Günlerden Perşembe 5 Mayıs
Neyse ki gecenin stresi göle karışmış herkesin yüzü gülüyor, sıkı bir kahvaltı ile güne güle oynaya başlıyoruz. Bugün kültür turundayız, önce kale içi, sonra adadayız.
İçinde bir de adası olan gölün adı; Pamvotida. Avrupa’nın en eski ikinci doğal gölü ve kelimenin tam anlamıyla tabiat harikası, şehri çevreleyen çınar ağaçları ile tablo gibi bir güzellik. E haliyle dilimizde hep bir "burada yaşanır". Kale içi, hem Osmanlı döneminin harem ve camilerinin hem de Bizans Döneminin kiliselerinin korunduğu, tarih açısından zengin bir keşif vaad ediyor. Durur muyuz bir önceki gece yapılan kısa turdaki tespitler yolda4yolcu için günün rotasını oluşturmada kolaylık sağlıyor.
Evimizin sırt kısmında yer alan içinde Fethiye Cami, türbe, müze, kilise ve Bizans kalıntılarının bulunduğu bölgeye gidiyoruz. Yanya’da gün batımı için en iyi yerlerinden biri olan Hisar Kalesi'ndeyiz. Kale, iç kale anlamına geliyor ve göle bakan bir tepenin üzerinde yer alıyor, ana kapıdan ilerleyen ve sizi içeriye mıknatıs gibi çeken manzaradan hemen önce bir muhafız kulübesi, Ali Paşa’nın ordusu tarafından mühimmat depolamak için kullanılan bir depo ve bir Bizans tahkimatının bulunduğu arkeolojik alan ilk göze çarpan yerler. Daha girişteki bu etkileyicilik, hemen solda yer alan mekanla adeta taçlanıyor. Kahve molası için göz kırpan mekana pas vermiyoruz, evden çıkalı 5 dakika olmadı henüz. Fethiye Camii, Başmelek Mikail ve Cebrail'e adanmış 13. yüzyılın başlarında Bizans kilisesinin kalıntılarının yakınında, göle nazır bir manzarada ve elbette tepede konumlanarak 1430'da Osmanlılar tarafından kentin iç kalesine inşa edilmiş. Hemen önünde yer alan türbe ferforje bir kafes gibi burada meşhur Yanyalı ya da bilinen adıyla Tepedenli Ali Paşa'nın bedeni var sadece, kesilen başının mezar taşının ise İstanbul Zeytinburnu Ayvalık Mezarlığı’nda yer aldığı biliniyor. Hikayesi ise oldukça ilginç.
Eski kentin içindeki dar sokakları geçerek vardığımız kent surları içinde yer alan ve Yunanistan’daki Türk mimarisinin en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen Aslan Paşa Camii ve Külliyesi'ni geziyoruz.
Eve vardığımızda yan inşaatta bulunan usta başının bize el kol hareketi yapması tuhafımıza gidiyor, ortak bir dil konuşmadığımızdan, el kol hareketleri ile anlatmak istediğini de anlatamadığından, eşimi kolundan tuttuğu gibi arabanın yanına götürüp bir şeyler gösteriyor. Arabanın plakasının olmadığını fark ettiğimiz anda kaynar sular beynimizden aşağı akmaya başlıyor. Daha önce defalarca okuduğum yanlış yere park edilmesinin cezasının plaka sökümü ve yüklü bir para cezası olmasının, ev sahibimizin bize verdiği "serbest park" kartı nedeniyle başımıza gelmeyecek bir "talihsizlik" olacağı varsayımım kendini çürütüyor. Elde kağıt geri dönen eşimin yüzünde hatrı sayılır bir karalar bağlama hali var ki, kaynar sular fırsat verse de bir şey diyebilsem duygum, başımıza gelenleri bertaraf etmemizi kolaylaştırmıyor. Kısa bir şok dalgasından sonra toparlanıyor, eve gidiyor, ev sahibimiz Vasilis'e elimdeki ceza kağıdı ile birlikte bir mesaj atıyor, çok stresli ve demoralize olduğumuzu söylüyor ve beklemeye başlıyorum. Saniyeler saat gibi, geçmiyor. Eşim sokağı dolaşıp geliyor, "şikayet oldu herhalde diyor, çünkü her arabada aracın kendi plakası yazılı -izin kağıdı- var, "bir tek bizim plaka tutmuyor" meseleyi anlıyor ama gelmeyen cevapla birlikte içimizde büyüyen sıkıntıya söz anlatamıyoruz.
