YAŞAMIN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YAŞAMIN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mart 2014

Sebzeli Ev Eriştesi İle Kafayı Dağıtmak

Günler ölümlerle kısalıyor bugünlerde... Aniden gece oluyor sabah ezanından hemen sonra. Karanlık çöküyor. Geceyi, karanlığı, kaosu sevenler puslu havalarda ava çıkarlar... Çıkıyorlar da. 

İki babanın acısı çarpıştırılıyor meydanlarda. Hangi acıyı seçersen seç deniyor, acının tarafı olmaz diye bağırıyorum evde tek başıma. Acının tarafı olmaz, acı düştüğü yeri yakar geçer sadece, hiç sönmeyen bir koru gerisinde bırakarak. Kimse sesimi duymuyor biliyorum. Öznesi insan olan cümleler kurmayı unutturdular bu topraklarda... Geriye kalan bir avuç insan kendi kendine çırpınıyor şimdi. Acının tarafı olmaz babaların yüreğinde. Ananın adı bile yok artık. Acı öyle bir kapladı ki her yeri, ağlamayan erkek adamlar da bile bir kaç damla gözyaşı. 


Kafayı yememek için mutfağa atıyorum kendimi. Gündemin dışına çıkmak, hayal bir dünya kurmak istiyorum kendime. Mumları yakıyorum, müziği açıp, üzerime bir önlük takıyorum. Şef bıçağını kapıyorum bir de kalın kesme tahtamı... Dolapta ne var ne yoksa dışarıda, Elbet bir araya gelip bir şey olacaklar. Biberleri kesiyorum ince uzun ve düzgünce... Renk renk biberleri... Sonra büyükçe bir kuru soğanı... Salataya doğrar gibi doğruyorum ustalıkla. Sarımsakları soyuyorum. Buzluktan zencefili çıkarıyorum, böylece her dem taze. Nane koparıyorum balkondan bir iki sap. Mantarları gelişi güzel doğruyorum, kimi kalın kimi ince, kimi kısa kimi gövdesiyle kalıyor orta yerde. Kuruttuğum acı biberden alıyorum bir tane, acıyı bölmek ister gibi, iri iri koparıyorum onu da. Fırın tepsisine bir parça zeytinyağ koyuyorum. 160 derece ısıtılmış fırında bir parça kurutuyorum sebzelerimi, yarı pişmiş alıyorum 20 dakika sonra. Taze patatesleri zar kalınlığında dilimleyip fırına bırakıyorum kızarsınlar diye, bu sırada yeni aldığım seramik tencereye bir parça tereyağ ile zeytinyağ koyuyorum. File badem ve çam fıstığı kavuruyorum önce, üzerine bir parça Antep'en gelen acı kırmızı biber salçası. Kokusu çıkınca fırında kuruttuğum sebzeleri ekliyorum tencereye, hepsi birbirine karışıyor. Üzerine domates suyu gezdiriyorum az ve katkısız. Kavuruyorum kısa bir süre. Karabiber ve tuz öğütüyorum biraz, tatları katmerlesinler diye. Patatesleri fırından alıp onları da atıyorum tencerenin içine. Bir parça soya sosu gezdiriyorum, bir tatlı kaşığı kafi geliyor lezzetlendirmeye. 

Halamın kalınca kıyıp da kuruttuğu eriştelerden alıyorum bir kaç avuç, sebzelerin üzerini örtüyorum. Üzerine kaynamış suyu gezdirip altını kısıyorum. Alevi seyrediyorum bir süre. Bir babanın yüreğinde ömrü boyunca sönmeyecek ateşi görüyorum yeniden. Salona dönüyorum. Dünya bıraktığım gibi, başlıyor yine dönmeye kaldığı yerden. Yemeğin kokuları sarıyor her bir yanını evin. Balıkları da atıp fırına, demlenirken sebzeli eriştem, bir rakı koyuyorum sofraya, dubleyle domuz sıkısı arasında. 

Masada tekila bardağında frezya... En sevdiğim. Dikdörtgen ve uzunca bir tabağa balığımı koyuyorum, bir yanına kuzu kulağı roka karışımı sadece limonlanmış, üzerinde bir kırmızı soğan dilimi, diğer tarafta sebzeli erişte iki kaşık kadar. Oturuyorum masaya tek başıma, karşımda bir çocuk gülümsüyor bana, çok geçmiyor bir çocuk daha geliyor masaya... Sonra dayım, teyzem, annanem, babaannem, hiç görmediğim dedem, dağlara beraber tırmandığımız büyükdedem, fatma anne, ferit dayı, onların arkadaşları, tanıdıkları, dostları... Gece uzadıkça duyan geliyor, bazısı bir iki soluklanıp, bazı fıkralar anlatıp, bazısı sırtımı sıvazlayıp gidiyor. Gece uzuyor... Sesler yükseliyor uzaklardan... Telaşa kapılıyorum, başka bir çocuk daha gelmeden son yudumu da alıp kalkıyorum masadan. Gece uzun, gece karanlık, gece çığlık çığlık uzaklarda biliyorum. 

Başka bir sabaha uyanmak istiyorum. 
Güneşin doğduğu, gökyüzünün bulut bulut olduğu bambaşka bir sabaha...




Çocukken bulutlarla oynardık,
çimene dayardık sırtımızı,
toprak kokardı üstümüz başımız.
Ağaçlara tırmanırdık, sanırdık ki yıldızları tutmak mümkün.
Ay dedeye anlatırdık en büyük günahımızı,
akşam ezan okunmadan girmezdik eve.
Çocuktuk tabi o zamanlar.
Ölmezdik.

