"adi herif", ağlamalarının arasına sıkıştırılmış bir beddua gibi, yinelenerek ve her yinelenmesinde daha baskın bir nefrete eklenerek çıkıyordu ağzından: "adi herif"...
Konuşamayacak kadar sıklaşan iniltili hıçkırıklarına bir durak vermeyeceği her halinden belliydi, susuyordum. Resmi bir aracın arka koltuğunda, üstelik de şoförün gözü yolda kulağı bizde halinden bu denli rahatsız olmuşken soru sormadım. Sadece sustum. Ağlamasına sebep haller üzerine bir kaç olasılığı resmediverdi zihnim.
İlki:
Adam sonunda, karıma dönüyorum, demişti... Ve bunu hiç olmadık bir zamanda; sahil kasabasındaki dantel bozması naylon malzemeli tülleri eskilikten grileşmiş, bordosu ağırlaşmış kalın perdelerin dokumasındaki desenlerinde asılı böğürtüler arasında… çarşaflarındaki lekelerin, aynı yere defalarca atılmış olmasından belirginleşmiş sarılığında… loş ve basık lobisinde ağır bir sigara kokusuna karışan beklemiş ve kusulmuş alkolün yakıcılığında… dar girişli otelin 218 nolu odasında, teri kurumamış bir sevişme sonrasında… camdan görünen lokanta arkası çöpleri seyrederken söyleyivermişti.
İkincisi:
Aldıracaksın o piçi, diyivermişti... Kendi kurulu düzenine sokulan bir çomaktı sözü edilen piç. Şehvetli gecelerin, sorumluluk hissedilmeyen sabahlarına açılan pencerede adamın hiç istemeyeceği, yan gözüyle bakamayacağı bir manzaraydı; hamile bir kadın. Ve adam pencereyi kapatıverdi, camları bile kıracak bir hiddeti odada büyüterek. Öyle kuvvetli bağırdı ki, otel yerinden oynadı. Bir gece öncenin, alım, balım, peteğim buruşukluğu, tertemiz bembeyaz çarşaflarla henüz değiştirilmemişti üstelik!
Üçüncüyü kurmak üzereydim ki, onun fısıldayan sesi, dişlerinin arasında çıkmaya çabaladı. Adi herif, çıkış kapısının şifresi gibiydi. Her cümle öncesi dökülüp sonra gene yerine dönüyordu. Tükenmez bir adilik biriktirmişti içinde. Anlıyordum ama bu meseleyi o aracın içinde konuşmak istemiyordum. Aracı durdurdum, şoföre bir 10 dakika sonra gelip bizi almasını söyledim. Yolda yürümek akıllıca değildi, kabararak yükselen dalgalar habercisiydi gelecek felaketin. Bir ağaç altında, metal bir banka oturduk, soğuktu. Gözyaşları doluya bıraktı yerini.
Beni aldatıyor, dedi. Şaşırdım. Evli bir adamla birlikte olan bir kadının kuracağı cümlelerden biri miydi duyduğum. O zaten aldatmaya meyilli bir adam olmasa senle işi ne, diyecek oldum ama denize köpük eklemenin sırası değildi. Kadınların neden böyle bir yanılgısı olduğu üzerine düşünen kendimden suçluluk duysam da, o andan itibaren dinlediğim arkadaşımın değil, kendi sesimin tınısıydı. Son derece farkındaydım, olup bitenin, ve hatta zihnimin sinsi planının…
Kadınların, evli adamlarla birlikte olma halleri üzerinden düşünüp, güven duygusunu nerede sağlamlaştırdıklarını bulmayı isteyen yanıma söz geçiremedim. Artık düpedüz, o bankta oturmuş, kendimi, sadece kendimi dinliyordum. Arkadaşımın gözyaşlarına eşlik eden hıçkırıkları ve cümleye dönüşemeyen kopuk kelimeleri ritimli bir müziğin dalgaları gibiydi. O ses dalgası arka fonda devam ederken, kendi sesimi bastıramasın diye iyice kapandım kendime. Kendi kendime kulaklarımı tıkayamayacağım bir döngüye girmek üzereydim. Güven duygusunu bulmalıydım. Bir ilişkinin sacayaklarını bulmaya çalıştım. Güven, o sacayaklarından biriydi. Güven... O sacayaklarının olmazsa olmazıydı... Güven...
