30 Nisan 2011

Novella Biscotti Pişirmiş Duydun mu?

efendim, bilirsiniz, hamaratımdır. elimin ne kadar lezzetli olduğu deneyenlerce söylense de, aslına bakarsanız, söyleyenlerin yalancı olmak gibi bir durumu yoksa da, bir sonraki sefere aç kalmak gibi bir durumları söz konusu olduğundan, aman da pek güzel demek dışında seçeneklerinin kalmamasını kadere bağlamak da mümkün haliyle. novella - benim mutlu yanım - bu sabah üşenmedi ve biscotti yaptı efendim. evet! kendi elleri ile yaptı ve az sonra, sert, şekersiz bir kahve ile, bol kakao ve çikolatalı biscottilerini balkon keyfi yaparak yiyecek. merak buyurursanız... bir türkün biscotti ile imtihanını kaçırmayınız efendim. deneyin sizin de olur, kıskanmayınız olur mu? rica edeceğim.


Bazı Masalların Sonu Yoktur*



Ve evet, ben dün senin büyüdüğün o şehirdeydim.


Sabahın en erkeni...

Sabahın ilk heyecanını attık üzerimizden, hasretle birbirine dolanan parmaklarımızı saymazsak, herşey normal seyrine döndü bile diyebiliriz. Eve gitmeden önce, her sabah yürüdüğün sahile gidiyoruz. Hem kahvaltılık bir şeyler alacağız fırından hem de sen güne nasıl başlıyorsan öyle başlayacak herşey. Ben bunu bu şekilde dillendirdiğimde, uzanıp öpüyorsun beni durduk yere. Şaşkın şaşkın bakarken ben sana; güne seni öperek başlıyorum diyorsun. Gülümsüyoruz güneş niyetine birbirimize. Sahilde o sözünü ettiğin çarşaf deniz, üzerinde yakamoz ve her seferindeki keşken "burada olsan"ın yerinde "buradasın, inanamıyorum" var.

Martıları selamlıyoruz, köpeğini gezdiren adama gülümsüyorsun, yürüyüşe çıkmış adam ve kadınla kısa bir sabah sohbeti, beni tanıştırma ve anlamlı bir "size de iyi günler"den sonra, yolumuzu çeviriyoruz bahçesinde mürdüm erikleri olan eve. Bugün ikimizin; sadece sen ve ben olacağız. Ben seni, doğup büyüdüğün şehrinde, bir kez daha tanıyacağım. Ölesiye meraklıyım: İlk öptüğün kızın evini görmek istiyorum, bisikletten düştüğün sokağı, futbol oynadığın toprak sahayı, babanla yürüdüğün yolları, sokak arası bir oynaşın tekrarını yaşat bana istiyorum. Aklımda onlarca soru, anlattıklarından yola çıkıp, anlatmadıklarına varmak istiyorum. Sense bana sabah kahvaltısının olanlarını sayıyorsun, başka bir şey isteyip istemediğimi. Farkında bile değilsin, ben senli benli hallere doyuyorum o anda; öyle özlemişimki, bir nefes çeksem teninin kokusu yetecek tıka basa doymama...

Kahvaltı bahçenin ahşap masalarında, incir ağacının hemen altında. Elimizi uzatıp, incir kopartıyorum. Yediğim en güzel incir. Kızıyorsun bahçeden böğürtlen, incir toplayıp ağzıma atmama, hoş bir flörtöz tavrın birbirini kovalayan; o telaşlı, o heyecanlı, o hiç bitmesin istenilen anlarını çoğaltıyoruz bakışlarımızda.