13 Mart 2014

Bir Çocuk Bir Genç Bir İnsan



"Sen gittin çocuk... Onlarca çocuk daha güzel bi geleceğe ulaşabilse bari..."

Daha dün kurmuştum bu cümleyi...
Bundan aylar önce de kurmuştum benzer bir cümleyi.
Bugün yine kuruyorum aynı cümleyi.

Sen de gittin çocuk... Yüzlerce çocuk daha güzel bi geleceğe ulaşabilse bari...

Sen de bütün abiler, bütün çocuklar ve bütün insanlık gibi.
Gittin, acıları geride bırakarak.
Bari diyorum şimdi, yani bari senin gidişin fark ettirse gerçeği
Özünde hepimiz insanız işte!

Sahi nerede, ne zaman kaybettik biz "insan" olmayı.
Oysa bi cümleye yakışan en güzel özneydi "insan"
ve şairinde dediği gibi
Nerede... nerede insanlar?
dünyayı güzellik kurtaracaktı,
bir insanı sevmekle başlayacaktı her şey
Nerede... nerede bu güzel insanlar...






fotoğrafı nereden aldım hatırlamıyorum


04 Mart 2014

Ada Ekmeğinin Kokusu




Önce kokusu girdi içeri... Günlerdir özlemle beklenen sevgiliye kavuşmanın heyecanı ile aldım elime paketi. Mis gibi kokusunu çektim içime. Öylece çalışma masamın üzerine koydum ve bekledim akşam olmasını. 

Aslında bekleyemedim. Kutuyu hemen açtım. Bezlere sarılmış, çok aktif Bozcaada stili ekşi maya ile yapılmış ekmeklerimi aynı özenle elime aldım ve bir kez daha kokladım. Tam çavdarlı olan cevizliydi, diğeri tam buğday. Pencereden dışarı baktım, Bozcaadayı düşündüm. Bozcaada... Hayallerimin yıkıldığı bir yerdi seneler önce... Hayallerimi süsleyen bir yere dönüştü, bir ekmek sayesinde. 



Taş değirmenlerde öğütülmüş buğdayın uzun soluklu mayalanma süresince gelişimini sabırla, özveriyle ve aşkla izleyen, bekleyen ve bunu bir uğraş,  zamanı geçirmek için bir hobi olmaktan çıkarıp GERÇEK EKMEK DOSTLUĞU kurma amacına dönüştüren, emeğini ve bilgisini paylaşmak için sosyal medyayı kullanan güzel insan Ali şöyle diyor blogtaki yazılarından birinde;

İnanılmaz bir kabuk. Böyle bir kabuğu sadece sourdough/ekşi maya ile elde edebilirsiniz. Maya yaşlandıkça kuvvetleniyor ve adeta kabukta kendi karakterini ortaya koyan imzalar atıyor. Buna tanık olmak muazzam ve etkileyici bir deneyim. #bozcaada #adaekmeği

Ben Ali Beyi instagram da dolanırken tesadüfen keşfedenlerdenim, uzun yıllardır beyaz ekmek yemiyorum, ekşi mayalı ekmek yapan bir fırından ya da Gölyazı Köyünden gelen mayalı ekmekten alıyorum. Ada ekmeğini görünce ve okudukça yediğimiz çoğu şey gibi, ekmeklerimizin de "gerçek" olmadığını anlıyorum. Ticareti yapılan her şey "sunileşiyor". Kısa sürede çok üretmek, üretileni uzun süre depolayabilmek için içine türlü çeşit kimyasallar eklenen, tarlalardaki verimi artırmaya yönelik üretilen zehirden, genetiği ile oynanmış tohuma uzanan ticari yolun insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri dünyada tartışılıyor... Biz de ise ayakkabı kutularına sığdırılan bir gelecek ve eritilemeyen bir hırsın tartışmaları bile yapılamıyor.  

Oysa emeğin olduğu yerde "gerçek" var, biz bunu unutuyoruz. Bakın Ali bey bu emeği ne güzel anlatıyor;


Bu iş el hassasiyeti olmadan yapılacak iş değil. Bir de tam çavdar yapıyorsanız çok daha özenli davranmak gerekiyor hamura... Bazen ben bile bir offff çekiyorum... Her bir hamurun yüzeyi nazik fırça darbeleri ile zeytinyağlanıyor epey iş bu... Asıl olay son mayalanmada fırına atma aşamasında... Çok çok dikkatli ve ekstra özenle kalıpları fırına taşımak gerekiyor. Genel olarak artisan ekmekçilikte hamura herzaman çok nazik davranılmalı. Ayrıca benim kafayı taktığım %100 tam tahıllı ekmekler grubu ayrı bir dünya ve beyaz unla yapılan reçeteler ve hamur tekniklerinden çok daha aşamalı koşullar ve işçilik gerektiriyor. #adaekmegi #bozcaada #sourdough#realbread #ryebread #artisanbread #eksimaya#eksimayaliekmek #gercekekmek #islomania
Ada ekmeğine gösterilen sevgi unundan mayasına, pişirilmesinden gönderilmesine kadar özenle ve samimiyetle işleniyor; öyle ki o özen ve samimiyet duygusu gelen mail de bile kendini hissettiriyor. 


Kargoyla da ekmek mi gelirmiş demeyin... Geliyor inanın ve siz o ekmeği, benzer bir sabırla bekliyor, aynı özenle kesiyor, kırıntısını ziyan etmeden yiyor ve size sunulanın bir "nimet" olduğunu her yudumunuzda hissedebiliyorsunuz. 