Annemle babamı dün gördükleri tavukçuya gitmeye ikna etmişken "blink" sesi ile telefona koşuyorum, ev sahibimiz çeviri programı aracılığı ile iletişim kurduğu için kısa bir mesaj atıyor. "Her şeyi çözeceğim, çok üzgünüm, kızım geliyor, telaş yok".
Kızı geliyor, "telaş yok, plakalar yarın polis merkezinden teslim alınacak. Bugün vermiyorlar, ama sabah 9'da teslim alacağız." 45 euro ceza meselesini ev sahibimiz halledecek. Vasilis sürekli üzgün olduğunu belirten mesajlar atıyor. Sakinleşiyoruz. Karnımız zil çalıyor, midemizin "hadi yemeğe" mesajını dikkate alıyoruz. Çarşı içinde bir gün önce babamın "burası harika" dediği yere karar kılıyoruz. Tam karşısındaki peynirciden, etler ve yerel peynirler alma fırsatı böylece kendiliğinden tıkır tıkır plana dahil oluyor.
Kebapçıya oturuyoruz. Sipariş için sıramızı beklerken, peynir dükkanından çıkan "Eleferia", bize gülümseyerek yaklaşıyor. Dükkan onunmuş, 4 kuşaktır peynir üretiyorlarmış, abisi çiftliği yönetiyormuş, bak sen bizim ev sahibimize.... Hikâyesinde neler varmış. İyi bir tercih yaptığımızı belirtip, "şiş" konusunda ısrarcı davranıyor. Hakkını teslim ediyoruz, bu kadar sulu, lezzetli ve doyurucu bir şiş uzun zamandır yememiştik. Biranın serinletici etkisi kaynar suları unutturuyor. Dükkana uğrayıp, ada dönüşü mutlaka geleceğimi belirtiyorum. Tavsiyesi için teşekkür etmeyi unutmuyorum.
Göle doğru, kale duvarının karşı caddesinde yer alan turisttik eşya satan sıralı dükkanları geze geze iniyoruz. Kooperatif tarafından işletilen motorlardan birine binip, kalkış zamanını bekliyoruz. Karnımız tok, sırtımız pek, aklımız yeniden başımıza gelmişken, gülümseyen "gevrek" anımızı bir fotoğraf ile ölümsüzleştiriyoruz.
Tepedelenli Ali Paşa’nın şahsi eşyalarının sergilendiği "Ali Pasha Museum" için Pamvotida Gölü’nde bulunan isimsiz adaya on dakikalık bir motor seyahati ile ulaşılıyor. Yanya daha önce gezdiğimiz Meteora ve Athos Dağı manastırları gibi önemli bir merkez. Arnavut kaldırımlı dar sokakları takip ederek adada yer alan yedi Bizans manastırını görmek mümkün ki bu vesileyle adanın etrafında tam tur da atmış oluyorsunuz. Bence asıl cazip olan gölün karşı kıyısında eşsiz bir güzellik sunan çınarlarla çevrili eski kent ve kale manzarasının keyfini çıkarmak.
Adaya henüz ayak basmadan, uzaktan görünen taş evleri ve önünde park halinde duran rengârenk tekneler ile beni kalbimden vuruyor. "Taş ev mi onlar, valla taş ev..." Kalbim öyle hızla çarpıyor ki, burada yaşarım ben duygusu gene beni benden alıyor. Bir gün olacak biliyorum, suya yakın bir taş ev, bahçesinde ben.
