Eski bir Rum köyünün sokaklarında, cumbalı evlerin arasında, denizin kokusuyla yürüdüler bir süre. Sessiz ve istemsiz. Sabahın erken saatlerinde, ada vapurunda kulağına çarpan kelimelerin kırıkları, ellerine batmış gibiydi, hiç değmedi yürüyüş boyunca elleri ellerine. Sessizliği bozan Dimitri oldu.
"Biliyor musun İsa'dan Önce 5.yy'da kurulduğu varsayılıyor bu köyün" Güzelce'nin tarihe merakını bildiğinden, bir ses olsun aralarında diye konuyu açmak istese de, karşılıksız kalan bir monolog gibiydi sözleri. Dimitri anlatmaya devam ediyordu ama duyulmuyordu sözleri. Yıkık evlerin ahşap karkaslarında asılı kalan kelimelerine, köşeyi dönerken hafifçe başını eğip baktı Dimitri. Üzgündü ve bir o kadar öfkeli, zamanı geri alması mümkün değildi. Zaten alabilse, o sabaha değil 6 ay öncesine dönerdi. O aptal geceye. O saçma tercihe. O... Kelimeleri giderek çirkinleşiyordu. Sustu. Güzelce, kırgındı, incinmişti. Dimitri'nin söylediği her kelimeyi sindirmeye çalışıyor ama bir türlü hazmedemiyordu. Gene de o vapurdan inip, diğerine binmişti. İstemsizce.
Güzelce ilk kez geliyordu Trilye'ye gelirken de kafası karışmıştı doğrusu. İstanbul'dan günübirlik geldikleri eski Rum köyünün birden fazla ismi vardı: Tirilye, Trilye, Zeytinbağı. ne gerek vardı böyle kafa karışıklıklarına. Sevmezdi Güzelce belirsizlikleri, net olmayı severdi. Doğru bir taneydi. Renklerse siyah ya da beyaz.
Trilye’nin adıyla ilgili üç rivayet anlatmıştı, sahilde iğne oyası tezgahı olan Fadime Teyze. 70 yaşına dayadığı merdivenleri, elinde bastonu ile çıkmak zorunda kalmış olmanın verdiği his, yüzünün tüm çizgilerinden okunuyordu. Geçkin yaşına rağmen gözlük kullanmıyordu. Güzelce'nin dikkatini en çok bu çekmişti. 3 paket sigara içtiğini sohbetleri sırasında öğrenecekti. Her gün bir elma yediğini ve bir baş soğansız gün geçirmediğini de. Güzelce severdi insanla sohbeti. Dimitri, hep daha çekinik olandı. Güzelce zamanla Dimitri'nin insan sevmediğini bile düşünür olmuştu. Fadime Teyze soluksuz anlatıyordu bildiklerini, buraların 3 efsanesini de aynı şekilde anlatıverdi, bir bir. Dimitri sevmemişti Fadime Teyzeyi. Rol çalmıştı bir kere. Bugün Dimitri'nin günü olacaktı. Salaklık etmeseydi tabi.
"Vakti zamanında üç papaz varmış; Yani, Yorgi ve Sorti. Kovulmuşlar ayrık otu gibi davranınca, te buraya manastıra yerleşmişler. Tri üç demek biliyon değil mi? E ilya 'da papaz demekmiş, olmuş mu sana buranın adı Trilya. Her birinin yıkık dökük kiliseleri var. Gezersiniz."
Tezgaha yanaşan meraklı ama almaya niyetli olmayan esmer güzeli, süslüce kadının sorduğu sorulara sessiz kalıp, kadını sinirlendirince, uzaklaşan kadının ardı sıra "hem almıycan, hem sohbeti bölüyon" deyip söylenmese iyiydi de, Fadime Teyze bu, sevmediğine, içinin ısınmadığına değil iğne oyası satmak, selamını vermezdi. Meşhurdu gezginler arasında. Ondan iğne oyası almak parayla değildi.
Güzelce'nin yüzüne baktı Fadime Teyze, ismin ne senin dedi. "Güzelce" dedi. Gülümsedi, oya gibi yüzün, pek yakışmış ismin. Şefkatle gülümsedi Güzelce. İnsanın içini ısıtan o tarifsiz kahve ışıltılı gözlerini kıstı. Yüzündeki melek kanatlanıp, Fadime Teyzenin omzuna, oradan bir sokak köpeğinin kulağına, huysuz tırsak bir kedinin kuyruğuna, balıkçı teknesinin bayrağına... Derken uzaklaştı limandan tarafa.
"Anlatsana efsanaleri" oysa hepsini biliyordu. Hep yaptığı gibi bir yere gitmeden önce tarihini araştırır, gezilecek yerleri önceden belirlerdi.