Bu kadar uzun laflara ihtiyacı yok Ada Ekmeğinin... Adanın kokusunu, denizin vahşiliğini, emeğin içtenliğini, hayatın sertliğini hissedeceğiniz bu ekmeğin "sevgi" ile mayalandığını bilmek bile yetiyor aslında. Bir de "gerçek" olduğunu.

18 Şubat 2014

Akşam Pazarı ve İstanbul Devlet Tiyatrosundan Profesyonel


14 Şubat akşamı... Kadınlı erkekli yürüyen insanlar... Eller kollar çiçek ya da paketlerle dolu... İnceden bir telaş... Yağmur mu çiseliyor... Ya yağarsa.. Ya yetişemezsek... Onca bekledik, ayağımıza kadar da geldi... Ya yetişemezsek... Kapılar kapanır. Zaten tek perde... Ya yetişemezsek... Saatler öncesinden yola çıktık. Günler öncesinden biletlerimizi almış... Yıllar öncesinden okumuştuk: 

Bir adam aniden gelip de bir insanın geçmişini değiştirebilir mi, diye soruyor Teodor, daha oyunun en başında, kendini tanıttıktan hemen sonra. Salondan birkaç kişi hayır diyor, yarı duyulur yarı duyulmaz bir sesle. Teodor gülümseyerek bakıyor salona yani bizlere, bir şey söylemiyor ama hala istediği cevabı bekliyor gibi.

diyordu beenmaya yazısının girişinde...  23 Şubat 2010'da yazmıştı yazıyı.

Yağmurlu bir akşamda, tiyatro kapısında kuyruk... nasıl da umutlu bir gülümseme herkesin yüzünde... Işıl Kasapoğlu rejisindeki oyununun çevirisi Başar Sabuncu ve Bilge Emin tarafından yapılmıştı. Yetkin Dikiciler ve Bülent Emin Yayar sahnede devleşse de...  Gülen Çehreli ve Birol Engeler'i de unutmamak gerekti... oyuna dair okuduğum ne varsa, merdivenleri telaşla çıkarken geliyordu aklıma... Balkonda yer bulabilmiştim. Balkonda... en arka sırada. 

Teja ve Luka'yı seyredeceğiz... Aslında Teja'yı dinleyip, Luka'yı seyredeceğiz. Koltuklarımıza oturuyoruz. Anlamsız bir giden gelen, hareket, kalabalık... oyun başladı, Teodor yani annesinin Teja'sı, kısık bir sesle anlatıyor kendini. Allahtan buraları biliyorum... Ama neden bitmiyor bu geliş gidişler. Kapılar kapanmadı, oyun başladı. Teja sorusunu sordu. Soru havada kaldı. Cevabın az sonra geleceğini biliyorum. Heyecanla Luka'nın sahneye gelmesini bekliyorum. Luka geliyor... Nihayet tüm koltuklar, aralara konan sandalyeler ve merdiven boşluklarında ayakta oyunu izleyenler yerlerini alıyor. Sessizliğin içinde iki ses anlatıyor 18 yıla yayılan hikayeyi... Yan rollerde Martha var... Teja ile doğumgünü yemeğine çıkacak olan sekreter... ve tabi bir de "kaçık"; yazar olmayı o kadar istiyor ki... oyuna katkısı pek fazla değil kaçığın... sanki sadece telefonda bir ses olarak kalsa bile olurmuş... Martha cılız kalıyor... Anlamsız bir hayatın boşta kalan parçası gibi birazcık... Oysa Luka ve Teja... Sanki bi 2 saat daha konuşsa rahatlıkla ve sıkılmadan izlermişsin gibi geliyor insana. Oysa dekor sabit, ışık neredeyse değişmiyor ve dış ses ve müzik neredeyse yok gibi. Ama o hesaplaşma... O insanı içine çeken ve sonrasında kendisiyle baş başa kalmasına sebep olan hesaplaşma... En çok alkışı da o hesaplaşma alıyor zaten. 

Luka ve Teja konuştukça... Unutulanlar geliyor akla... Gözün önündeyse hep bir diğerinin gözüyle olup bitenler... Konuşuyor Luka, dertleşiyor Teja... Koşuyor Teja, kahkahalara boğuluyor Luka... Sarılıyorlar, bakışıyorlar, anlatıyorlar, ağlıyorlar, geçmişin katmanlarını yıl yıl, olay olay bir bir kaldırıyorlar, şemsiye, eldiven, pelüş bir köpek oluyorlar...Kayısı rakısı içiyor, ağlıyorlar... İçmek ikisini de güzelleştiriyor mu ne... Sona yaklaşıyor oyun... Kayısı rakısı olsa da içsek...

Dünyaca ünlü Sırp yazar Duşan Kovaçevic, Yugoslavya’daki büyük dönüşümden önceki ve sonraki toplumsal-politik yaşamı, bir entelektüelin yaşamöyküsü içinde, karakomedi türünde ve ironik bir üslupla anlatıyor. 40 yaşlarında bir edebiyat adamı, bir sekreter ve bir gizli polisin süprizlerle dolu soluk soluğa izlenecek hikayesi.

Ne kadar yavan kalıyor tanıtım yazısı... Nasıl güzel  bir tat bırakıyor oyun izleyicide... Cevabı ne zor bir soru ile baş başa kalıyor insan yağan yağmurun altında, ıssız sokaklarda yürürken... 

Ertesi güne kadar devam ediyor etkisi oyunun... Edebiyatın ve içinde bulunduğumuz çevrenin hayata bakışımızı nasıl etkilediğini öyle çarpıcı diyaloglarla veriyor ki oyun... bazı kelimeler, anlar ve geçmiş... peşinizden gelen bir gölgeye dönüşüyor... ve bazen siz yavaşladığınızda, durup da düşünmek istediğiniz de yani... önünüzde uzayıp giden gölgeniz oluyor geçmişiniz. 