Domatesleri kopartırken dalından ve biberleri toplarken teker teker inanamıyorum burada, seninle olduğuma, ara ara dönüp bakıyorum gerçek mi diye etrafıma, ikna olmayınca bir çimdik atıyorum bacağıma, bir düş olmadığını anlıyorum herşeyin canımı istemeden acıtınca... O sırada yan bahçeden bir ses, "tiskinti duyuyorum" diye bağırıyor. Gülmemek için zor tutuyorum kendimi. "Tiskinti duyan" bu amcayı senin anlattığın kadarıyla tanıyorum. Ayakkabıları çalan köpek görünüyor köşeden, saklanmış böğürtlen çitinin ardına, boş bir anımı bekliyor belli, ama ben önceden almıştım onun marka ayakkabı düşkünlüğünü, tedbirliyim, boşuna beklemesi eve girişimi...

Mutfağa geliyorum, yüzümde alabildiğine huzur ve tanıdık bildik bir yerde olmanın keyfiyle... Hep sözünü ettiğin pencereden bakıyorum, kilimi serip de yıldızları seyrettiğimiz ağaçlar şunlar olmalı diyorum... Bir selam çakıyorum her bir yaprağına şahitliklerinde yaşanan anlar adına... Tezgaha yöneliyorum, bahçeden topladığım tazecikleri kahvaltıya hazırlamak için... Bahçede mangal keyfi için yanan ateşin ve onların yanında içilecek rakıların ve senin her anlatışında ağzımı sulandırmayı başardığın daha bir çok yemeğin kokusu siniyor üzerime... Anlattığın gerçek üstü mutluluk diyarının, gerçek prensesiyim şimdi ben. Hiç bu kadar mutlu olmuş muydum daha önce ve sevilmiş miydim böylesine diye düşünürken: Hemen arkamda bitiveriyorsun; bedenini, bedenime yaslıyorsun. Boynumdan öpüp, öyle çok düşledim ki burada böyle bir sabahı diyorsun.

O bakışın hiç gitmesin üzerimden istiyorum. Bana bakışını seviyorum: Yüreğimi aşkınla çepeçevre sarıyorsun ya her seferinde, ben her seferinde sana bir kez daha aşık oluyorum ya.... Hani sarıyorsun ya avuçlarınla sevda yorgunu ellerimi, bırakmayacağını çok iyi bildiğim halde; bırakma diye bakıyor ya gözlerim gözlerine, sana bakışımı seviyorum: Yüreğini aşkımla çepeçevre sarıyorum her seferinde, sen her seferinde bana bir kez daha aşık oluyor ve sesleniyorsun ya sessizce: SENİ SEVİYORUM diye... İlk kez duyuyorum ya ben her yineleyişinde ve heyecanlanıyorum ya ölesiye...

Bizim masalımız hep böyle kalsın istiyorum; hep böyle aşkın en haliyle...

****

Hani nasıl geçti günün diye sormuştun ya gece uykuya yatmadan az önce... Bu sabahımdı sadece... Sonrası bize kalsa, sadece sana ve bana... Olur değil mi sevgilim?


_____________________________

Fotoğraf / deviantART
* Bir Şehrin Gölgesinde Tanımak Seni adıyla Ekim 2009 da yayınlanmıştır. 

27 Nisan 2011

Aşk Üzerine*



hiç duymamıştım sesini... hiç bilmiyordum adını. blog yazmayı bu yüzden seviyorum. öyle zenginleştirdi ki dünyamı. sevdiğim adam da sevince kadını, işte belki de herşey o zaman başladı. bütün albümleri hediye geldi önce, sonra dinlendi defalarca. defalarca ezberi yapıldı tınıların, köpükleri alındı kabaran duyguların... dün gece konserdeydim. ve eğer merak ederseniz, buradan buyrun ve okuyun bir geceden geriye nasıl olup da bir tek aşk kaldığını.



* yasmin levy konseri sonrası bende kalanlar üzerine...

26 Nisan 2011

Yasmin Levy Gelmiş Şehrime

Bu gece dinleyeceğim onu. Sahnenin tozu dumanıma katılacak o içli sesin büyüsünde.  Ağladığım onca gecenin günahını çıkartır gibi, tek başıma keyfine varacağım bu gecenin. Yasmin Levy şehrime gelmiş duydun mu diyeceğim sana, duydun mu içimin gitmelerini, bitmelerini... Bilmem duyar mısın uzaklardan iç sesimi...




