16 Ekim 2009

Soru / Cevap Üzerine Bir Deneme

Aklında onca soruyla uyandığında,
Ulaşmak isteyip de ulaşamadığnda,
Seslenip duyuramadığında,
Uzanıp tutamadığında,

Kelimeler boğazında düğümlenip kaldığında,
Akıl isyanlarda,
Yürek hüzünlerde,
Sen lal olup kaldığında,
İçine kaçıp; kapandığında,

Söylesene; özlem değil de nedir cevabın,
Eğer soru doğru sorulursa...
________________________________________________

Kadın o sabah erkenden kalktı. Ense kökünde betonlaşan ağrıya oralı bile olmayacaktı, eğer yataktan kalkar kalkmaz sendelememiş olsaydı. Ama sendelemişti işte ve hatta tutunmasa yatağın kenarına, kaybolan dengesi ile halı desenine yakından bakıyor bile olabilirdi o anda... Aklında onca soruyla uyandığında da böyle olmuştu. O sabaha gitti aklı... Oturdu yatağın kenarına... Elleri...

Telaşla telefona sarıldı.... Dıt... Dıtttt.... Dıtttttt... Uzun uzun çaldırdı telefonu, ulaşmak isteyip de ulaşamadığında, elleri titrerdi... Elleri...

Oturdu sallanan koltuğuna, sesi öyle cılız öyle kuruydu ki kendi bile duymakta zorlanıyordu. Ama seslendi. Arka odada otururdu eşi, hep o yola bakan camın önündeki kanepenin köşesinde. Seslenip duyuramadığında, bir ümit bir çan almıştı, onu usul hareketlerle kımıldatırdı. Kendi sesinden bile cılız çıkardı sesi çanın, ama adam duyardı ve ses verirdi... Adam yerinden kalkar bazen salona kadar gelir, eşinin hemen karşısındaki koltuğa oturur, hiç konuşmaz, sadece dinlerdi. Kadın bir kol mesafesinde bile, uzanıp tutamadığında adamın ellerini, hüzün kaplardı yüreğini...

Böyle zamanlarda kelimeler boğazına düğümlenip kalırdı, kelimeler boğazında düğümlenip kaldığında, bilirdi, birikmiş onca kelimenin hiç bir karşılığı olmayacağını bildiğinden sustuğunu... Akıl isyanlarda, yürek hüzünlerde olurdu böyle zamanlarda... Suskunlukları asır sürerdi. Suskunluğu bozan adam olurdu; sen lal olup kaldığında, ya da içine kaçıp, kapandığında ölüm yakın diyorum kendime, nolur susma...

Kadın sallanan koltuğunda bir iki sallandı. Bir iki adamla göz göze geldi; bazı zamanlar bir asır biter, yeni bir asır başlardı suskunluklarında. Kadın, neyin var aşkım diye sorsa adam, tek bir soru sorsa, vereceği cevabının olduğunu biliyordu ama adam ne soru soruyordu ne cevabı bilmek istiyordu. Söylesene dedi kadın sessizliğin sesine çarpıp geri döneceğini zannettiği tiz sesiyle: Söylesene... Nedir bu kadar uzakta seni tutan, yalnızlığa iten... Adam kaldırdı yere düşen gözlerini, topladı tek tek yitip gidenlerini, diline kadar geldi de kelimeler, çıkmadı işte... Kadın sessizliği bozduğu yerden devam etti; özlem değil de nedir cevabın... Adam, evet diyebildi, evet; özlem... Kadının elleri titredi... Elleri...

Yatağın kenarına dayadığı ellerinden aldığı güçle kalktı ayağa... Banyoya doğru ilerledi... Elini yüzünü yıkadı. Sevmezdi ıslak kalmalarını. Havlu ile kuruladı. havluyu yüzünden aşağıya kaydırırken, tam çenesinin ortasında iki avucunun arasındayken, aynaya yaklaştı; yüzündeki çizgilere baktı ve ellerine... Elleri...

Salona geçti. Bir sigara yaktı. Sallanan koltuğuna oturdu. Çan yerinde duruyordu. çalınması için hiçbir sebep yoktu. Derin bir nefes aldı sigarasından, derin bir iç çekişle daldı gözleri... Eğer soru doğru sorulursa, hep verilecek bir cevap vardı. Özledim dedi. Soruyu duyan olmadı, elleri titredi... Elleri...

__________________________________________________

Soru / Cevap bundan bir kaç ay önce şiir tadında yayınlandı... Şiirleri öyküleştirmek ya da bir öykünün anlattığını şiirleştirmek... Verilen kelimeler üzerine yazı yazmak, metin yazarlığı dersinde hocalarımızın bize verdiği alıştırmalardı. Bu alıştırmalar Denemenin Tadı olarak yer bulacak bundan sonra dünyamda...