Ve perde...



Ertesi gün ev sabit bir dekora dönüşüyor aniden... Puslu, sisli, yer yer yağışlı havada ışık değişmiyor gibi. Salonun bir köşesinde oturmuş, dışarıya bakıyorum. Kafamda binbir düşünce. Nerede, ne zaman söylediğimi hatırlamakta zorlandığım kelimeler... sonrasını ve belki de anını bilmediğim görüntüler... Akşama doğru... İçim içime sığmayınca, yağmurla uyumlu giyinip atıyorum kendimi  sokaklara... Akşam pazarı... Yakalıyorum yine telaşlı insanları... Seviyorum hayatın günlük koşuşturmacasını. İçim hafifliyor... Dağılıyor ufunetim.

Balık pazarında alıyorum soluğu... Çinekop, hamsi, çupra, kalkan derken... Alıveriyorum bi balık kendime de.. 


Hemen karşı sokaktaki yeşillikçiye uğruyorum... Marul, ince kıyım yapılacak. Roka, narlı ekşili... Maydonoz, dereotu, turp, taze sarımsak ve nane... Bir tutam fesleğen unutulmamalı...



Hemen karşı köşedeki zeytinciden Antep ya da Hayat kırma, kurutulmuş domatesli... Bol limonlanacak. Başka da bir şey istemez...



Bir de mantarı fırınladık mı, az tereyağlı ve kaşarlı... Hımmm


Mevsimi değil ama renk için bir salkım domates... tadı olmasa da görüntüsü yeter deyip onu da attık mı torbaya...  Bir de mandıradan keçi koyun karışık beyaz peynir... Fazla mı oldu ne... Ağır geliyor yük, hafifletiyor kurulacak masa ve konuşulacaklar... Gece uzayıp gidecek belli... Çağırsam gelir mi ki...


Son bir dönüp bakıyorum pazardan çıkarken, poz veriyor enginarcı çocuk. Yakışıklı kerata... gülümsetiyor beni. Onun da fotoğrafını çekiyorum paketleri sağa sola dikkatlice yerleştirirken. Yok! Enginar almıyorum. Onun daha zamanı var... Metroyo doğru insan kalabalığının içinden  geçip gidiyorum. Telefonum çalıyor:



Napıyorsun bu gece...
Rakı sofrası kuracaktım...
Bana da yer var mı...
Olmaz mı...
Bi şey lazım mı...
Rakıyı kap gel...


O gece uzayıp gidiyor sohbet... 
Oyunu... Oyunun lezzetini konuşurken, geçmişi... 
Geçmişin lezzetini konuşurken, şimdiyi... 
Şimdi de kalıyor kelimeler... 
Sonrası mı... 

Sessizlik ve gözlerin ışıldaması kadar güzel gece...

Ve perde...



31 Ocak 2014

Huzursuz Dingin Aksi Oksimoron

Uzun zamandır film izlemek konusunda tembeldim. Dikkat dağınıklığım pik yapıyor, filmin orta yerinde akıl listemin yapılacaklarına olmayacak işler sıralanıyordu. Hikayelerin içine bir türlü giremiyor, filmleri hızlandırılmış versiyonları ile x2 yaparak izleyip, yarın saate bir film sığdırıyordum. O filmlerden birinde duydum oksimoron kelimesini, -bir çocuğun babası ile paylaşabildiği nadir zamanların vazgeçilmez oyunuydu oksimoron kelimeler üretmek seyrettiğim filmde- daha öncede duyduğum ama gündelik hayatımın bir parçası haline getirmediğim bu kelime sonraki günlerde anlamsızca karşıma çıkmaya devam etti. Duymayana vikipedi bilgilendirmesi mevcut.

"Sessiz çığlık" en sevdiklerimden biridir, bugünlerde favorim "huzursuz dingin". Ruh halim tam da böyle olduğu için belki de... Bilmiyorum, hayatın acımasızlığını, haksızlıkları, yalanları anlamakta her geçen gün biraz daha zorlanıyorum. Sabrının taştığını söyleyen bir "iyi yürek"; çarem kalmadı eğer bu hayat bu kadar acımasızsa bu sefer "çeker vururum" dedi; bir tane ona, bir tane de kendime. Dondu zaman. "Saçmalama" kendi içinde bi oksimoron. 

Fotoğraf çekmeyi seviyorum, illüzyon gibi. Neyi nasıl göstermek istiyorsan fotoğraf işleme programları sana yol gösteriyor. Biraz daha sisli, biraz daha yeşil, biraz daha kalabalık, biraz daha renksiz... Sen ne istiyorsan "an" ona dönüşüyor. "Sanat" buradan bakıldığında nasıl da anlamsız geliyor. Koca bir "yalan" "gerçek"miş gibi sunulabiliyor. 

Hologram meselesine girip de gündelik hayatın akışına gönderme yapacağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Ya da ayakkabı kutularına, ya da son bir ayda 6000 polisin, onlarca savcının yerini değiştiren, "ileri demokrasi" anlayışındaki "bağımsız yargı" meselesine... Yok hayır bu konularda içimden bir şeyler konuşmak bile gelmiyor. Makro gündem içimde garip yaralar açmaya devam ede dursun, kendi mikro hayatımın da bu anlamda pek iç açıcı havadislerle dolu olduğunu söyleyemeyeceğim doğrusu. Bireysel olarak ben "dingin" bir dönemdeyim ama çevrem "huzursuz" onlarca gelişme ile her gün yeni bir "kal" ile güne başlayamama, devam edememe, uyuyamama ve uyanamama artık ciddi bir sorun.