Geçen yıl sevgililer günüymüş... Dinlemişim. Yağmura eşlik etmişim.  

Bazı vedaların gitme kal diye yalvardığı olur, sağırdır yürek, gider...




Yasmin Levy - Adiós Querida


Nasıl kapalı bir hava, nasıl karanlık çöktü günün ortasına...
Bilir misin, nasıl çaresizce bir ses arar yürek böyle zamanlarda...

Biriktirdiği hüzün olan bir kadın için,
Ağlamasına sebep cılız bir damla;
Taşırır bilmezsin, yüreğin daha önce bu kadar dolmadıysa...

Kadın kafasını kaldırır göğe, bir umut arar gibi...
Gök gürler; 'hazırım eşliğe' der gibi...


Yasmin Levy'nin sesine gizlenmiş o mistik damla düşer yüreğe daha ilk adioda...
Gök son bir kez gürleyerek, kadına döker içindekileri...
Kadın taşar... Kendinde saklı keridasına; adio... adio kerida diye yalvarır gibi...



_______________________________________________________________
Adiós Querida için Deep Sound'a teşekkürler...
Fotoğraf / Anca Cernoschi
Adiós Querida / Hoşçakal Sevgilim
İlk Yayın Tarihi / 14 Şubat 2010

21 Nisan 2011

Deli Adama



bugünlerde sıklıkla aklıma düşüyorsun, yüreğimdense düştüğünden beri bir kez bile çıkmadın.
neden seni çok sevdim diye düşünsem de, bunun asla cevabı olamayacak sorulardan biri olduğunu biliyorum.
beklenmeyen bir ölüme "neden" diye sorsan da bir cevap alamadığın hal neyse, bu da o işte.

kimbilir neredesin şimdi, nasıl bir kanepede uzanmış, neyin hayallerini kuruyorsun.
hiç aklına geliyor muyum? yüreğinde bir yerim kaldı mı mesela...
o yere gittiğinde nasıl bir mevsimi yaşıyor yüzün;
keskinleşiyor mu bakışların; fırtınalı bir havada uzaklarda alabora olmak üzere olan gemiyi görmek ister gibi...
yumuşak bir gülümseme mi yayılıyor yoksa yüzüne, ilk baharın ilk çimine uzanmış gibi.

ah! bunca zaman sonra bile adını anarken hızla çarpmaktan yorulan yüreğimi nasıl avutsam...
nasıl gizlesem yüzümde açan kır çiçeklerini, hercai menekşeleri...
neyin arkasına saklasam çocuk sevinçlerimi...

bu sabah sana uyandım. yüzümdeki gülümsemeyi yakalayıp camdan fırlatmak istedim.
içimde bir yer o gülümsemenin hemen ardından yine acıdı; ilk günkü gibi.
"özledim" dedim. seni çok özledim.



.

08 Nisan 2011

Ne Az Kalmış Büyümeye




geçip giden zamana inat, büyümeyen çocuk yanımı sevdim, en olmadık zamanlarda asılan yüzümü gülümsetebilen küçük şeylerin varlığıydı en büyük hazinem, çok değil, bir kaç gün sonra bir yaş daha almış olacağım bu hayattan, torbamda ne kadar kaldığını bilmediğim yıllardan biri daha yerini alacak içindekileri biriktirmekten mutluluk duyduğum anılar kutusunda.

o kutuda neler neler yok ki...