Onun sesi ile irkildim. Nasıl güveneceğim, dedi. Bunu derken beni sarsmasa farkına varır mıydım bilmem, yüzüme bakıyordu, bir cevap arıyordu. İçim, ulan daha önce nasıl güvendiysen öyle güven diyordu, hem de bağıra bağıra, öfkemin kaynağını biliyordum. Sırası değildi. Karısını senle aldatan adama, daha önce nasıl güvendiysen, işte aynen öyle güven... Diyemedim. Sadece baktım. Onun ona güvenmesini anlayamadım. İkinci olmaya razı kadınların aradığı şeyin güvenmek olmadığını sanacaktım ki, beni aldatıyor cümlesi vuruverdi yüzüme çelimsiz tokadını.
Araba bizi almaya geldiğinde, o elinde aldatılmışlığı, ben elimde bir sacayağı aldık arka koltuktaki yerlerimizi. Ellerimi tuttu, iyi ki varsın, dedi. İçimin onu dinlemeyen yanı sızladı. Yüreğimin ona bas bas bağıran yanı ezildi. Aklımın soruları uçup gitti. Omzuma yasladığı başında, güvenmeyi istemenin ağırlığını hissettim. Karısı hadi neyse neydi de, bir başkası güveni zedelerdi, ben bunu hâlâ anlayamasam da, hâl böyleydi. O adamın güvenilmez olduğu gerçeği ile yüzyüze gelemeyecek kadar inançlıydı. İnandığı sevmekse, sevmek güvenmeyi de ayrılmaz bir parça olarak kabul etmez miydi? Sevmek haline yüklediği anlam, güvenmeyi, gücenmeye dönüştürüvermişti. Gücenmişti, kırılmıştı, ama biliyorum kendini gene yapıştıracaktı. O adam, o ilk zamanda karısına rağmen yansıtabildiği 'bana güven, yanındayım'ı o kadına yaşattığı duyguya rağmen, gene, yine yansıtacaktı. Ve arkadaşım, dalgalı denizlerinin doğası gereği, taşıp taşıp durulacaktı. Yansımanın bir yanılsamaya dönüşmesi uzakta bir gün değildi. Ben bunu biliyordum, yaşayan bilirdi, okuyan da, duyan da, gören de bilirdi elbet ama, yaşayan hissederdi de... İçimde titrek bir yan, ofise çıktım. Masama oturdum, kaç saat geçtiğini bilmediğim süre boyunca, elimde sacayağım, düşüncelerimle “tut-kaç” oynadım. Bu benim bulduğum bir oyundu… Tut-kaç…
Akşama kadar durulmak bilmeyen düşüncelerim ve elimdeki sacayağımla çıktım ofisten. Kendi güven kavramım üzerine odaklandım. Kafamdan türkü çeşit cümle kurdum. Sildim, yeniden yazdım. Yıkıldığı âna gitti zihnim, içimden söylendim: 'işi gücü geçmişi kurcalamak, bir yara bulsun ki beslensin, aç kurt…' Ama bu sefer benle oyun oynamasına izin vermedim zihnimin. O tuttu ben kaçtım. O defter, orada, olması gerekenler ve olmaması gerekenlerle birlikte kapanmıştı. Birinci kadın olarak, ikinci kadına şunu söylemeyi çok istemiştim: ona nasıl güveneceksin, bana olan aşkını sana anlatırken, ve sen o aşka aşıkken… o sana bütün bunlarla geliyorken, senden çıkıp benim koynuma, benden çıkıp senin koynuna geliyorken, benim bildiğim bütün güvenmeye dair ânılar tek tek inceldiği yerden kopuyorken, sen ona nasıl güveneceksin...
Elimde sacayağım, tek başına arabama kadar yürüdüm. Arabayı çalıştırmadan önce bir süre, uzun bir süre ağladım. Silecekleri çalışmayan göz kapaklarımı kapadım. Sacayağımı camdan dışarı usulca bıraktım. Birine güvenmek beklemek demekti, kırılmak, dağılmak ve acı çekmek. Sacayaklarımdan birini daha geride bıraktım, köşeyi döndüm ve uzaklaştım. İnsan kendine bile güvenmemeli mi sorusunu yanıma alıp, radyoda çalan, Radiohead’in yumuşak sesine umutla eşlik ettim:
Konuşamayacak kadar sıklaşan iniltili hıçkırıklarına bir durak vermeyeceği her halinden belliydi, susuyordum. Resmi bir aracın arka koltuğunda, üstelik de şoförün gözü yolda kulağı bizde halinden bu denli rahatsız olmuşken soru sormadım. Sadece sustum. Ağlamasına sebep haller üzerine bir kaç olasılığı resmediverdi zihnim.