Her şey yarım aklıyor... Mesela ne oldu "Öykü'ye" bilmiyorum, bu durum "ölü doğum" ile açıklanabilir mi ki... Bir de iddialı laflar ediyorum ara sıra:

okur açısından merak dozu önemlidir elbette devam etme isteğinde ama bir de yazan boyutu var ki, o merakın karşılığını tam olarak verebilme isteği işte insan bazen orada tıkanıp kalıyor.

Bak sen! dedim alaylı bir tavırla.  Sahi ne oldu öykülere... Yazar dediğin adamın sıradan bir hayatı olabilir mi? Hayır ben yazar değilim, yazan biriyim sadece.  Bunu daha önce de tartışmıştım kendi içimde; Dilsiz Gecelerin Sessiz Tanığı

Ne dağınık bi yazı oldu bu. Ne anlatıyorum ben. Anlatıyor muyum gerçekten. "Akışkan kıvamlı" kelimeler gelse aklıma. Yazsam "öykü"yü, ya da tamamlasam olanı biteni. 

Ah kadın! Oksimoron musun? Nerede kaldı güzelliğin, harcadığın onca çaba. Sahi nedir güzellik, sadece dış görünüşte kalakalırsa. Aman bu konuya da girmeyeyim çıkamayacağım nasıl olsa. Güzel olan ben değilim. Yani dışarıdan bakınca, ama bir kadın var çok güzel, dışarıdan bakınca... Ama yaptıkları, içinin aynası. Söyle bana ayna, neler olup bitiyor bu hayatta.

Ben Evren bu arada; huzursuz dinginim... Gene gelin, beklerim. 


görsel

29 Ocak 2014

Samsung Macerası Nasıl Sonuçlandı?

görsel



Merak edenleriniz olmuştur elbet, "Bir Samsung Tüketicisinin Uzun Soluklu Hikayesi" nasıl sonuçlandı diye. Süreç bildiğiniz gibi meşakkatli idi. Eee, sonuç neden öyle olmasındı ki... Yazıyı yayına verdikten ve twitter ile instagram üzerinden Samsung'a ulaşmak için epey bir çaba harcadıktan sonra, nihayet Samsung Türkiye bana ulaştı. Yaşadığım süreçten üzüntü duyduklarını, ek ücret almadan fırını göndereceklerini söylediler. 1 hafta sonra fırın geldi. Cumartesi günü fırını alıp eve getirdim ve fark ettim ki bu fırın garanti kapsamında sayılmıyordu. Benim merak ettiğim ise bu sefer şu: Bir ayıplı ürün yenisi ile değiştirildiğinde yenisi neden garanti kapsamı dışında kalıyor? 

Tamam tamam bu sefer araştırmaya hiç niyetim yok. Zaten yeterince sabırlı olduğum uzun bir zaman dilimini geride bıraktım. Diliyorum yeni fırınımla yine harikalar yaratacağım. Bu süreçte daha öncede söylediğim gibi; teknik servisin önemini bir kez daha anladım. Oradaki arkadaşlar müşterinin yanında olmak konusunda bu kadar çaba harcamasalar süreç nasıl sonuçlanırdı bilmiyorum. Neyse ki benim hikayem mutlu sonla bitti. Dilerim müşterinin yokuşlara sürülmediği, canından bezdirilmediği satış sonrası hizmet anlayışının müşteriden yana geliştiği hikayeler bizim ülkemizde de sıklıkla dile gelir.

Rüyalar, Geçmiş ve Gelecek

Uzun zamandır uykularım bi tuhaf, gene! Oysa düzene girmişti, yatağa yatar yatmaz uyur, 6-7 saatlik sağlıklı bir uyku sonrasında güne daha güzel başlardım. 2-3 haftadır garip sayılabilecek rüyalar görüyorum: sürekli geçmişte bir şekilde hayatıma giren ama artık hayatımda olmayan insanlarla bir çeşit macera dozu yüksek, "Bond" filmlerini aratmayacak aksiyon çeşitliliğinde sanki uyanıkmışım gibi, gelişen olaylara mantık çerçevesinde baktığım, sabahları yorgun uyanmalarıma sebep rüyalar silsilesi ile boğuşuyorum. Bir de üstüne üstlük neredeyse her sabah "acaba ben gece uykumda konuşuyorum da ben mi anlayamıyorum" ya da "haydaaaa bu nasıl bir rüyaydı diyaloglar son derece mantıksızdı"  gibi cevabı olmayan sorularla üniversiteye doğru yol alıyorum. Sonra tahmin edileceği gibi hemen herkes "neyin var" diyor. Zuzaylılara karıştım, dönecem diyesim geliyor. Ama demiyorum. 

Böyle sabahlarda kafam öylesine dalgın oluyor ki, her şeyi iki kez kontrol etmek, unuttuğum şeyleri gün içinde unuttuğum yerlerinden toparlamak, karşımdaki insanları dinlediğimi sanırken, kafamdan cümlelerini tekrar etmeye çalıştığımda koca beyaz bir boşlukla karşılaşmak ve dönüp, "bir kez daha de bakayım az önce dediğini" gibi anlamsız cümleler kurup gülümsemek, yarım kalan işlerimi sürekli "yapılacaklar listesine" eklemek ama gene de unutmak ile geçiriyorum. Yazarken fark ettim ki sanırım Serpil'imin değişi ile benim "cnbcehsbc" hastalığım pik seviyesinde. İyi de neden?