geçenlerde katıldığım 'anlama' eğitiminde, "anlamaya çalışmayın, bazı davranışlarınız, anne karnına düştüğünüz 3 aydan başlayarak biriktirdiklerinizle bağlantılıdır. ve bir insan 7 yaşına kadar biriktirdiklerini, 70 yaşına kadar defalarca yaşar" cümlesinden çok önce bırakmıştım anlamaya çalışmayı. şimdi sadece olan biteni fark etmeye çalışıyorum. anlamaya çalışmakla fark etmek arasındaki ince çizginin üzerindeyim. oradan bakıp, oradan görüyorum. bu yüzden bazen çakıl taşlarının küçüklüğüne bakmadan çok büyük düşüşler yaşıyorum. olsun varsın diyorum kendime, düştüğüm yerden gördüklerimi de ekliyorum kutuma. kutum sonsuz bir evren gibi...

bir yanımın inadını kırmak zor olmadı. ama öyle bir yanım vardı ki, zaman zaman son nefesinde bir iyileşme evresine giren hasta gibi, ayağa kalkmaya çalışsa da artık o kadar dirençli olmadığından, içimdeki eski benlerle  vedalaşma vakti çok uzakta değil. önümüzdeki günlerde yeni bir benin yeşermesi mümkün olabilecek gibi. bunu fark ettiğimden beri bir başkayım. bir başkayım dediğim her seferinde, zorlaşan sınavdan çakıyorum, şimdilik.

geçenlerde aylardır yaptığımız çalışmanın verilerinin kaybolmasında sergilediğim şiddetli panik beni sarstı, öğrendim dediğim; sakinlikle karşılama, serin kanlı olma ve nefes alarak durulmadan eser yoktu. inanıyorum ki, bir adım daha iyileşmekti olan bitenin farkına varmak. belki de bu yüzden eskisine nazaran daha çabuk toparladım durumu. nihayetinde sorunu, zaman ve veri kaybı olmadan çözebildik.

evet, zaman geçip gidiyor ve küçük şeyler yüzümü gülümsetiyor. içimdeki güneş, sevdiğim bulutların arkasına hep saklanacak ama ben mimozaları, fesleğenleri, frezyaları ve ortancaları hep seveceğim. beyaz papatyalar ve kır çiçekleri ise vazgeçilmezlerim olacak. sallanan bir koltukta oturup içtiğim çayı, okuduğum kitabı ve beni ara ara çaktırmadan seyreden seni neye değişebilirim ki...

böyle işte, bir kaç gün sonra yeni bir yaştan bakacağım hayata, güzellikleri görebilmeyi, onların farkında olmayı, yüzümde gülümsemesiz, yüreğimde aşksız kalmamayı diliyorum kendime. dilekler söylenince gerçekleşmez diyenlere inat, bağır bağır bağırıyorum hatta... yeni bir yaşa, sımsıcak içten bir karşıma ile MERHABA diyorum. yeni yılın üzerinden geçen onca güne haksızlık etmek istemem ama, benim yeni yılım pazartesi sabahı uyandığımda başlayacak. evet! sevdiğim pazar bu defa bir başka mevsimin müjdecisi olacak.  her şey tanıdık gelse de, her bahar olduğu gibi, ağaçlar yeni çiçekler açacak.


.

07 Nisan 2011

Sanrının Sancısı - son


 


Asya... O geceden sonra onlarca kez gittim Asya'ya... Sabahın erkeninde, öğlenin bir vaktinde, akşamın bir yarısında... Nasıl beceriyordu hiç bilmiyorum ama her seferinde elinde fincanı, yüzünde o sımsıcak gülümsemesi ile karşılıyordu beni. Sesi hep ilk günkü gibi içtendi: 'seni bekliyordum' derdi. Teninin kokusunda hep bir kayısı şeftali aroması, her seferinde ilkmiş gibi çekerdim içime. Onlarca kez gittiğim o evde Asyamın istemediği hiç bir şeye niyetlenmedim. Gecelerce sadece sarılıp uyumak dışında, hiç yakınlaşmadık. Bir kere bile öpmedim ben onu dudaklarından mesela. 