İlki:
Adam sonunda, karıma dönüyorum, demişti... Ve bunu hiç olmadık bir zamanda; sahil kasabasındaki dantel bozması naylon malzemeli tülleri eskilikten grileşmiş, bordosu ağırlaşmış kalın perdelerin dokumasındaki desenlerinde asılı böğürtüler arasında… çarşaflarındaki lekelerin, aynı yere defalarca atılmış olmasından belirginleşmiş sarılığında… loş ve basık lobisinde ağır bir sigara kokusuna karışan beklemiş ve kusulmuş alkolün yakıcılığında… dar girişli otelin 218 nolu odasında, teri kurumamış bir sevişme sonrasında… camdan görünen lokanta arkası çöpleri seyrederken söyleyivermişti.
İkincisi:
Aldıracaksın o piçi, diyivermişti... Kendi kurulu düzenine sokulan bir çomaktı sözü edilen piç. Şehvetli gecelerin, sorumluluk hissedilmeyen sabahlarına açılan pencerede adamın hiç istemeyeceği, yan gözüyle bakamayacağı bir manzaraydı; hamile bir kadın. Ve adam pencereyi kapatıverdi, camları bile kıracak bir hiddeti odada büyüterek. Öyle kuvvetli bağırdı ki, otel yerinden oynadı. Bir gece öncenin, alım, balım, peteğim buruşukluğu, tertemiz bembeyaz çarşaflarla henüz değiştirilmemişti üstelik!
Üçüncüyü kurmak üzereydim ki, onun fısıldayan sesi, dişlerinin arasında çıkmaya çabaladı. Adi herif, çıkış kapısının şifresi gibiydi. Her cümle öncesi dökülüp sonra gene yerine dönüyordu. Tükenmez bir adilik biriktirmişti içinde. Anlıyordum ama bu meseleyi o aracın içinde konuşmak istemiyordum. Aracı durdurdum, şoföre bir 10 dakika sonra gelip bizi almasını söyledim. Yolda yürümek akıllıca değildi, kabararak yükselen dalgalar habercisiydi gelecek felaketin. Bir ağaç altında, metal bir banka oturduk, soğuktu. Gözyaşları doluya bıraktı yerini.
Beni aldatıyor, dedi. Şaşırdım. Evli bir adamla birlikte olan bir kadının kuracağı cümlelerden biri miydi duyduğum. O zaten aldatmaya meyilli bir adam olmasa senle işi ne, diyecek oldum ama denize köpük eklemenin sırası değildi. Kadınların neden böyle bir yanılgısı olduğu üzerine düşünen kendimden suçluluk duysam da, o andan itibaren dinlediğim arkadaşımın değil, kendi sesimin tınısıydı. Son derece farkındaydım, olup bitenin, ve hatta zihnimin sinsi planının…
Kadınların, evli adamlarla birlikte olma halleri üzerinden düşünüp, güven duygusunu nerede sağlamlaştırdıklarını bulmayı isteyen yanıma söz geçiremedim. Artık düpedüz, o bankta oturmuş, kendimi, sadece kendimi dinliyordum. Arkadaşımın gözyaşlarına eşlik eden hıçkırıkları ve cümleye dönüşemeyen kopuk kelimeleri ritimli bir müziğin dalgaları gibiydi. O ses dalgası arka fonda devam ederken, kendi sesimi bastıramasın diye iyice kapandım kendime. Kendi kendime kulaklarımı tıkayamayacağım bir döngüye girmek üzereydim. Güven duygusunu bulmalıydım. Bir ilişkinin sacayaklarını bulmaya çalıştım. Güven, o sacayaklarından biriydi. Güven... O sacayaklarının olmazsa olmazıydı... Güven...
Onun sesi ile irkildim. Nasıl güveneceğim, dedi. Bunu derken beni sarsmasa farkına varır mıydım bilmem, yüzüme bakıyordu, bir cevap arıyordu. İçim, ulan daha önce nasıl güvendiysen öyle güven diyordu, hem de bağıra bağıra, öfkemin kaynağını biliyordum. Sırası değildi. Karısını senle aldatan adama, daha önce nasıl güvendiysen, işte aynen öyle güven... Diyemedim. Sadece baktım. Onun ona güvenmesini anlayamadım. İkinci olmaya razı kadınların aradığı şeyin güvenmek olmadığını sanacaktım ki, beni aldatıyor cümlesi vuruverdi yüzüme çelimsiz tokadını.