Gezegensel bir durum olabilir bence, merkür gerilemiş, neptün yana kaymış, mars ters dönmeye başlamış olabilir mesela. Ya da ne bileyim bu uykusuzluk halleri fena halde yıpratıyor beni. Üstelik bir de yaşlandım. Konuya girinceye kadar geçen iki paragraflık bölüme dayanabildiyseniz, bir iyi bir kötü haberim vardı denebilecek ve kişisel tarihime not düşülecek iki gelişmeyi paylaşmak istiyordum aslında. 

Yılların bizi güzel kıldığı zaman diliminden beri dostum olan, her seferinde bıraktığımız yerden başlayabildiğimiz, yeteneklerine her zaman hayran olduğum güzel insan Şenay Şenöz "kitap ayraçları"nı bir başka özel ve güzel yapıyormuş meğerse, hemen annem ve babam için bir sipariş verdim, sabırsızlıkla bekliyorum. Sonra kendime de yaptıracağım bir tane ama benim ki aynı zamanda yanında bir sembol de içerecek. Hımmm... Güzel şeyler bunlar... 


Kötü habere gelince, şükretmiyoruz yeterince... Teşekkür hep eksik kalıyor. Hayat bize sunulmuş bir hediye, bazen paketten düşlediğimiz çıkıyor, bazen bir türlü sevemeyeceğimiz "bi" şey. Ama sanki biz atlıyoruz; "hatırlanmış olmayı". Sırf bunun için bile teşekkür edebilmeli insan. Ah nasıl da sonu olmayan tartışmaların konusudur "adaletin bu mu dünya" nidaları.

Geçen hafta içinde bir çalışma arkadaşım gelip, "biliyor musun bizim Ahmet'in oğlunda Canavan diye bir hastalık varmış" dedi. Bildiğim bebek daha yeni doğmuştu. 2 bilemedin 3 aylık olmalıydı. Üstelik anne baba yetimhanede büyümüş, zor şartlar altında bir yuva kurup bir de bebek sahibi olmuşlardı daha iki yıl -üç yıl olmamıştı. İkinciye hamile kaldığında  hepimiz iyi düşündünüz mü desek de onlar kararını vermişlerdi; doğurmamak günahtı. Eve bakan Ahmet'ti. Tek maaş. İki küçük çocuk, kirada bir evde, el uzatacak bir akraba-yakınları yok, genede geçinip gidiyorlardı. Bu ikinci bebeği de veren Allah rızkını da verecekti elbet. Umarım verir derken gelen hastalık haberi herkesi perişan etti, ama yine de ateş düştüğü yeri yakıyordu. Hastalık genetikti, bebeğin yaşama şansı oldukça düşüktü. Üstelik bakım süreci son derece masraflı ve ülkemizdeki mevzuat gereği oldukça sıkıntılıydı. Ama nasıl otursunlardı elleri ellerinin üstünde. Sağa sola haber salındı, yardım elleri bir bir uzandı. Kendi aramızda nazımız geçenlere haber ettik, sağ olsunlar duyan 5-10 para yardımı yaptı, epey toplandı, çözüm olmaz ama nefes olur diye kendisine verildi; iyi dilekler, dualar iletildi. Sonrası Allah'ın takdiriydi. 

Bu süreçte beni düşündüren 2-3 olay oldu; biri bu koşuşturma halinde koridordan geçerken tesadüfen orada bulunan bir öğrencinin, "kusura bakmayın kulak misafiri oldum, ben de yardım edecek birilerini arıyordum, eğer uygun olursa ben de bir miktar yardım versem" diyen kızın gözlerindeki ışıktı. İnsan insana yardım elini uzatıyordu. Bir diğeri ise "arkadaşlardan duyduk yardım topluyormuşsunuz -bugün ona yarın bize, biz de katkı koymak istedik" deyip de topladığı parayı bana uzatan genç kızın sımsıcak yüreğini ortaya koyuşu oldu. 

İnsanın her yerde ve her koşulda "insan" olduğu bir gerçekti... Bir de "mış" gibi yapanlar vardı, onlar en çok böyle zamanlarda maskelerinden oluyorlardı. Şükrettim güzel yürekli bir yığın insan var çevremde diye ve teşekkür ettim o insanlardan biri olmak konusunda beni yalnız bırakmayan yüreğime. 








20 Ocak 2014

Günlerden Bir Gün: Pazar

Pazarları oldum olası severim. Sabah güne erken başlamayı, günün içine onlarca güzellik sığdırmayı, severim. Geçtiğimiz pazar da böyle oldu. Burada bir ayrıntıya yer vermeliyim. Artık yeni bir kameram var ve yeni alınmış oyuncağı ile uyumak isteyen çocuklar gibi şenim: Samsungla yaşadığım ve yılan hikayesine dönen sıkıntıya rağmen, -yaşanan sorunun tamamen SamsungTürkiye ile alakalı olduğunu da bildiğimden- uzun zamandır istediğim Samsung NX 1000 kamerayı Brüksel gezisinde almıştım. 