Bir gece, amaçsızca dolanırken İstanbul'un arka sokaklarında duydum kokusunu bir barın loş ışıklarından süzülen dumanın karanlığında. İçeri girdim, bir masaya oturdum. Bir içki söyledim. O kokuyu orada duymak tanımsız bir yanımı çıkarıp koyuvermişti bedenimin üzerine. Ben ben değildim.oturdum bara yakın boş bir masaya. oturur oturmaz, parmak uçlarımı acıtacak kadar şiddetli vurmaya başladım masaya. Tık tık... Tık tık... Dört parmağım, altına bacaklarımı zar zor sığdırdığım o metal masa üstüne öylesine şiddetli bir ritmle vuruyordu ki, yan masamdakilerin beni izlediği hissi ile kendime yaptığım işkenceyi oracıkta kestim. Barın oralarda duran bir kaç kadına şöyle bir göz gezdirdim. Benim Asyam... hiç yakışmıyordu o yüksek taburelerin üzerindeki sahte gülüşlere. İçerideki kesif kokuların arasından burnuma gelen kayısı şeftali kokusunu içime çektim. Asya oradaydı... Oradan geçmişti... Benim Asyam, o gece başka birine gülümsemişti. Parmaklarımın uçlarını kanatıncaya kadar vurdum masaya. O yaşlı bunağı öldürmediğim an'a gittim her bir vuruşta. Her bir vuruşta daha da büyüyen öfkemi susturmak için içtiğim viskilerin parasını ödeyemeyince, bir temiz yediğim dayakla dağılan ağzımı burnumu topladım sızdığım kaldırımdan. Sabah ezanı okunmak üzereydi. Dört saat boyunca yürüdüm Asyama doğru, burnumda kurumuş kan kokusu.  Vardığımda bütün bedenim enerjisini tüketmişti. Sürünerek yürüyen ruhum, bedenimin hayata inat duruşuna pes et diyordu. Defalarca gittiğim o apartmanın girişinde bir süre bekledim. Ya evde yoksa... Ya beni beklemiyorsa... Ah! Sanrılar... İçimde büyüyen duygularıma sözümü geçiremedim. O asansöre bindiğimde öyle bir haldeydim ki, aynada yansıyanın ben olmadığının ayırdına bile varamadım. 

O sabah yine o bunağa denk geldim. Yine o pis gülüşe... Zihnin geçmişe dönüş yaptığı anlar en tehlikeli zamanlardır.  Sırf onun katında gördüm bunak bir adamı... bir sabah vakti, dudağında sigara ile gülümserken diye...Nereden bilirdim, yan komşusuymuş adam. Ekmek almak bahanesiyle sigara içmeye gidiyormuş. Muhtemelen adam için herhangi bir sabahtı. Ama ne Asyam ne de benim için sıradan bir sabah olmadı. Adam kanlar içinde apartmanın boşluğunda yatarken, Asya çöpü çıkartmak için kapıyı açtı. Attığı çığlık apartmanı ayağa kaldırdı. Ona neden bunu yaptığımı açıklama fırsatı bile bulamadan kendimi burada buldum. 

Asya beni hiç aramadı. Yazdığım mektuplar eline ulaştı mı bilmem. Bir tek gün olsun bana yazmadı. Taksi şoförü gelip bütün hikayeyi anlattığında öğrendim, Asya'nın hayat kadını olmadığını, taksi şoförünün bizim kahveden Ahmet Abinin tanıdığı olduğunu, Asya'nın Ahmet abinin kardeşi olduğunu, görücü usulüne karşı geleceğim için böyle bir dolap çevirdiklerini, Asya'nın beni fotoğrafımdan görüp beğendiğini, Ahmet Abinin bana kefil olması ile de bu dolabı çevirmeyi kabul ettiğini öğrendiğimde çözmüştüm 'seni bekliyordum' deyişindeki sırrı... O gün bin kez daha aşık oldum Asyaya...

