alınan geç kalmış hoş geldin içkileri ilaç gibi geliyor. Derin bir uyku sonrası sabahın ilk ışıklarına uyanılacak. 



Arkası yarın kuşağında: Müzeler, Sokaklar ve Son Akşam Yemeği