Pazar günlerimin en keyifli kısmı olan "kendini at sokaklara" -hele de hava fotoğraf çekimi için paha biçilemez bir fırsat sunuyorsa- vazgeçilmezimdir. Bu pazar biraz farklıydı. Bir gün öncenin misafir ağırlama faslı, yaptığım kalamar dolma ile taçlanırken kendimi kaptırıp da onlarca mezeye imza atmaya kalkınca belimdeki ağrı "eee güzelim, bir de faturası var bu işin" dedi, haklı olarak. Telefon gelmese, kesin tembel bir pazar olacaktı ama geldi, iyi ki:)


Bay ve bayan S'ler Mudanya'da kahvaltı etme teklif ediyorlardı, üstelik onlar gidilecek yere varmıştı, henüz ben yatakta gazete keyfi yapıyordum ve üstelik pazar günü, güneşli bir ilk yaz havasında Mudanya inanılmaz kalabalık olurdu, ama ah o hazır masaya kurulma hali yok mu, işte ona hayır demek mümkün olmadı. Üstelik Bay H.yi de gaza getirmişlerdi, hem de Bay H. gelip beni evden alacaktı. E haliyle naz yapacak pek de bir şey kalmadı. Bay H, tahmin edileceği üzere güzel bir adamdır. 

Abartılı olmayan bir kahvaltı masasında gene de aradığın her şeyi bulmak mümkündü, çaylar içildi, kahveler de içildi, hatta sodalar bile içildi, anlaşıldı ki yürüyüş yapmadan yenilen onca şey kolay kolay erimeyecekti. Sahil kasabalarını oldum olası severim. O gün herkes kendini dışarı atmıştı. 

Çocuklar...


Martılar...


Kankiler...


Amcalar ve teyzeler...


Torunlarıyla gezenler...


Komşusuyla sohbet edenler...


Sevgilisiyle günü gün edenler...



Sokak yiyeceklerini oldum olası severim. Abur cuburdurlar ama en azından bir kere denenmelidirler. 

Çocukluğumun pamuk şekeri ve ballı macunu... 
Bursa'nın meşhur kestanesi... 
Rüzgarın oyun arkadaşı güller... 
Son zamanların popüler çöpleri; çubukta patates cipsi, bardakta mısıra karşı... 

Bir ara öyle kalabalık oldu ki... Ne satıcıları, ne kedileri, ne de çocukları seçemez oldum. Elinde mikrofon televizyon için çekim yapmaya çabalayan delikanlıya bir kadın laf attı, pek güldüm doğrusu:

Sor bakalım bu kadar kalabalıktan memnun mu Bursa'dan gelenler... 













Değildik elbet:)

Bu yüzden yönümüzü hızla Trilya ve oradan da sahil yolundan Karacabey'e çevirdik. Dedim ya Bay H, inanılmaz bir adamdır. Kuşların göç mevsimi başladı mı bilmem ama, önce sığırçık sürüsü, ardından karabataklar, adını bilmediğim beyaz su kuşları... Seyrine doyum olmaz bir senfoni görseli gibiydiler... 

Mevsiminden önce gelen bahar kokusu ve toprağın yeşili, 
çiğdemlerin sarısı ve daha nice güzellikle içinde geçip gitti gün, 
güneşi batırıncaya dek.








Bir pazar da böyle geçti işte... 
Aşkla... 
İyi ki...

Yolda bize zeytinle ilgili bilgi veren amcanın da dediği gibi;
övünmek ve abartmak dinimizce haramdır.
Bilin istedim. 
Yüreğinizden öperim.


10 Ocak 2014

Anlam


Hayat bazen durduğun yerin ne kadar anlamsız olduğunu söyleyenlerle doludur, 
sen hayata aldırma, 
durduğun yere kattığın güzelliği gör; 
kendinde zaten var olanı.


Düne dair bir not:
Bundan sonrası aptallık olur değil mi?
Bundan sonrası canını biraz daha acıtmak olur, biraz daha üzülmek, biraz daha fazla gözyaşı.
Yani bundan sonrası yok diyorsun?
Aksine diyorum ki; 
bundan sonrasında canını yakmalarına izin verme, biraz daha fazla gül, biraz daha az üzül.
Dozunda yani...
Yani!

08 Ocak 2014

Kış Güneşi





Her şey dozunda... 
Ama her şey. 
Aşk mesela; dozunda.
Aş desen, o da dozunda. 
İçmek mi istedin, dozunu bir kere kaçır da gör. 
Kendimden biliyorum. kaçırdım ben... dozunu, aşkın mesela...

Belki de bu yüzden kış güneşini kaçırmam ben. Bilirim, evden çıkarken; 2-3 saatlik bir birlikteliğe kucak açıyorum. Şımarmadan, "daha fazla" demeden, bana sunulduğu ile yetinerek ve bundan mutlu olarak. Gülümseyebilirim: bir kış güneşi gibi, olmadık bir soğuğun ardından.