'Asya... Benim kayısı şeftali kokan Asyam... O gece sarılıp uyumasaydım sana... Karışmasaydım kalabalığına, uyanmasaydım kokunda...' (iç sesim hep aynı soruyla sınar aşkımı)

Yedi yıl oldu, tam yedi yıldır, bu dört duvar arasında hayalini kurarım ben baharın. Baharda çiçek açan kayısı ağaçlarının çiçeklerini toplarım Asyam için. Şeftali ağaçlarına tırmanırım sabahın erkeninde yüzünü bir kez olsun görebileyim diye. Her akşam onun gülüşüne sığınıp onun yüzünde ederim duamı, bildiğim en kutsal yerde. Af dilerim bana aşkı sunandan... Güya kendimce dindirmiştim sanrılarımın sancısını  ben o sabah. Şimdi gerçeğin sancıları ile kıvranıyorum her gece. Ben iyi bir adamımdır bakma burada yattığıma. Asyama da yazdım, ona gönderdiğim her bir mektubumun sonunda...

"Sevdiğimi yüzüne bir kez söyleyemediğim; ben iyi bir adamım, bildiğim en kutsal şeyin üzerine yemin ederim ki, iyi bir adamım. Ama bilir misin Asyam, iyi bir adamın, en kötü kaderidir aşkını ispata çalışması... Güzel gülüşünden öperim, kokunu nefes bilirim. Sen beni affetmedikçe, cezamı kalan ömrüm boyunca çekerim."











06 Nisan 2011

Sanrının Sancısı - 2





Asansörden indiğimde omzuma çarpan tek dişi kalmış canavarın gülümsemesini söküp atmak istedim. O gülüşün benim nezdimde kabul edilemez bir yanı vardı ve üstelik olup bitenden emin değilken, o kadının ardından asılı kalan bu gülüşü hazmedemeyişimin açıklaması zor bir tarafı vardı. Böyle anlatınca tuhaf gelebilir ama benim gibi kadınlarla birlikte olmak konusunda ciddi sıkıntılar yaşayan bir adam için yaşadığım sanrıların ardı arkası kesilmezdi bir kadına beş metreden fazla yaklaştığımda.  Sen o geceye, zincirini kırmak de, istersen ördüğü duvarları yıkmak de ya da... Ne bileyim işte... En iyisi sen buna; 33 yaşında hayata tutunmak için normalleşmeye yeltenmek de.

O gece o kapıya gittiğim her seferinde aklımda sabitlenmiş sorunun cevabını, 10 gün sonra bu şekilde alacağımı bilsem, sorar mıydım acaba: Ne işim vardı benim bu apartmanda, 25 nolu o dairenin önünde. İçimde önleyemediğim bir merak duygusu ile ilerliyordum ve bu duygunun başıma ne gibi işler açabileceğini az çok tahmin edebiliyordum: Sanrılar...

Aklıma 15-16 yaşında ilk kez sıra arkadaşım Faruk ile gittiğimiz evde yaşadıklarımız geldi. Onun zoru ile gitmiştim. İlkti ve ne yapacağımı bile bilmiyordum. Üstelik genelev denilen şeyin tek bir evden oluştuğunu sanıyor, koca bir mahalleye yayılmış onlarca evi gördüğümde yaşadığım şoku da üzerimden atamıyordum. İstanbul ve Ankara'dan  bayram için gelen kadınlar vardı. Biz onlara gitmiştik. Dedim ya, ne yapacağımı bilmiyordum ve böyle şeylerin kitaplarda okuduklarımla pek bir ilgisi olduğu söylenemezdi. Anlatılan kahramanlık öykülerine duyduğum garip bir özenti ile giriştiğim uğraş, deneyimli sahte sarışın kadının,  olaya el koyması ile bir facianın köşesinden dönmemi sağlamıştı. Gene de bu deneyimin sonraki yıllar için yeterli ve iyi bir adım olduğu söylenemezdi. Kapıyı çalmadan önce bunu hatırlamanın bana bir faydası olmasa da, anı böyle bir şeydi, sen istemediğin zaman gelip aklına yapışır ve özgüvenini bir sülük gibi emerdi. 