15 Ekim 2009

Kahve Kokusu Sindi Üzerime





Yüreğimin derinlerinde kapalı bir kutu
Arala da bak içeri, korkma…
Ama bir iyice bak olur mu?
Eğer görürsen bir tohum
Bir de hatta filizlendiyse
Güneş sızmıştır içime
Sen yüreğimi sevince (*)







Biliyorum sana yazılmış olsa bu satırlar, duyardın sesimi, ve gelirdin...
Ve gelirdin, sarıp sarmalardın beni, öperdin yaralarımı tek tek...
Tek tek, tel tel ayırırdın saçlarımı, hüzünlerini ayıklardın, sonra kırıklarını...
Sonra kırıklarını toplayıp yüreğinin, benden aldıklarına karıştırır harmanlardın bir güzel...
Bir güzel yoğururdun onları kulak memesi kıvamına gelinceye kadar, bekletirdin bir yarım saat dinlensin de kabarsın bir iyice...
Bir iyice kabarırdı mutluluk içinde, arasıra kontrol eder, bakardın ki kıvamı kaçmasın...
Kıvamı kaçmasın diye baktığın her seferinde, bir tutam sevgi koyardın, bir tutam da aşk eklerdin üzerine...
Eklerdin üzerine bildiğin, gördüğün, yüreğinden geçen bütün huzur anlarını...
Huzur anlarını anlatırdın fırınlarken hamuru, yanında mutlaka bir kahve keyfiyle...
Kahve keyfiyle keyfime keyif katardın sen ve ben sadece o kahve keyfi anı kadar bile sevebilirdim seni...
Sevebilirdim seni, çünkü biliyorum sana yazılmış olsa bu satırlar, duyardın sesimi, ve gelirdin...

Oysa sana yazıldı bu satırlar...
Henüz sen yoktun yazıldıklarında...
Olma ihtimalini sevdim ben...
Hep ol istedim...
Sensiz çok yalnız olacağımı...
Tam olmayacağımı bildim...
Hep seni aradım ben...
Hep sana seslendim...
Şimdi varsın...
İyi ki varsın...
İyi ki geldin...
Kahve kokusu sindi üzerime...
İyi geldi günüme...




__________________________________

Sen Bilsen şiirimden alıntı...
Fotoğraf / deviantART







14 Ekim 2009

Yargı Sürecinde Bir Kaç Soru


Sen vazgeçmiyorsun ya hayattaki duruşundan ve sonunda yalan söylemek zorunda kalıyorsun ya benim yüzümden bana... Şimdi soru şu:

Yalan söyleyebilecek kadar değişiyorsa hayattaki duruşun,
kapıyı kapatmak da bir seçenek olabilir o zaman değil mi?

Ya da şöyle sorayım, vicdanın hangisinde daha az sızlar söylesene?
Dur cevap verme, vicdan değerden yana sızlardı, sen öğretmiştin daha önce...
Ve bana yalan söyleyebildiğine göre, değerimi anladım, daha fazla zahmet etme...

_________________________________________________

Yukarıdaki satırlar bir yargı üzerine kurulmuş cümleler...

Yargı şu: Beni kırmak pahasına vazgeçmeyecek misin bildiğinden üzerine yapılan bir tartışmada taraflardan biri şunu der: O zaman bundan sonra bana bu konuda tek bir kelime bile etme... Ben eminim ki - yargı cümlesi işte tam da burada kuruluyor - sen zaten bildiğini yapacaksın.

Gelinen son tahlilde, bildiğini okuyan taraf, bir gün yalan söyler... (Kaçınılmazdır, ne yapsın ki, doğruyu söylese karşı tarafın yeter deyip gitme ihtimali kuvvetli... Eeee bir de uyarı almış; bu konuda tek bir kelime etme diye... Bak şimdi, bu arada bir soru daha takıldı kafama: Herhangi bir şey söylemeyip, yaptıklatının üstü örtüldüğünde ve bu bir şekilde öğrenildiğinde, bildiğini okuyan taraf yalan söylemiş olmuyor değil mi?)








Ah ah... Soru soruyu doğuruyor farkındayım;
Şimdiki soru şu:

Şimdiye kadar söylediğin hangi doğruya inanayım?







__________________________________________

Fotoğraf / deviantART

13 Ekim 2009

Lodosun Ardı Yağmur Olsa Da...