Araba bizi almaya geldiğinde, o elinde aldatılmışlığı, ben elimde bir sacayağı aldık arka koltuktaki yerlerimizi. Ellerimi tuttu, iyi ki varsın, dedi. İçimin onu dinlemeyen yanı sızladı. Yüreğimin ona bas bas bağıran yanı ezildi. Aklımın soruları uçup gitti. Omzuma yasladığı başında, güvenmeyi istemenin ağırlığını hissettim. Karısı hadi neyse neydi de, bir başkası güveni zedelerdi, ben bunu hâlâ anlayamasam da, hâl böyleydi. O adamın güvenilmez olduğu gerçeği ile yüzyüze gelemeyecek kadar inançlıydı. İnandığı sevmekse, sevmek güvenmeyi de ayrılmaz bir parça olarak kabul etmez miydi? Sevmek haline yüklediği anlam, güvenmeyi, gücenmeye dönüştürüvermişti. Gücenmişti, kırılmıştı, ama biliyorum kendini gene yapıştıracaktı. O adam, o ilk zamanda karısına rağmen yansıtabildiği 'bana güven, yanındayım'ı o kadına yaşattığı duyguya rağmen, gene, yine yansıtacaktı. Ve arkadaşım, dalgalı denizlerinin doğası gereği, taşıp taşıp durulacaktı. Yansımanın bir yanılsamaya dönüşmesi uzakta bir gün değildi. Ben bunu biliyordum, yaşayan bilirdi, okuyan da, duyan da, gören de bilirdi elbet ama, yaşayan hissederdi de... İçimde titrek bir yan, ofise çıktım. Masama oturdum, kaç saat geçtiğini bilmediğim süre boyunca, elimde sacayağım, düşüncelerimle “tut-kaç” oynadım. Bu benim bulduğum bir oyundu… Tut-kaç…
Akşama kadar durulmak bilmeyen düşüncelerim ve elimdeki sacayağımla çıktım ofisten. Kendi güven kavramım üzerine odaklandım. Kafamdan türkü çeşit cümle kurdum. Sildim, yeniden yazdım. Yıkıldığı âna gitti zihnim, içimden söylendim: 'işi gücü geçmişi kurcalamak, bir yara bulsun ki beslensin, aç kurt…' Ama bu sefer benle oyun oynamasına izin vermedim zihnimin. O tuttu ben kaçtım. O defter, orada, olması gerekenler ve olmaması gerekenlerle birlikte kapanmıştı. Birinci kadın olarak, ikinci kadına şunu söylemeyi çok istemiştim: ona nasıl güveneceksin, bana olan aşkını sana anlatırken, ve sen o aşka aşıkken… o sana bütün bunlarla geliyorken, senden çıkıp benim koynuma, benden çıkıp senin koynuna geliyorken, benim bildiğim bütün güvenmeye dair ânılar tek tek inceldiği yerden kopuyorken, sen ona nasıl güveneceksin...
Elimde sacayağım, tek başına arabama kadar yürüdüm. Arabayı çalıştırmadan önce bir süre, uzun bir süre ağladım. Silecekleri çalışmayan göz kapaklarımı kapadım. Sacayağımı camdan dışarı usulca bıraktım. Birine güvenmek beklemek demekti, kırılmak, dağılmak ve acı çekmek. Sacayaklarımdan birini daha geride bıraktım, köşeyi döndüm ve uzaklaştım. İnsan kendine bile güvenmemeli mi sorusunu yanıma alıp, radyoda çalan, Radiohead’in yumuşak sesine umutla eşlik ettim:
(*) Kezban’a ve Güven’e Dair / Bir Ömür Teşekkürle…
Ne güzel anlatmışsın ve ne güzel sorgulamışsın. Öyle ince bir nokta ki... bir kadını bir başka kadın için aldatan bir adam, bir başka kadın için de bu defa o kadını da aldatacaktır mutlaka. Öyle zayıf ki güven duygum, sırf daha da zayıflamasın diye herkesten saklanmak geliyor bazen içimden. Bir de en çok neye üzülüyorum biliyor musun. Bir kadının aldatılmasına sebep, yine başka bir kadın. Buna sebep olmak üzere olduğum zamanlar oldu. Evli olmasa da sevgilisi olan bir adamdı. Ne farkeder ki, ikiside aynı kapıya çıkar.