O eme dursun, ben çoktan kapıyı çalmıştım. Gülümseyen yüzü, üzerindeki küçük, ince askılı, büyük çiçekli elbisenin içinde, ufak tefek masum bir kız çocuğu gibi duran kadının kokusu beynimi uçurmuştu. Şeftali, kayısı karışımı bu koku için bile defalarca çalabilirdim o kapıyı. Beni içeri buyur ettiğinde fark ettim elindeki fincanı ve kokunun o fincandan geldiğini. Teni öyle koksun istemiştim. Gözlerime baktı. Yıllardır beklenen o adamışım gibi gülümsüyordu. Asansörün çıkışında denk geldiğim adamı öldürmediğime beni pişman eden o gülümsemeyi yıllarca silmedim hafızamdan. Bugün bile şu dört duvar arasında nefes alıyorsam o gülüşün hatırınadır. 

Salona geçtiğimde, neden burada olduğum gerçeğini unutmama sebep bir sofra vardı masada... Mumlar ve masanın iki yanında birer tas çorba. 'Yemek yemedim, seni bekledim' dedi. İnanmıştım. İnanmak istemiştim. Onun bu gece ve her gece yalnızca beni beklediğine kendimi bir ömür boyu inandırabilecek kadar o gülümsemenin benim olmasını istemiştim. Yalnızca bana öyle gülümsemesini... İlk görüşte aşk varsa, bu oydu. Bu benim ilk görüşte bir hayat kadınına olan aşkımı anlatan bir öykü olacaksa, o zaman bu öykünün kadın kahramanının adı Asya'ydı... 

ARKASI YARIN










05 Nisan 2011

Sanrının Sancısı - 1




Sanıyorum onun için olağan gecelerden biriydi... Üst kenarı sarı yaldızlı beyaz porselen fincanı sol elindeyken, yüzünde kocaman bir gülümseme ile açtı kapıyı. Beni içeri buyur ettiğinde, burnuma çarpan kokuyu bugün bile hissederim. Sonradan, içtiği kayısı şeftali aromalı çayın kokusunun odaya yayılmış olduğunu fark etmiştim.   Oysa ben, Allah biliyor ya, teni öyle koksun istemiştim. Gözlerime baktı. Salonda karşılıklı otururken, yıllardır beklenen o adammışım gibi gülümsüyordu. Az önce o evden çıktığını sandığım, 70 yaşlarında, tek kalan dişi de simsiyah olan ve o da düştü düşecek gibi sallanan, pis gülüşlü bunağa çarptığımı fark etmemiş olacak ki, 'seni bekliyordum' dedi.

***

Ahmet Abi dert ortağım gibiydi. Oğlum sen nasıl adamsın der dururdu. Öğleden sonra iki gibi kahveye gider, bir kaç saat gazetelerimi okur, etliye sütlüye dokunmaz, Ahmet Abi ile hayattan konuşur, sonra da kalkar giderdim. Ben o kahvenin güzel ahlaklı, bakışları dalgalı, gizemli, yalnız adamıydım. O kahveye gelip de taş ya da pişpirik oynayan herkes beni tanırdı ve sorsan 'kendi halinde, iyi biri' derlerdi. Anlayacağın onlara göre tuhaftım. O akşamüzeri kahveden çıktığımda çevirdiğim taksi şoförüne yalnızlıktan dem vurunca, bana şehrin en güzel kızının telefonunun elinde olduğunu, istersem arayabileceğini ve yalnızlığıma bu çözümün ilaç gibi geleceğini söylediğinde şaşırmıştım. Kapanan genelevlerden sonra bu işler demek ki böyle yürüyordu şehirlerde diye düşünmüş ama adama bunu böyle söylemenin alenen pezevenk demek olacağı kaygısı ile çenemi kapamıştım. Gülümsemem ile 'evde misin... 5 dakika sonra orada oluruz' sözlerinin sıralanışı bir kaç saniye ile örtüşüvermişti.  Kahvenin etrafından bir tur atmış hissine kapılsam da gösterişli, çok katlı bir apartmanın kapısında durduğumuzda, buraya daha önce gelmiş olamayacağımı fark ettim, gelsem böylesine görkemli bir girişi asla unutmazdım. 'Buyur geldik, 25 numara... Taksiye ücret ödemene gerek yok, hayırlı günler' dedi. Kapıyı kapatmamla, köşeyi dönmesi bir oldu.

