Düşünceler kararınca, sisli bir gözaldanması ile bakıyorum dünyanın bana sunduklarına...
Bu aralar içimdeki kız çocuğu çıktı dışarı dolaşıyor sokaklarda, umrunda değil dünya... Yalnızlıktan delirdi zaar diyecek mahalledekiler... Delirdi de ne yaptığını bilmiyor. Aman öyle desinler, ne akıllı ne mükemmel, ne şahane diyeceklerine, deli desinler... Ama bilmeyecekler; delirmek hayata tutunmaktır tam ortasından, öyle sıkı, öyle sıkı tutunursun ki, parmakların ağrır, sonra kolların, yüreğine vurur ağrısı da delirirsin ağrıdan. Ama bu delilik hali, kusursuzluk halinden iyidir aslında.
Güneşle randevum var, anlayacağınız ben çıktım. Kendim gibi bir deli ile karşılaşma umudum var. Olmazsa, tanırım kendimi; çok sürmez dönüşüm. Düşünceler gene kararır zamanla ve ben gene dünyanın bana sunduklarını sisli bir gözyanılması ile görürüm ki; böyle olmasın istiyorum. Artık böyle olmasın.
Ama şimdilik çıktım ben...
________________________________________________
Beni tanımayana not: Umutla bakmaktan yorulur da insan son bir umut hadi der ya kendine... Bu bir hadi yazısı aslında...
Ve dostum, ben farklı olsun istemiyorum mu sanıyorsun. Yorulmadım mı? Kızgınlığın öfkeden değil biliyorum, hissettiğinden. İyiyim... Meraklanma...
_________________________________
Geçen yıl bu zamanlarda yazmışım bu yazıyı... O gün gitme isteğimin çok farklı nedenleri olsa da, ben içim çok daraldığında, bir de çözümsüz kaldığımda, sanırım en çok da, doğrunun ne olduğunu bildiğim halde yanlış aslında yapmak istediğim olduğunda, bir yola çıkmak istiyorum plansızca, o anda oradan geçerken içimi ısıttığı için bir kasabada durmak istiyorum mesela, soluklanmak bir çay bahçesinde, düşünmek sonsuzca, yola düşmek sonra yeniden, gitmek, gitmek, gitmek istiyorum uzaklara, bilmediğim diyarlara.
_________________________________
Saklı bir vadiydi soluklandığımız, saklı kalmış duyguların ardında oynanan bir saklambaç oyununda, gelişi güzel günlük telaşlardı konuştuklarımız... İlk taşı kim attı hatırlamıyorum. Yankılanıp dönen sesti, ikinci kadehi içerken kulağımdaki çınlama.
İlk dubleyi ona içtim, onunla... Dilim konuşuyordu ama aklım ve yüreğim onunlaydı, o anda. Gözlerim... Gözlerimi hatırlamıyorum ama ona bakmıştır mutlaka. Yoksa, güzel kadınsın biliyor musun demezdi kimse bana.
_________________________________
AYRILIK ÜSTÜ İKİ DUBLE ARASI
İnsan en çok neye üzülüyor, diye sordu… Sanki cevabını kendisi daha önce hiç deneyimlememiş gibi.
Bu vazgeçişi benim iyiliğim için yapıyor olduğuna beni ikna edişine, dedim.
Dejavu gibi, dedi…
Dejavu gibi, dedim…
Dejavu serisine ekleyecek misin, dedi…
Her ayrılık, daha önce yaşadım duygusu yaratsa da, aşk gibidir, her seferinde ilk gibi gelir, dedim. kararımdaki kesinliği ifade edemediğiden olsa gerek, hayır, diye ekledim.
Kadehlerin birbirine çarpma sesi yankılandı saklı vadide. Bir nehir usul usul akıp gidiyordu gözyaşı gibi, gün geceyle oynaşıyordu akılla yürek gibi... Uzun bir sessizliğin ardından ilk taşı atan kimdi hatırlamıyorum. Yankılanıp dönen sesti, üçüncü kadehi içerken kulağımdaki çınlama.
_________________________________
Ahlak üzerine tartışıyoruz, siyasi depremin yankıları üzerinden, sanki tek derdimizmiş gibi sarılıyoruz konuya... Nasıl da hararetli, nasıl da günü unutturan bir konuşma... Susuyoruz, aniden, susuyoruz ve kahkahalarla gülmeye başlıyoruz. İnsanın acıdan saçmaladığı bir yerde miyiz, yoksa çok mu içtik de çenemize vurdu bilmiyoruz. Gülüyoruz, kahkahalarla gülüyoruz.... Sonra ben ani bir dönüşle, hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Ses büyüyerek dönüyor karşı dağlardan... Saklı vadide bir kadın, gecenin bir yarısı, ağlıyor diye, susuyor bütün kuşlar, akmıyor dere. Duruyor zaman. Uzun bir sessizliğin ardından ilk taşı atanın kim olduğunu inan hiç hatırlamıyorum. Ama yankılanıp dönen sesin, ben de, olduğunu duyuyorum. Hesabı isteyip, kalkıyoruz. Eve gelip de yatağıma uzandığımda, uykuya dalıyorum sessizce, onun da benle uyuduğunu bilerek.
