Bana koyu gelen bir sohbetin ortasındayız. Bir hayali paylaşıyorum sesli sesli... Anlatma bana böyle şeyleri, diyor. Bu yalnız bedene ne yaptığının farkında mısın..? Beden yalnızlığına bulur bir başka bedeni, yürektir yalnızlığı giderilmesi gereken, diyorum. O anda onun yürekle bir işi olmadığını da anlıyorum.
***
Derin bir boşluktan bahsediyordu geçtiğimiz günlerde H.Babaoğlu bir yazısında. Neyi başarırsan başar, neye ulaşmış olursan ol; aile, ev, araba, konforlu bir yaşam diyordu, hep o boşluk hissi. Yazıyı okurken de aynı şeyi düşünmüştüm. Ruhu beslemek yüreği beslemekle ilgili. Oysa kaçımız yüreklerimizi beslemeyi seçiyoruz. Geçtim beslemekten, kaçımız onun çığlıklarını duyuyor ve ona göre cevaplar arıyoruz. Oysa kafanı çevirip baktın mı sol yanında göreceksin niyelerini... Görmek istersen tabi!
***
10lü yaşların sonu, 20li yaşların başı bedeni keşfetme uğraşlarının tavana vurduğu yaşlardır. Karşı cinsin bedeni üzerindendir beğeniler. Olgunlaşmamış bireyin açlığa yüklediği anlam hep aynıdır: sevişmek doyuyur tüm açlıkları. Oysa insan bir bedenle sevişmez sadece. Beden bir araçtır.
Aslında gayet anlaşılabilir ve kolayca izah edilebilir bir durumdur yazınıza bahse konu hal... "varolmanın dayanılmaz hafifiliğini" nasıl yorumladığınızla ilgili bir olmuşluk ya da olmamışlık halidir, kadınları kategorize etmek; ve bence insanın kendiyle ilgili bir sorundur. Kimileri gün gelir farkederler bir bedenden öteye gidemediklerini... kimileri öğrenemezler bir türlü "hayatın gerçek tadını" ... ve aslında insan durup baktığında kendine, isterse görür niyelerini...
***
Evet, gün gelir, bazıları bir bedenden öteye gidemezler ne yazık ki, ve kendi bedenlerinde çürüyen yüreklerinin çığlıklarını duyamazlar bir türlü. Bir olmamışlık, bir tamamlanmamışlık halidir üzerinde taşıdıkları. Uzaktan bile tanırsınız onları. Libidosu tavan yapmış budalaları!
"adi herif", ağlamalarının arasına sıkıştırılmış bir beddua gibi, yinelenerek ve her yinelenmesinde daha baskın bir nefrete eklenerek çıkıyordu ağzından: "adi herif"...
Konuşamayacak kadar sıklaşan iniltili hıçkırıklarına bir durak vermeyeceği her halinden belliydi, susuyordum. Resmi bir aracın arka koltuğunda, üstelik de şoförün gözü yolda kulağı bizde halinden bu denli rahatsız olmuşken soru sormadım. Sadece sustum. Ağlamasına sebep haller üzerine bir kaç olasılığı resmediverdi zihnim.
İlki:
Adam sonunda, karıma dönüyorum, demişti... Ve bunu hiç olmadık bir zamanda; sahil kasabasındaki dantel bozması naylon malzemeli tülleri eskilikten grileşmiş, bordosu ağırlaşmış kalın perdelerin dokumasındaki desenlerinde asılı böğürtüler arasında… çarşaflarındaki lekelerin, aynı yere defalarca atılmış olmasından belirginleşmiş sarılığında… loş ve basık lobisinde ağır bir sigara kokusuna karışan beklemiş ve kusulmuş alkolün yakıcılığında… dar girişli otelin 218 nolu odasında, teri kurumamış bir sevişme sonrasında… camdan görünen lokanta arkası çöpleri seyrederken söyleyivermişti.
İkincisi:
Aldıracaksın o piçi, diyivermişti... Kendi kurulu düzenine sokulan bir çomaktı sözü edilen piç. Şehvetli gecelerin, sorumluluk hissedilmeyen sabahlarına açılan pencerede adamın hiç istemeyeceği, yan gözüyle bakamayacağı bir manzaraydı; hamile bir kadın. Ve adam pencereyi kapatıverdi, camları bile kıracak bir hiddeti odada büyüterek. Öyle kuvvetli bağırdı ki, otel yerinden oynadı. Bir gece öncenin, alım, balım, peteğim buruşukluğu, tertemiz bembeyaz çarşaflarla henüz değiştirilmemişti üstelik!
Üçüncüyü kurmak üzereydim ki, onun fısıldayan sesi, dişlerinin arasında çıkmaya çabaladı. Adi herif, çıkış kapısının şifresi gibiydi. Her cümle öncesi dökülüp sonra gene yerine dönüyordu. Tükenmez bir adilik biriktirmişti içinde. Anlıyordum ama bu meseleyi o aracın içinde konuşmak istemiyordum. Aracı durdurdum, şoföre bir 10 dakika sonra gelip bizi almasını söyledim. Yolda yürümek akıllıca değildi, kabararak yükselen dalgalar habercisiydi gelecek felaketin. Bir ağaç altında, metal bir banka oturduk, soğuktu. Gözyaşları doluya bıraktı yerini.