Köyün meydanı bildik bir his uyandırıyor, kilise, meydan, kafeler, yemek yenecek mekanlar, çınarlar ve huzur. Adayı önce sol koldan müzeyi görmek üzere adımlıyoruz, Yanya’da yapılacak en iyi şeylerden biri tekne ile geçilen bu adada vakit geçirmek, Ali Paşa Müzesi aynı zamanda, 19. yüzyıldaki Yunan devrimci döneminden kalma kalıntılara ve Osmanlı lideri Ali Paşa’nın 1788-1822 dönemine ait bir koleksiyona ev sahipliği yapıyormuş. Keşke bir de tuvalete ev sahipliği yapsaydı. Nasılsa müzeye gidiyoruz diye yolsa girmediğim tuvalet bana dert oluyor. Ali Paşanın kişisel eşyalarının sergilendiği evi (sarayı da deniyor) ve Hristiyanlıktan vazgeçmeyen eşine yaptırdığı kilisenin yanı sıra bir de sergi salonu olarak kullanılan bir yapı ile pek de saray çağrışımı yapmayan "saray müzenin", bahçesindeki dev çınarın gölgesinde soluklanmak üzere, hemen göl kenarına konmuş banklara oturup, hikayeyi bir rehber edasıyla bizimkilere okuyorum.
Evi gezdikten sonra giriş katı sağ duvarında, merdiven taşına konmuş, paşanın başının kesilişinin resmedildiği o görselde fazlaca takılı kalıyorum.
Evin üst katında ve sol alt katında yer alan daimi sergilerde, Ali Paşa'nın ünlü altın kaplama tüfeği -ki bir hayırsever tarafından sokak satıcısından bulunduğu ve müzeye bağışlandığı söyleniyor - ve elbette eşi, Kyra-Vassiliki'nin hakiki ipek elbisesi -ki halen nasıl korunabilmiş ve bu kadar kusursuz bir parlaklık ve güzellikle saklanabilmiş olmasına inanamıyor insan- gibi parçalar ile onlarca tablo yer alıyor.
Müzeden çıkarken solda yer alan mağaralar dikkatimi çekiyor, 700 yaşında olduğu söylenen çınarın gölgesinden midir, yoksa sağdaki gölün sunduğu manzaranın etkisinden midir, başım dönüyor. Taş merdivenlere oturup, düşünüyorum, insanın ömrü, yaşamak ve hırslar üzerine.
Eşim de gelince, bahçe merdivenlerinden yukarı çıkıp, mağaralara doğru yürüyoruz, bilgi notunda,15.yy'da rahip-keşişlerin yaşadığı ve hatta Meteora'da Varlaam Manastırı'nı - gezmiştik hatırlarsanız- kuran Apsarades'in de bu mağarada keşiş olarak yaşadığını öğreniyoruz. Mağaranın bir diğer önemi de, İkinci Dünya Savaşı sırasında İtalya'nın hava saldırılarına karşı kendilerini korumak için 1940 yılında ada sakinlerinin bu mağaralarda saklanması. Öyle güzel dekora edilip, ses efektleri ile donatılmış ki, az sonra uçakların hava saldırısına uğrayacakmışsınız gibi bir his ile oradan bir an önce uzaklaşmak istiyorsunuz.
Gelelim Ali Paşa'nın hikayesine ve gölde yüzen Kaşıkçı Elmasına... Elmas tabi ki gölde yüzmüyor, bildiğiniz üzere Topkapı Sarayı'nda sergileniyor, ama önce Ali Paşa ve dillere destan, müzayedelere para olan aşkına.
Ali Paşa, Arnavutluk'a yerleşmiş Kütahya kökenli bir aileden, hüküm sürdüğü yıllarda Yanya'nın ticari ve ekonomik bir merkez olmasının yanısıra manevi bir merkez haline de gelmesini sağlayan güçlü bir yönetici. Trajik ölümüyle de Yanya için önemli.
İlk başta bir çete reisi iken, Osmanlı'da çıkan isyanları bastırmasından mütevellit, vali olarak Yanya'ya atanıyor, 32 yıl hüküm sürdüğü topraklarda Osmanlı'dan ayrılıp yeni bir devlet kurma hayali kuracak kadar güçlenmesinde Yunanlılardan aldığı destek yadsınamaz. Bu hayal onun trajik bir ölüme uzanan bir öykünün kahramanı olmasına da sebep oluyor. Bir de tabi efsanevi Kyra-Vassiliki Kontaksi var ki, 14 yaşındaki bu dilbere ona olan tutkusu tablolara konu olmuş, büyük paralar karşılığında kolleksiyonerlerce alınmış, hatta bir köye isim olarak verilmiş.