özletiyor bu çılgın sağanak seni sırılsıklam özletiyor biliyor musun (*)
şimdi sağanak halinde akıyor gözyaşlarım ve ben içime akan her bir damlada eritiyorum bendeki varlığını isteye isteye
artık yok yarınlar
bir umut
bir yıldız
bir geceyken
ve parlıyorken
ve aydınlatıyorken yolları
yarınlar yine karanlık bir labirent çıkışı gören var mı
Ben içimin acısını akıtırken kelimelere, Teoman soundcheck yapıyor dışarıda, bir parça çalalım diyor, benim için diyorum... Parça başlıyor, Teoman henüz sigara ile kalınlaştımadığı sesi ile 'suç yok, suçlu yok' diyor... Dilim mırıldanıyor şarkıyı bildiği kadarıyla, ve ikincisi bizim olsun diyorum... 'Yazdan kalma bir günden, ya da "Çölde Çay " filminden, bir sahne var aklımda, oyuncular sanki biziz, mutsuzuz, ikimiz; kimi aşklar hiç bitmezmiş, bizimkisi bitenlerden...'
Herşey karışıyor birbirine... Dün güne, yarın şimdiye... Sözler sözlere...
Sevmeye yeteneksiz hayat böyle
İki yabancı anladım
Birlikte ama yalnız aşk yok artık
İki yabancıyız yok ama
Hani o güneşin batışı zamanla alıştım
Bizi tanrıya inandırışı senle ben hep böyle
Şu an o akşam aklımda kalacağız
Ama çok zaman önceydi, yaralarımız ağır değildi gitgide eriyip
Yine de bağışladım ben hepsini yok olacağız
Hem seni, hem de kendimi yavaş
O kadar yoktun ki yavaş
Yazdan kalma bir günden, ya da "Çölde Çay " filminden sorma neden
Benim de sahneler aklımda, seninkilerden farklı ama niçin
N'olur kendini kandırma herşey yalnızlıktan
Yoktur üstüne senin, güzeli çirkin yapmakta bak güzel bir gün
Suçuysa dünyaya atmakta ölmek için
Neyin bildin ki değerini düş yok, gerçek yok
Benimkini mi bileceksin? bak sonunda anladım
Bunu da tabii mahvedeceksin yaz yok kış yok artık zamanı karıştırdım
'Güzel bir gün ölmek için' diyor ya Teoman... Tesadüf diye birşey yoktu değil mi? Güzel bir gün ölmek için! öyleyse...
Eski bir yazıdan kalanları buluyorum arşivde dolanırken, tane tane okuyorum yazdıklarımı. Tarih atmamışım şaşıyorum. Tarihsiz bir yazı, zamansız gibi, ne zaman okunsa o an'a ait gibi... Bugüne ait gibi... Dünden kalma gibi, yarın her an kaleme alınıverecekmiş gibi...
Dünkü lodos, durmaksızın yağan yağmura bıraktı yerini... Senli benli bir hayatın ortasına yağıyor şimdi gökgürültüsüne katık edilen korkular... Her şimşek çaktığında bir gerçek bir hayalle kapışıyor... Yeneni, yenile olmayan bir dövüşün tarafları gibi ringin ortasında duruyorlar... Hatıralar... Hayaller... Biliyor musun diyor, hatıralarımla, hayallerimin birbirine karıştığını, sanki ispatı zor olmasa hangisi hayal hangisi hatıra bilemeyeceğim, Allahtan o anlardan bazılarını yaşadıklarım hala hayatta da sorabiliyorum, yaşamış mıydık biz... Yoksa ben sadece hayal mı kuruyorum...
Hayaller... Hatıralar... Yaşanmışlıklar... Yaşanması düşlenenler... Yaş alıp başını gidince, hatıralarına sarılırmış insanlar, yaşam asıl o zaman bitermiş, geleceğe dair bir hayali yoksa insanın, hatıralarından besleniyorsa sadece, hayat dururmuş; in denirmiş trenden, beklendiğin istasyona geldin. İnsan bazen inmeli bir istasyonda, garın lokantasında bir çorba içmeli...
Yazım biter bitmez, bir ses geliyor uzaktan, biraz içli, biraz ağlatan... Belli ki yarım bir yazı bu, bir sona bağlanmayan. Bir hikayesi olmayan, meramını anlatamayan. Belki de bu nedenle yarım kalmış bir yazı bu. Hani illa bir sona bağlanacaksa diyorum ki, bir garın lokantasında bir çorba içmeli, en azından senede bir gün, çıkılamayan tren yolculuklarının hatırına, orada oturup, hayalini kurmalı. Yoksa hatıraları mı canlandırmalı... Karıştı işte, yazla kış, karıştı dün bugün, yok artık bir gelecek, bekleme, soğutmadan iç çorbanı...