YanıtlaSilVe ben kendime olan öfkemden, kendimden kaçar oldum. Çünkü bir kadını en iyi, yine bir kadın anlar.
hem güven duyma hakkı olanın hem de o hakka sahip olandan o güveni isteme hakkını kendinde bulanın müşterek acısıdır bu. İyi bilirim!
YanıtlaSilÇok güzel anlatmışsın.. çok!
böyle zamanlarda gırtlağıma takılan isyancı bir yumru var. yutsan yutulmaz, haykırsan çıkmaz.. bu kadar korunaksız kalmamalı diyorum, böyle bir elin öbürünün içine sıkışmış, gözünde yaş, dilinde tüm acını içine sığdırmaya çalıştığın tek bir cümle: adi herif! hayır, bu kadar sallantıda durmamalı hayatın karşısında, içinde çoşan dalgalanan aşka gem vurmalı, zaaflara yenik düşmemeli, sen evlisin, karına git demeli. ya da en azından, bundan sonra benim sokağıma uğrama da kime gidersen git! demeli.
YanıtlaSil"Evliye gönül verme eve gider unutur" şarkısını bilseydi o kişi belki de önceden önlem alıp gönlünü teslim etmezdi o "... herife."
YanıtlaSilBizler lisede birzamanlar felsefe, psikoloji, mantık okuyorduk.Şimdi bu dersler kaldırıldı sanıyorum.Bir kişi birine ihanet ediyorsa o kişiden uzak durur ben o kişiyle beraber olursam bana da birgün ihanet eder gibi basit bir kıyaslamayla sonuca ulaşırdık.Gönül ferman dinlemiyorsa yapacak ve söylenecek hiçbir söz bulamıyorum.Yine çok güzel anlatmışsın. Sevgilerimle.
bir kadının en büyük düşmanı yine bir kadındır ve bunu bilmek ne kadar acıdır !
YanıtlaSil"Birine güvenmek beklemek demekti, kırılmak, dağılmak ve acı çekmek" demişsin ya bundan bir kaç ay önce okusam hep öyle olmaz ki derdim, şimdi tam da öyle diyorum. ne kadar şey değişmiş :)
bir yazı okumuştun elif kezbanı anlatan, onun üzerine yazılmıştı bu hikaye... kendi yaşam kesitimden izler taşıyan... seviyorum gerçeği kurgulayarak süslemeyi. bazen tek bir cümlesi gerçek olsa da...
YanıtlaSilacı bilinse de, önceden tahmin edilse de, yaşayanın 'gönül ferman' dinlemezi anlaması mümkün değil hasretimin senfonisi... eğer, yürekse, dinler... dinlemeli değil mi? çok teşekkür ederim, çok! ;)
YanıtlaSilmefisto, aşk neden kördür... bu yüzden, işte. git diyemediğinden... yoksa der, demeli... hele de aradığın güvense bir ilişkide, söyleyeceğin ilk söz "gelme" olabilmeli...
YanıtlaSilbak şarkıyı bilmiyordum tontinim. ama hali biliyorum. dönüyor, yüzsüzlüğü yüzünde(n)... insan galiba en çok o zaman kahroluyor. gönlün ferman dinlemesi değil midir makbul olan... ah tontinim. yazsa yazabilse bu eller, daha neler söyler...
YanıtlaSilaslında ne komik değil mi pillim, bir kadın bir kadını anlar, yarasından tanır en çok da ama gider gene o yarayı açacak hamleyi yapar. değişmek büyümek ya hep... ne güzeklo değil mi...
YanıtlaSilben aldatılanın acısından çok acısına şahit olan çaresiz arkadaşlara üzülüyorum en çok.. Sen elinde sacayağın öylece kalakalmışken, aldatılan kadın sadece tek ayak üstüne oturtmaya çalıştığı ilişkisine devam ediyordu muhtemelen.. hayat bazen anlamaya çalıştıkça karmaşıklaşan bir labirent gibi... ben en çok seni anladım bugün anlattıklarından.. sevgimle
YanıtlaSilbelki de o yüzden izleyicisi olabilmek gerek sadece, ve yargılar oluşturmadan izleyicisi olabilmek, çözebilmek demek belki de... görebilmek ne kadar değerli değil mi bedardem... sevgimle...
YanıtlaSil