Oturdum sahilde bir taşın üstüne...
Uzaklara, gözümün alabildiği yüreğimin varabildiği son noktaya bakıyorum...
Ardımda bıraktığım çakıl taşlarından bir kule yaptım kendime...
Sırtımı sağlama dayadım...
Yanı kendime...

Es rüzgar!
Yağ yağmur!
Çak şimşek!

Yıkılmam demiyorum...
Ama artık daha çok dayanırım biliyorum...





Sertap Erener - Vur Yüreğim



__________________________________________________

Fotoğraf /  Soon@Neslihan Öncel 

12 Ekim 2009

Mor Hüzün

Mor bir bulutun gümüşsü parlaklığını
parmak uçlarımla ıslatamadığımda farkına vardıklarım:
Ve ağzımı kesip kanatan sözcüklerimin boğuntusu
sana söylenememiş olmalarından değil,
söylenmemiş olmalarından.
Son gölgende uzuyorum, belki de çekiliyorum. (*)



Üzerine konuşulmamış bir ilişkiydi bizimkisi, ilişki miydi, çok da emin değilim. Konuşmazdık pek evet, üzerine düşünür müydük, ondan da emin değilim. Düşünürdük elbet de, birbirimizi mi acaba... Bunu bir soru olarak soracak olsam, çoğunlukla kesinlikle hayır olurdu cevabım biliyorum.

Bir boyunduruk altına alınmıştık birbirimiz tarafından ve bu içinden çıkılmaz halimize evlilik demek işimize geliyordu. Rolünü çıkarmaya çalışan yeni yetme aktörlerin düştüğü duruma düşüp, rolü büyütürdük zaman zaman; abartılı oyunculuğumuzun sahicilikten uzaklaştığını fark etmeden.

Bir gece sokak serserileri tarafından patlayan dudakların ve açılan kaşınla eve geldiğinde; gerçek karşımdaydı, yalansızdı, abartısızdı, acıtıyordu... Hiç olmadığı kadar iyi bir oyun çıkartıyordun... Erkek gibiydin. Bir erkek gibi, asıl onların düştüğü perişan durumu anlatıyordun ballandıra ballandıra, ağlamaklı gözlerini görmesem, sahi sanacaktım: O adamları evire çevire dövdüğü ile böbürlenen adamla o gece sevişebilirdim bile. Hiç sevişmemiştik. Hiç bilmemiştik tenimizi... Bilmek de istememiştik. O gece sendeki erkeği görmek için yüzüne baktığımda, ağlıyordun işte; içine ya da dışına, ne fark eder ki... Acizliğine, kavga bile edemeyişine, kendini bile korumaktan uzak kalışına yumruklarının; öfkeliydin... Oysa bu hayatta tam da erkek olmak için bir fırsat geçmişken eline ve sen bunca sene sonra bir kadına ispatlayacakken gücünü... Bir damla kan ve gözyaşı ile geri döndün eve. Oysa alacağın bir paket sigara, iki de biraydı...

Ailelerimiz evlenmemize karar verdiği zamalardaki seni, ilk gecemizi, sonraki gecelerimizi, senin üst komşunun eşi Levent'i süzüşünü, benimle gözgöze gelişini... Daha neler düşünmedim ki hastane yolunda... Ben 17 yaşındaydım, sense 20... Nasıl yakışıklı, nasıl bakımlıydın. O tutucu ailenin bir tanecik oğluydun ya özenmişti annen seni büyütürken... Öyle demişlerdi seni bana anlatırken; düzenli, bakımlı bir adam ayrıca işi var, iyi bakar sana... Annem hep zengin biriyle evlenmemi isterdi; hayatlarımız kurtulsun diye. Benim tek derdim de bizimkilerin o boğucu, o sahiplenici tavırlarından uzaklaşmaktı... Evlilik kaçıp kurtulmaktı boyunduruktan. Sen idealdin, bana karışmayacağını, kıskanmayacağını ve özgürleştireceğini beraber geçirdiğimiz bir kaç günün sonunda fark etmiştim. Fark edemediğimse bambaşka bir boyunduruğa mahkum edişimdi kendimi...

Hastaneye geldiğimizde ağlıyordun isterik bir biçimde, tokatlamak geçiyordu içimden seni. Oysa biliyordum, o anda bu güne kadar hiç olmadığın kadar kendindin... Sendin...  İçindekini kadını özgür bırakmıştın... O kontrollü sesini devrettiğin tizlik, kulaklarımı tırmalıyordu. Duymazdan geldiğim kahkahalarından bile kadınsı bir tavırla ağlıyordun. Doktor kaşına dikiş atacağı zaman, uyutun diye hastaneyi inlettiğinde, o adamların seni döverken aldığı haz geldi gözlerimin önüne. Öfkeleniyordum. Öfkem onlaraydı ama anneme, babama, baskılarına, beni yapayalnız bırakmalarına, okuyamayışıma, yaşamak için sana bağımlı oluşuma, sana, senin erkek olamayaşına, kendi kabusuma, senin içindeki hayatı yaşayamayaşına, baskılara, geleneklere, sığ bakış açılarına derken; büyüdü, büyüdü ve sana yöneldi sadece. Senin isterik ağlama krizinin orta yerindeki son dikişte, ben patladım: Acizsin sen...