Akşam olmak üzere... Akşam. Şanslıysan hep olur. Sonra sabah. Eğer şanslıysan. Güneş doğar, güneş batar. Gökyüzü bir ressamın fırçasıyla şekillenir. Görür göz, hisseder yürek. Şanslıysan.
Sahi derim bazen... Sahi, ne kadar farkındayım bana sunulan şansların.
Peki ya sen?
Farkında mısın onda olmayanın sende olduğunun?
Gülümse hadi. Bu yıl daha çok gülümse. Bu yıl her zamankinden daha çok inan kendine, ona ve Ona. En az bir iyilik yap, kendinden başla. Sonra bir kitap oku, tek bir kitapla başla. Tiyatroya git, bir kaç gece sonra bir konsere. Yap bunu, kendin için önce. Sonra biri için yap, en sevdiğin, en inandığın, en vazgeçemem dediğin için yap. Bir patikadan yürü, çamurlu olsun, kirlen biraz. Kolayı var nasılsa. Dağa tırman, ille Everest olmak zorunda değil ki. Bir adada en az bir gece kal. Çadırda uyumayı dene, bir karavanda kal bir haftasonu. Sıcak evini düşün, soğukta üşüyen bir kediye yardım et. İlle evine alman gerekmez, ama ona bi ev yap mesela bi karton kutuyla. Bi çocuğun gülümsemesi ol. Yaşlı bir teyzenin elini tut karşıdan karşıya geçerken. Biraz büyü bu yıl. Biraz çocuk kal. Dönme dolaba bin bir kerecik bile olsa. Bisikletle ormanda yol al. Orman bulamazsan park da olur, yeter ki özgür ol. Yağmurda ıslanmayı unutma. Ve karlara ilk basan sen ol  bu yıl. Bir kere güneşi doğur, bir kere de batır mutlaka. Sabah ezanı dinle martılarla bir sahil kasabasında. Dağ başında ateş yak ellerini ısıtmak için.  Ellerine ye zeytini, ekmeği kopardığın ellerinle. Durup dururken ağla: aksın içinde sıkışıp kalan ne varsa. Bir kere koş yüz metreyi dakikalarca. Bir yere yürü en sevdiğin arkadaşınla. Müzik dinle, ruh da beslenir unutma. Bağıra çağıra bir şarkı söyle sesin güzel olmasa da. En az bi şiir oku ve bir şiir yaz, dene en azından bu yıl bir kez daha. Çiçek al saksıda, çiçek ek bir toprağa. Elin bulaşsın, tırnaklarının içine girsin doğa. Doğada derin bi nefes al: öyle derin olsun ki, tüm evren sığsın içine bir anda. Sonra bırak nefesini, içinde kötülüğün zerresi kalmayıncaya dek. Saatlerce uyu bi akşamüzeri, sabahlara kadar otur. Ardı ardına üç film seyret bi pazar günü. Pazardan bir balık al, bir de bi duble rakı koy kendine; iyi gelir bazen tek başına içmek, anımsa. Gülümsemeyi unutma. Tüm bunları yaparken, yapmadan önce ve sonra mutlaka gülümse kendine. Takdir et kendini bu yıl, kendine kızdığından daha fazla. Daha sağlıklı beslen, daha az ye, daha çok uyu, daha çok hayal kur. Gerçekler hayallerden ilham alır unutma. yazmıştın değil mi bu sözü bi kenara. Mottonu değiştir mesela, denemekten korkma. Daha çok anı biriktir, daha çok anı yaşa. Çok özlediğin birini hemen ara. Çok kızdığın birini affet gitsin. Annene babana sarıl hayattaysa, değillerse gülümse onlara da, peki ya çocuklar, olmadı diye üzülme, yapamadı diye kızma onlara, gözlerinin içine bak, bir de sımsıkı sarıl mutlaka. Teşekkür etmeyi unutma. Herkese, her seferinde teşekkür et: küçük bir çocuğa, ekmeğini alan kapıcıya, markette sana yardımcı olan tezgahtara, sokağını süpüren adama, teşekkür et karşına çıkanlara. Aynaya bak bu akşam eve gidince bir kez daha; yüzünde gözün var... Ne yapıyor olursan ol, o gözleri unutma.



17 Aralık 2013

Eataly İstanbul Açıldı

Bu habere neden bu kadar mutlu oldum bilmiyorum. 2011 yılında Newyork sokaklarında gezerken denk geldiğim; aklınızda bölgesel bir mutfak varsa; yemek içmekle ilgili satılabilecek bir sürü şeyin olduğu, restoran denince onlarcasının arasında keyfinize göre seçim yapabileceğiz ve aslında İtalyan mutfağı ile ilgili herşeyci denebilecek büyükkkkkkk bir alanı kaplayan bu kelime oyuncusu gurme İtalyan Eataly tabi ki fena halde ilgilimi çekti. 


Mutfak ve ben... 
Bilirsiniz, hassas bünyemin tamamlayıcı unsurudur damak tadı, hal böyle olunca "neden bu kadar mutlu oldum bilmiyorum" giriş cümlesi fena halde anlamsız kalıyor ama kabul edin sağlam bi giriş cümlesi oldu. Bir kere merak uyandırıyor. Okuyucuya neden mutlu oldu bu gariban dedirtiyor. Sonunda anlıyor ki gitmiş, görmüş bi de etkilenmiş... 


Bu gurme mekana olur da yolunuz düşerse bence göz zevkiniz için bile gezin... Damak zevkinizi belirleyen şeylerden biri bütçeniz ki emin olun bu mutfakta her bütçeye ucundan kıyısından hitap eden bir şey mutlaka var! 




17 Eylül 2013

Akıl Tutulması







Günlerden Salı... Tatilden döneli neredeyse 48 saat dolmak üzere. Oysa ben hala Patara koyunda yürüyorum. Sağıma bakıyorum Kaputaş plajı, soluma bakıyorum Phaselis... İçimde büyüyor  tatil. Tükenmedi yani. Tüketemedim henüz. Fener burnuna tırmanıyor bir yanım, aklımın bir yanı gidemediğim, seneye kısmet dediğim Gelidonya Fenerinde. Güzel yerleri güzel insanlarla gördüm. Güzeldi... Çok güzel. Anlatılacak değil de yaşanılacak türdendi her saat. Gece gündüze, taş kuma, güneş denize bıraktı güzelliğini... Sonra gece daha bi güzel oldu, taşlar daha da fazla... Ah o deniz, turkuaz oldu, sonra mavinin bin bir tonuna büründü bir anda. Koyu, en koyu lacivertte bile bağırdı arkamdan... Gene gel ey aşk... Gene vur beni aklımdan. 

Ve biliyor musun adam;

İnsanları sevebilmek, onlarla baş edebilecek yöntemleri geliştirmeyi gerektirir. *












































* Engin GENÇTAN