"Küs müsün sen bu delikanlıya"
Omzunu hafifçe kaldırdı Güzelce. Gözlerini düşürdü. Yüzü asılıverdi, yüreği buruş buruş oldu. Nefesi daraldı. Ama toparladı. Salıvermek yoktu kendini. Söz vermişti. Sözünü tutacaktı. Gözyaşlarını, kırgınlığını, adaya saklayacaktı. Bildiği limanda boğulacaktı.
Anladı Fadime Teyze, Güzelce'nin çaresizliğini. Üstünde pek durmamış gibi yaptı, yaptı yapmasına ama sevmemişti Güzelce'nin toprağa bakan gözlerini.
"Vakti zamanında korsan saldırıları çok olurmuş, civar köylerden üçü buraya sığınmış, oradan türemiş diyorlar. Bana kalsa en güzeli şu anlatacağım hikaye; ecnebi dillerden birinde kırmızı balık demekmiş Trilye, Barbun balığı vardır bilir misin? Ben çok severim, tavada kızartması olacak ama, yanına bir salata."
"Eeee Zeytinbağı nereden geliyor peki, bazı tabelalarda gördüm"
"Osmanlı'da Mahmut Şevket Paşa Kasabası denilmiş, 60'lı yıllarda, zeytincilikle geçiniriz biz, o zamanın devlet büyükleri düşünmüş, bu ismi uygun görmüş, tutmadı tabi, biz benimsemedik, dilimiz alışmış Trilye'ye, hem hikayeleri anlatılır nesilden nesile, pişmiş aşa su katmaya çalıştılar olmadı senin anlayacağın."
Daha neler neler anlatacaktı Fadime Teyze ama bir otobüs dolusu turist gelince, tat kalmadı sohbette. Ayrıldılar tezgahın başından, mahallenin içlerine doğru yöneldiler. Sıralı balık restoranlarının yanından sokağa girdiler.
Dimitri ilgisini çeker diye, başlamıştı gene anlatmaya, "1560 yılında Aya Todori Kilisesiymiş" Güzelce yürüdü öylece, Dimitri susmak zorunda kaldı. Sessizce ve kafalarını bile çevirmeden geçtiler Fatih Camisi'nin yanından. Dar sokaklarda hiç tanışmamış gibi ilerlediler yanyana. Fadime Teyzenin anlattıkları unutmamak için kafasında yineliyordu Güzelce, bir de Dimitri'nin ara ara duyulan sesini bastırmak için. Sessizdi, narindi, karıncayı ürkütmeyen adımlarla, incecik bedenini havalandıracakmış gibi esen rüzgarın etkisiyle süzülür gibi ilerliyordu dar sokaklarda. Dimirti her adımda aşık oluyordu ona, her adımda çok daha pişman. Dimitri'nin düşünceli hali yerini endişeye bırakmak üzereydi. Boğuşuyordu Dimitri, dövüyordu sokağın taşlarını adımlarıyla. Gerginliği vücudunun bükülmesi zor bir demir levha gibi olmasına sebep olmuştu.
Tabut Evin yanından devam edip, Taş Mektebi geçtiler, yokuş yukarı Tarihi Çamlı Kahveye doğru yöneldiler. Yokuş Dimitri'yi zorladı. Nefessiz kaldı bir an. Güzelce dönüp bakmadı bile. Güzelce, kanatlı bir melek gibi, süzülmeye devam ediyordu yürüdükçe. Sahilden beri ağızlarını bıçak açmamıştı. Dimitri'nin bir kaç girişimi de karşılık bulamayınca, üstelememişti Dimitri.
Kahve içmek için oturdular. Sade istedi biri, az şekerli diğeri. Sessizlik sinir bozucu bir hal almış olasa da Güzelce'nin yüzü öyle güzeldi ki, seyretmeye doyamıyordu Dimitri. Ama o sinir bozukluğu ile yanlış bir kelime daha çıkıverecek, Güzelce bir kez daha kırılacak diye ağzını bile açamıyordu. Oysa o anlatmak istemişti, Trilye'nin efsanelerini, o anlatacaktı üç papazı, ilk resimli kiliseyi... Dündar Evi'ne inerlerken, "Tüccar mıymış" dedi Güzelce. "Kim" dedi Dimitri. "Dündar" "Bilmiyorum ki..." Sevinmişti Dimitri, sonunda sessizlik bozulmuştu.
Başladı anlatmaya heyecanla. "Hagios Ioannes Kilisesi...." Güzelce kendinden beklenmeyen sertlikte bir ses tonu ile kesti Dimirti'yi. "Biliyorum anlatmana gerek yok, ben Dündar'ı merak etmiştim" dedi. Kimse bilmiyordu Dündar kimdi.
