Çocukken ne zaman Tanrı ile ilgili bir sorgulamaya girişse aynı yolu denerdi. Gece uykuya dalmadan hemen önce yatağının kenarında diz çöker, öğretilen dualarını eder ve cümlesini “eğer varsan ve sana yürekten inanmamı istiyorsan, yarın bir arabam olsun uzaktan kumandalı” derdi. Uyanırdı, yüzünü bile yıkamadan sağa sola bakardı. Yatağının altına. Dolabının içine. Kendi odasından çıkar, evin bütün odalarını dolanırdı. Annesi hayırdır bir şeyi mi kaybettin dediğinde evet derdi yüksek sesle Tanrı’yı derdi içinden. Ne zaman bir kararsızlığa kapılsa sadece istek değişirdi, cümle hep aynı kalırdı.
Büyüdükçe diz çökmeyi, dua etmeyi ve Tanrı’yı unuttu.
Yaşadıkça, boyun eğmeyi, sövmeyi ve aşkı öğrendi.
Doktora gittiği günün sonunda, hastalığının çok ilerlediğini ve kaliteli yaşamak için sadece 4 ayı kaldığını öğrendi. Zaten yaklaşık 3 aydır yapılan tetkikler ve tedavilerden de biliyordu ki durum hiç de parlak değildi. Doktorundan ilk öğrendiği gün geldi aklına. Durumunuz demişti, ileri seviye tetkikleri yapmayı zorunlu kılıyor. Sıkıntılı bir süreçtir. Ama yapılmalıdır da… Doktorun ofisinden çıktığında güneşli havaya bakıp…
Bir kadın önüne 5 demir para attı. Başka bir adam sigara uzattı. Bir çocuk gofretinin yarısını uzattı. Bir kedi geldi, yanına uzandı. Bir kadın geldi bir kazak getirdi. Bakkal amca bir kutu getirdi soğuktan donmasın diye etrafını çevreledi. Aylar geçti. Basamakta uyudu, basamakta yaşadı. Basamakta ağladı. Ama bekledi. Yağmurlar yağdı, karlar hatta. O bekledi. Tutunduğu tek dal aşkı gelmedi. Bakkalın bıraktığı bir gün önceki gazeteleri aldı eline. Tarihine baktı. 3 ay 29 gün geçmiş dedi. Yarın son gün. Ayağa kalktı, üstünü başını düzeltti.
Diz çöktü olduğu yere. Dua etti, Tanrı’yı gördü… Tanrı gülüyordu...
“Okuduğun dünkü gazeteydi” dedi Tanrı.
Adam Tanrı’ya baktı.
“Madem vardın, neden onu bana getirmedin.”
Tanrı gülümsedi...
“Seni ona götürmeye geldim” dedi.
“Zaten bir tek böyle bir günde açardın sen” dedi ve “Kıçın olsa da kına yaksan” diye bağırdı sokağın ortasında.
Öfkeliydi hayata…
Hiçbir şey eskisi gibi olmadı o günden sonra. Hastane uğrak yeri, hemşireler, doktorlar ve hasta bakıcılar yarenlik ettikleri, ilaçlar tek içkisi olmuştu. Boyun eğmişti hastalığına, başka ne yapabilirdi ki…
Doktorla son görüşmesinden çıkalı neredeyse 3 saat oluyordu ve o hala, nereye gittiğin bilmez bir halde yollarda yürüyordu. Bir sokağın başına geldiğinde, nerede olduğunun ayrımına vardı. Hayattaki tek aşkını öptüğü sokağa gelmişti. Kapıda durdu. Durdu. Durdu.
Nice sonra, kapıdaki zillere bakabildi. Adını görünce zilde ve bir de soyadının aynı durduğunu fark edince, yüreği attı ince ince. Madem dedi son 4 ay. Madem aşktı o, hadi oğlum bas şu zile. Oğul kol harekete geçti, beyin babanın lafını dinleyip zile uzandı. Ana yürek bir çığlık attı ama oğul onu duymadı.
Kapı duvar, kapı duvar dedi… Parmağı hala zildeydi. Basamaklara oturdu. Bekledi. Akşam oldu. Sabah oldu. Akşam oldu. Sabah oldu. O hep bekledi.
Bir kadın önüne 5 demir para attı. Başka bir adam sigara uzattı. Bir çocuk gofretinin yarısını uzattı. Bir kedi geldi, yanına uzandı. Bir kadın geldi bir kazak getirdi. Bakkal amca bir kutu getirdi soğuktan donmasın diye etrafını çevreledi. Aylar geçti. Basamakta uyudu, basamakta yaşadı. Basamakta ağladı. Ama bekledi. Yağmurlar yağdı, karlar hatta. O bekledi. Tutunduğu tek dal aşkı gelmedi. Bakkalın bıraktığı bir gün önceki gazeteleri aldı eline. Tarihine baktı. 3 ay 29 gün geçmiş dedi. Yarın son gün. Ayağa kalktı, üstünü başını düzeltti.
Diz çöktü olduğu yere. Dua etti, Tanrı’yı gördü… Tanrı gülüyordu...
“Okuduğun dünkü gazeteydi” dedi Tanrı.
Adam Tanrı’ya baktı.
“Madem vardın, neden onu bana getirmedin.”
Tanrı gülümsedi...
“Seni ona götürmeye geldim” dedi.
____________________________