Nasıl çıktı ağzımdan bilmiyordum... Ağlıyordum; senden daha isterik bir biçimde ağlıyordum. Sarsıla sarsıla ağlıyor ve kızıyordum, ellerini ellerime alıyor, yumruklarını sıkıyor ve sağa sola savuruyordum... Neden... Neden iki yumruk atıp da deviremedin onları yere... Şu haline bak... İnsanlıktan çıkmışsın... Göz göze geldik... Sarıldık birbirimize, bizi bir arada tutan boyunduruğun, arka yüzündeki hikayelerimizi anlatmasak da tahmin ediyorduk aslında. Birbirimize sığındık bir kez daha. Başka şansımız yok gibi geliyordu her seferinde...

Hastaneden dönerken ne kadar şanslı olduğumuzu düşünüyorduk ve gülüyorduk hayatın bize çizdiği yollara, hangi yola saparsak sapalım, buyduk biz, böyle yazılmıştı kaderimiz... Yeter dedik kara kışın kavuran soğuğunda. Yeterdi yaşadıklarımız, bize yaşatılanlar, biz seçmemiştik, biz istemmemiştik her daim kaybeden olmayı... Dövüş sporlarına yazılmaya karar verdik: Bundan sonra gece bizi sessizce sevmeye gelen amcaları, dayıları dövebilelim diye... Mor bir hüzün kapladı her yanımızı, bunu sesli olarak dile getirince... Geceyi kaplayan kara akan damlan yansıdı yüzüne; kırmızı ve parlaktı... Parmak uçlarımla uzandığımda silmek için; öptün parmak uçlarımı, ilk defa... Ağzını kanattı kelimelerin, söylememiştin ve söylemeyecektin ama ben biliyordum:  İlk defa dokunmadan seviyordu biri seni ve ilk defa dokunmadan sevmişti biri beni... Mor bir hüzün kapladı içimizi, görüyorduk... Korkularımızdan sıyrılıp, o gece ilk defa birbirimize sarılıp uyuduk... Karı koca olamayacaktık belki ama hayata karşı oynadığımız oyunda güçlü olmak adına birbirimize sahip olduğumuzun farkındaydık...

Aylar sonra üzerine konuştuk arka yüzlerimizde olanları ve aylar sonra ilk defa karar verdik, ayakta dimdik durmaya... Boşanma davasını açan ben oldum, anlaşmalı boşanma ile bana hayatımı devam ettirebileceğim kadar nafaka ödemeyi kabul eden sen...

Üzerinden üç yıl bile geçmemişti henüz... Sen yurt dışında yaşıyordun ve seni seven bir adamla aynı evi paylaşıyordun, bense ilk iş dışardan liseyi bitirmiştim. Senin desteğinle açtığım dükkanda el emeği göz nurlarımı satıyordum. 

Birbimizin karşısına çıkmasak ve o gece o kar yağmasa ve o adamlar çıkmasa karşına köşe başında ve mor bir hüzün kaplamasa içimizi... Bu kadar şanslı olabilir miydik bilmiyorduk ama hep bizi karşılaştırana şükranlarımızı sunuyorduk, kaderimizi değiştirme şansını bize verdiği için ve amcalar, dayılar bir daha bizi istemediğimiz bir şekilde sessizce sevemeyeceği için...


_______________________________________
(*) İlk Yayın Tarihi / Ocak 2009
Fotoğraf
_______________________________________
Onlarca haber okuyoruz, genç yaşta ve hatta çocuk yaşta; baba, amca, dayı, teyze, hala, komşu tacizlerine uğrayan. Hayatları onarılamaz yaralar alan; kayıp insanlar yetiştiriyoruz. Konuşamadığı, cinsel tercihini söyleyemediği, ailesi tarafından sahip çıkılmayan... Onlarca hayata şahit oluyoruz, yitip giden: Bir annenin çocuklarını da alarak bir nehre atlayışına ve bir başkasının 21 bıçak darbesi ile öldürülüşüne...
Bu öykü o kayıp kız çocukları ve erkek çocukları için kaleme alınmıştır.