Beni aldatıyor, dedi. Şaşırdım. Evli bir adamla birlikte olan bir kadının kuracağı cümlelerden biri miydi duyduğum. O zaten aldatmaya meyilli bir adam olmasa senle işi ne, diyecek oldum ama denize köpük eklemenin sırası değildi. Kadınların neden böyle bir yanılgısı olduğu üzerine düşünen kendimden suçluluk duysam da, o andan itibaren dinlediğim arkadaşımın değil, kendi sesimin tınısıydı. Son derece farkındaydım, olup bitenin, ve hatta zihnimin sinsi planının…
Kadınların, evli adamlarla birlikte olma halleri üzerinden düşünüp, güven duygusunu nerede sağlamlaştırdıklarını bulmayı isteyen yanıma söz geçiremedim. Artık düpedüz, o bankta oturmuş, kendimi, sadece kendimi dinliyordum. Arkadaşımın gözyaşlarına eşlik eden hıçkırıkları ve cümleye dönüşemeyen kopuk kelimeleri ritimli bir müziğin dalgaları gibiydi. O ses dalgası arka fonda devam ederken, kendi sesimi bastıramasın diye iyice kapandım kendime. Kendi kendime kulaklarımı tıkayamayacağım bir döngüye girmek üzereydim. Güven duygusunu bulmalıydım. Bir ilişkinin sacayaklarını bulmaya çalıştım. Güven, o sacayaklarından biriydi. Güven... O sacayaklarının olmazsa olmazıydı... Güven...
Onun sesi ile irkildim. Nasıl güveneceğim, dedi. Bunu derken beni sarsmasa farkına varır mıydım bilmem, yüzüme bakıyordu, bir cevap arıyordu. İçim, ulan daha önce nasıl güvendiysen öyle güven diyordu, hem de bağıra bağıra, öfkemin kaynağını biliyordum. Sırası değildi. Karısını senle aldatan adama, daha önce nasıl güvendiysen, işte aynen öyle güven... Diyemedim. Sadece baktım. Onun ona güvenmesini anlayamadım. İkinci olmaya razı kadınların aradığı şeyin güvenmek olmadığını sanacaktım ki, beni aldatıyor cümlesi vuruverdi yüzüme çelimsiz tokadını.
Araba bizi almaya geldiğinde, o elinde aldatılmışlığı, ben elimde bir sacayağı aldık arka koltuktaki yerlerimizi. Ellerimi tuttu, iyi ki varsın, dedi. İçimin onu dinlemeyen yanı sızladı. Yüreğimin ona bas bas bağıran yanı ezildi. Aklımın soruları uçup gitti. Omzuma yasladığı başında, güvenmeyi istemenin ağırlığını hissettim. Karısı hadi neyse neydi de, bir başkası güveni zedelerdi, ben bunu hâlâ anlayamasam da, hâl böyleydi. O adamın güvenilmez olduğu gerçeği ile yüzyüze gelemeyecek kadar inançlıydı. İnandığı sevmekse, sevmek güvenmeyi de ayrılmaz bir parça olarak kabul etmez miydi? Sevmek haline yüklediği anlam, güvenmeyi, gücenmeye dönüştürüvermişti. Gücenmişti, kırılmıştı, ama biliyorum kendini gene yapıştıracaktı. O adam, o ilk zamanda karısına rağmen yansıtabildiği 'bana güven, yanındayım'ı o kadına yaşattığı duyguya rağmen, gene, yine yansıtacaktı. Ve arkadaşım, dalgalı denizlerinin doğası gereği, taşıp taşıp durulacaktı. Yansımanın bir yanılsamaya dönüşmesi uzakta bir gün değildi. Ben bunu biliyordum, yaşayan bilirdi, okuyan da, duyan da, gören de bilirdi elbet ama, yaşayan hissederdi de... İçimde titrek bir yan, ofise çıktım. Masama oturdum, kaç saat geçtiğini bilmediğim süre boyunca, elimde sacayağım, düşüncelerimle “tut-kaç” oynadım. Bu benim bulduğum bir oyundu… Tut-kaç…
Akşama kadar durulmak bilmeyen düşüncelerim ve elimdeki sacayağımla çıktım ofisten. Kendi güven kavramım üzerine odaklandım. Kafamdan türkü çeşit cümle kurdum. Sildim, yeniden yazdım. Yıkıldığı âna gitti zihnim, içimden söylendim: 'işi gücü geçmişi kurcalamak, bir yara bulsun ki beslensin, aç kurt…' Ama bu sefer benle oyun oynamasına izin vermedim zihnimin. O tuttu ben kaçtım. O defter, orada, olması gerekenler ve olmaması gerekenlerle birlikte kapanmıştı. Birinci kadın olarak, ikinci kadına şunu söylemeyi çok istemiştim: ona nasıl güveneceksin, bana olan aşkını sana anlatırken, ve sen o aşka aşıkken… o sana bütün bunlarla geliyorken, senden çıkıp benim koynuma, benden çıkıp senin koynuna geliyorken, benim bildiğim bütün güvenmeye dair ânılar tek tek inceldiği yerden kopuyorken, sen ona nasıl güveneceksin...
Elimde sacayağım, tek başına arabama kadar yürüdüm. Arabayı çalıştırmadan önce bir süre, uzun bir süre ağladım. Silecekleri çalışmayan göz kapaklarımı kapadım. Sacayağımı camdan dışarı usulca bıraktım. Birine güvenmek beklemek demekti, kırılmak, dağılmak ve acı çekmek. Sacayaklarımdan birini daha geride bıraktım, köşeyi döndüm ve uzaklaştım. İnsan kendine bile güvenmemeli mi sorusunu yanıma alıp, radyoda çalan, Radiohead’in yumuşak sesine umutla eşlik ettim:
(*) Kezban’a ve Güven’e Dair / Bir Ömür Teşekkürle…