İkinci evliliğini, yaşlılığında, üzerinde mutlak kontrolü olduğu bilinen 14 yaşındaki Hristiyan Vassiliki ile yapıyor. Gönlünü öyle kaptırıyor ki, genç karısı ondan vazgeçmesin diye adaya bir kilise yaptırıyor, Sonrasında bölgesinde düzinelerce kilise inşa ettirmesine rağmen hiç cami yaptırmıyor. Ali Paşa hüküm sürdüğü yıllarda sorumlu olduğu bölgede, bataklıkları kurutup, madenler açtıran, sayısız köprüler ve yollar yaptıran güçlü bir yöneticiyken Osmanlı'ya karşı gelmesi ve isyan çıkaracak olması nedeniyle, kafası kesilerek öldürülmesiyle cezalandırılacak trajik bir sonla karşılaşıyor.
İşte bu noktada Kaşıkçı Elması devreye giriyor. Elmasın Osmanlı hazinesine girmesi ile ilgili anlatılan hikâyelerden biri de, elmasın Napolyon'un annesinden satın alındığına dair. Uzun bir süre Napolyon'un annesinde kalan elmas, Napolyon'un sürgüne gönderilmesinden sonra annesi tarafından satılığa çıkarılıyor. Elması, Tepedelenli Ali Paşa'nın bir adamı satın alır ve elması Paşa'ya getiriyor. Paşa elması Vassiliki'ye düğün hediyesi olarak veriyor. Tepedelenli Ali Paşa'nın, II. Mahmut zamanındaki trajik ölümü sonrasında başıyla birlikte el konulan ve bulunabilen tüm taşınabilir mal varlığı İstanbul'a getiriliyor. Böylece "Kaşıkçı Elması" hazinedeki yerini alıyor.
İlginçtir ki "Kaşıkçı Elması" hikayesini gezi sonrasında notları toparlarken buldum, ne müzede gezerken ne de öncesinde okuduğum bilgilerde elmasa rastlamamıştım.
Müzeden ayrılınca, dar sokakları takip ederek isimsiz adada bulunan yedi manastırdan en etkileyicisi olan ve 1204 yıllarından günümüze ayakta kalan Hayırseverler Manastırı’na doğru gidiyoruz. Kilisenin içinde birbirinden güzel tablolar ve mozaikler olduğunu okumuştum ancak ziyarete o esnada açık olmayan kiliseyi dışarıdan görmekle yetiniyor, tüm adayı tam tur dolaşmayı tamamlayarak yeniden motorların bizi bıraktığı noktaya geliyoruz. Motorun kalkması gereken süreye biraz vaktimiz olduğundan, birer soda alıp, gölü seyre dalıyoruz.
Dönüş yolunda kalabalık olmayan motorumuzdan yüz bin milyoncuk balonlar kıvamında fotoğraf çekiyor, tepe noktada tüm ihtişamı ile bizi karşılayan eteğinde ulu çınarları ile dimdik ayakta duran Fethiye Cami'ye hayran oluyoruz.
Ana karaya dönmemiz ile yorgunluğumuzu iyiden iyiye hissediyoruz, biraz soluklanmak için bir bankta oturuyoruz, annemle eve biz ise çarşısına gitmek istiyoruz, zaten akşam için plan öğlenden belliydi, on dakikalık mola sonunda annemler hemen güney kapıdan eve gidip şarabı soğutmak üzere eve doğru hareket ederken, biz de kaleye doğu kapısından girmek üzere gölü sırtımızda bırakarak yukarıya çarşıya gidiyoruz, bir atasözü der ki, peynir beklemez! Plan basit, akşama ayakları uzatıp, serinletilmiş Merlot ile günü değerlendireceğiz ki bence gezilerin en güzel sohbeti de o anlarda oluyor.
Peynirler, etler derken bir torba lezzet ile dönüyoruz eve, günün kaynar suyunu unutmuştuk ne güzel, ama hemen evin önünde duran maviş kel kör haliyle bizi karşılayınca birbirimize bakıyoruz, ikimizin de içinden geçen belli, gözler "yarın ola hayrola" diye bakıyor.
Sesler dışa vuruyor:
"Olur di mi?"
"Olur olur :)"