'Ne işim var benim burada' diye düşünürken, apartmanı çoktan geride bırakmış ve sokağın başına kadar bilmediğim hayatların arasında ellerim ceplerimde yürümüştüm. Tam elimi kaldırmış bir taksiye işaret edecekken, kadının beni beklediği, ve ona ayıp olacağı gibi aptalca bir hisle geri dönüp, sıklaştırdığım adımlarımla, yalnızlığıma ilaç olacak, adını bile bilmediğim kadının apartmanına doğru yürüdüm. Apartmanın önüne geldiğimde, krem renkli, duvar boyu aynalar ile çevrelenmiş, yeşil yapraklı bitkilerin dört bir köşeye konulduğu, geniş lobinin orta yerinde bir görevli olduğunu ve insanların ona yaklaşıp bir şeyler söylediğini ve adamın telefon ile konuştuğunu fark ettim. Geldiğim hızla sokağı geri döndüm. Ana yola çıktım. Saatime bakıp, yaklaşık 20 dakikadır, hiç tanımadığım bir kadını beklettiğim gerçeğini göz ardı edemedim. Bir kere daha kendime lanet ettim. Geri döndüm...

Geri döndüm, çünkü tesadüflerin öylesine gelişivermediğine inananlardanım. Üstüne üstlük bir geceyi daha yalnız uyuyarak geçirmek istemiyordum. Kadere inanmak bir yerden sonra teslim olup, karşına çıkanlarla baş edebilmek demektir. Ben artık baş edebilmek istiyordum. Tüm bunları düşünerek attığım her adımda, nedense kadının benimle bu geceyi uyuyarak geçireceği gibi bir sanrıyı, kendi heyecanıma yenik düşerek daha da büyüttüm. Az sonra yine o apartmanın görkemli girişinde yerimi almıştım. Üzerimdeki pardösünün ellerimi taşımaktan sarkan ceplerine tutunup aldığım güçle, sol elimi cebimden çıkarttım ve kapıyı; kendimden son derece emin, ve daha önce onlarca kez bu apartmanın 25 nolu dairesine gelmiş bir kişinin rahatlığı ile açıp, bankoya doğru yürüdüm. Oradaki görevliye, iyi akşamlar dileyip, göz ucu ile tespit ettiğim asansörlere doğru yöneldim. Az önce çaldığı bir şeyi marketten çıkartmaya çalışan genç kız ürkekliği ile asansörü çağırdım. Yüzümün görünmeyen beyazı asansör kapısına yansımasın diye, başımı önüme eğdim. Sirenler çalmamıştı... Rahatladım. Tahminen bir katın tuşuna bastım ve aynada kendime göz kırptım. Bu kendine daha çok güvenmelisin demenin, kendimce uydurduğum basit bir işaretiydi.

ARKASI YARIN










04 Nisan 2011

Gözü Yaşlı Guartz




İnsan sevdiği birini unutmaz.




Ama insan bazen birini "sevdiğini" unutur.




_______________________________________

Alıntı / Haşmet Babaoğlu / Pazar Notları
Görsel / Smoky Guartz
İlk Yayın Tarihi/Aralık 2009