Dimirti bir kez daha sessizlikle yüzyüzeydi. Bugün bu duvarı aşmaya bir kez daha cesaret edemeyeceğini hissediyordu.
Sokaklarda esler çizmeye başlamışlardı. Kelimeler, düşünceler ve ayaklar başına buyruk sessizlikte savrulmaya başladılar.
Kemerli Kilise'nin kemerinin altından geçerken el ele olacaklar diye hayal kuran Dimitri, dualarla tek başına geçerken Güzelce'nin ardı sıra yürüyordu. Kilisenin yanından geçip deniz tarafından sahile doğru yürümeye başladıklarında, Güzelce omuz başlarına verdiği ağırlıkla, taşımakta iyice zorlandığı sırt çantasını taşa koyup denizi seyretti bir süre. Bugün yükü ağırdı, ölmeyi isteyeceği kadar ağır olan yüküyle iyi bile dayanmıştı. Az ilerde ağacın altındaki banka tek başına oturdu, çantasını sağa koydu ki Dimitri de oturursa arada bir engel olsun. Soldan deniz kıyısına inen patikaya doğru baktı. Böylece sırtını da dönmüş oldu Dimitri'ye. Yedi kilise, üç manastır ve üç de ayazmadan geriye kalan yıkıntıları, sırf farklı düşünüyorlar diye, aforoz edilen azizleri, rahibeleri, bu evlerde, topraklarda yaşam sürmüş Rumları düşündü. Düşündüğü hiç bir şey acısını hafifletmiyordu. İçinde bir yer çok ama çok acıyordu, Dimitri'nin sözlerini kulaklarından silmeye çalıştıkça, beynine çivilerle yazılıyordu. Ada'dan ayrılırken, geminin yarattığı dalga seslerine karışsın istemişti bütün duydukları. Onları oracık da savurdğunu sanıyordu denize. Ama her durduğunda, kendi ile baş başa kaldığında o kelimelerle boğuşuyordu. Onları Dimitri'den duyacağına ölse daha iyiydi.
Dimirti, Güzelce'yi rahatsız etmeyecek bir mesafeden onu seyrediyordu, özür dileceği yüzlerce cümleyi kurup bozdu. Hiç biri olmuyordu. Oysa bu günü nasıl da özenle planlamıştı. Günlerce gelecekleri bu eski Rum Köyünün tarihine çalışmış, Güzelce'ye anlatacağı hikayeleri derlemişti. Üstelik gelecek ile ilgili hayallerini cebinde saklı tuttuğu siyah kutuya aylar öncesinden koymuştu. Kuyu yanına alıp almadığını onlarca kez kontrol etmişti. Gece tuvalete kalktığında bile ilk baktığı kutu olmuştu. Nasıl yapmıştı bu kadar aptalca bir şeyi, hadi yaptı, nasıl anlatmaya kalkmıştı Güzelce'ye. Kırılgan, narin, hayatın defalarca kırdığı gen de yapışmayı başaran Güzelce'ye bunu nasıl yapmıştı.
Güzelce oturduğu banktan kalkmaya niyetlenince, Dimitri'nin ona doğru uzanıp çantasını taşımak istediğini belirten eli, tıpkı kelimeleri gibi karşılıksız ve havada asılı kalmıştı.
Ah Dimitri, ahmak Dimitri... Sırası mıydı aptal sırrını açıklamanın. Adadan ayrıldıkları anda, gemiye biner binmez, sanki müjdeli bir haber verecekmiş gibi coşkulu çıkan sesini bastırsa, içi içini yemese, içini kemiren kurdu oracıkta boğuverse, unutulmaz bir gün yaşayacaklardı. Dimitri içiyle dövüşenlerdendi. Her seferinde de kendine yenilen.
Sahile indiklerinde Fadime teyze çoktan tezgahı toplamıştı. İyi ki o pembe bahar çiçeği oyalı peçeteyi aldım diye geçirdi Güzelce içinden. Döndüğünde tezgahın kapanmış olacağı ihtimalinden değil de, Fadime Teyzenin, söylediği bir sözden dolayı almıştı o parçayı Güzelce. "Yaralar Güzelce, sen istediğin müddetçe kanar. İstersen bir yarayı tuzla da şu kenarı oyalı peçeteyle de bastırabilirsin. Sen neyi seçersen, o yara ona dönüşür." Güzelce yarasının oyaya dönüşmesini diledi o anda. O nedenle aldı peçeteyi. Hoş onu peçete olarak falan kullanması imkansızdı da, almıştı işte, yaraya ilaç olur maksadıyla. Bir de Fadime teyzenin Güzelce'nin bileğine doladığı nişan yüzüğü oyalı bileklik vardı. O onun Güzelce'ye hediyesiydi. Güzelce, dönüş yolculuğunda bıçak açmayan ağzına, söz dinlemeyen yüreğine, artık durması imkansız göz yaşına laf geçiremeyince, olanlar oldu.
Dimirti ne yapacağını şaşırdı. Oturdukları yerden vapurun iskele baş omuzluğundaki köşeye doğru yürüdüler. Rüzgara verip yüzlerini, sarıldılar birbirlerine. Boğulurcasına ağlayan ve "nasıl nasıl" diye göğsünü yumruklayan Güzelce'ye sarıldı Dimitri.
Güzelce'nin kulağına neredeyse fısıltı gibi çıkan sesiyle,
"Seni gördüğüm ilk günü hatırlıyor musun Güzelce, Değirmen Tepesi'ne geldiğinizde, sana açılmak istiyordum ama bir türlü nereden başlayacağımı bilmiyordum. İçinde biyolüminesans geçen bilimsel bir cümle ile konuya girip, ışık saçan gülüşün nedeniyle, okyanuslarda yaşayan o eşsiz ışıldayan denizanası gibi muhteşem olduğunu söylemiştim sana. Zavallı Dimitri. İltifat becerisinden yoksun Dimitri. Bari deniz kızı falan de, değil mi, denizi anası da nereden gelmişti aklıma. Sense gözlerini hiç ayırmadan gözlerimden, nasıl da kahkahalarla gülmüştün Güzelcem. Nasıl daha fazla hayran bırakabilirdin ki kendini bana. Sen arkadaşlarınla mezarlığa doğru giderken, iğne yapraklı çam ağaçlarına sırtımı verip, hayaller kurmuştum. Senden beni affetmeni bekleyemem Güzelce. Ben en olmadık zamanlarda, saçma cümleleri bir araya getirip, seni hep güldürmeyi diliyordum. Bugün bu eski Rum Köyüne gelirken, istedim ki, seni eşim olarak görmeyi arzu ettiğim geleceğimize, çamur gibi yapışmasın geçmişim. Hata bir kez yapılır Güzelce. Söz veriyorum, ömrün yettiğince seni güldüreceğim. Beni yüreğinden aforoz etme. Beni ışığından mahrum bırakma."
Güzelce bileğinden özenle çıkarttığı bilekliği, Dimitri'nin avucuna bıraktı. Gözlerinin içine baktı. Çok şey söyledi, hiç sesi duyulmadı. İncecik bedenini havalandıracakmış gibi, esen rüzgara doğru açtı kollarını, Dimitri bir adım geri çekildi, nefes alsın istedi Güzelcesi. Hiç ön göremedi, tıpkı bu sabahki gibi, hiç anlamadı Güzelcesini. Güzelce çevirdi kafasını sola doğru, baktı Dimitri'ye, süzülür gibi bıraktı kendini vapurun baş kısmından, dalgalara karıştı narin bedeni. Dimitri Güzelce diye bağırıyorken, vapurun sireni çaldı iki kez, 2 kez çaldı tam da o anda, denizin içinden gökyüzüne doğru kaynağı belli olmayan bir ışık patladı.
Dimitri sendeleyerek kalktı yataktan, alarmı kapattı. Rüyası habercisi olmuştu, son zamanlarda kısa metraj film gibiydi rüyaları, hem de renkli. Güzelce'ye bugün değil hiç bir zaman olanları anlatmayacaktı. Sırrını, aptallığını derinlere gömecekti. Hiç çıkartmayacaktı oradan. En güzel kıyafetlerini giyip, kontrol etti cebindeki kutuyu. Hızla indi limana, Güzelce oradaydı. Gözlerinin ışığı öyle parlaktı ki, Dimitri gülümsedi. Neydi rüyasındaki kelime, hatırlayamadı. Hatırlasa, tüm rüyayı bir çırpıda Güzelcesine anlatacaktı. En çok da deniz anası kısmına gülmüştü sabah aklına gelince. Biraz değiştirecekti elbet hikayeyi. Biliyordu günün sonunda Güzelcesi denize değil, onun kollarına atlayacaktı. Telefonun mesaj kutusuna gelenle yüzünde çiçekler açtı; mesaj kardeşinden geliyordu:
"Her şey hazır, gün batımında, Taşmahal'de olacağız. Çok heyecanlıyız. Kutuyu unutma, vapuru kaçırma!"
Fotoğraf / Çanakkale seyahatinden