05 Ağustos 2010

Sırt Çantamda Aşk



hangisi daha iyi gelir insana
deniz kum güneş
ya da
bir doz aşk

hafifletir
dinlendirir
gülümsetir
serinletir
güzelleştirir
hangisi



yüreğimin ateşinde
gidiyorum çeşmenin güneşine
çok değil
bir on gün sonra dönerim
içimde aşkın çoşkusu
tenimde egenin tuzu ile

sırt çantamda
iki elbise, biri askılı, ince
üç tişört, biri siyah sadece
iki şort, biri kısa epeyce
bir not defteri, kapağı kumaştan, pembe
bir kalem, tükenmeyen, en içten kelimelere gebe

bir çift yürek, aşkın en kırmızısı
bir fotoğraf makinası, an mıhlayıcısı
bir mp4, günbatımı tınısı

gidiyoruz
denize
kuma
güneşe

çıplak ayak yüreyeceğiz
turuncuya
beje
maviye
sonsuza

aşka
aşkla




--------------------------

fotoğraflar
deviantart ve google image


04 Ağustos 2010

Unut(ma)maktır Aşk

Forget Me Not




Söylesene bana; hangi düş gerçek gibi,
hangi gerçek düş gibi yaşanır aşktan başka.

Hangi duygu çıplak, savunmasız ve hesapsız bırakır
öncesi ve sonrasında.

Aşka inananların gerçekleri düş gibidir,
düşleri imkansız gerçeklere gebe.

Ki o aşk;
harfleri, kelimeleri, cümleleri kaybettirir adama,
unutursun,
hatta unuttuğunu bile unutursun zamanla.

Ta ki, bir an çıkana kadar karşına...
Çıkmaz deme, çıkar, mutlaka! 

Aşkın içinde her duygudan, her andan bir doz vardır,
ve bütün bu dozların toplamınca,
unut(ma)maktır aşk...






03 Ağustos 2010

Karmaşık, Çapraşık, Düzensiz, Eğri


Sabah ezanı okunduğunda,  son kadeh de yerini aldı masada.
Rakıya buz kalmadıydı... Geceye uyku o anda.

Sımsıcak ayın gölgesinde,
Yumuşak bir rüzgar; sarının soğukluğunda; esti, geçti.
Koyu turuncu havada,
 ağırlığınca asılı koca lacivert bulutların gölgesinde
akılda kalacak, bir öpüştü; biraz nemli.

Yağmur yağsa yeşil mesela, şu saatten sonra ne yazar,
kalem hüzünden başka, diye düşündü kadın.

Bulutun ardına saklanmış güneş, ay henüz çekilmemiş kuytusuna,
garip bir düello öncesinde güneş ve ay.
Kırmızı bir sevda dönüp ardını kıyılara, uzaklaşıyorken, ağır, aksak;
yürekte bir iz bıraktı: damla damla .
Güneş de ay da kalakaldı kendi tenhalığında.
Sessizce terk etti biri diğerine göğü.
Saygıyla.

Kangren olurdu yaşam, sırası gelen sahnede yerini almasa.
Diğeri bırakmasa! 


Bir ayrılık en çok ne zaman can yakar bilir misin?
diye sordu adam; cevabı bakışlarında :

gece hasretle sabahına kavuştuğu o ilk anda,
ay ışığını kaybettiği, güneş kendini ifade edemediği o yarı aydınlığın ortasında.
Ay içinde saklanmış ne varsa, bir ipin ucundan tutar ve gelir gerisi,
çorabın sökülmesi gibi.
Güneş, yakar turuncu bir kibritle, ayın oltasında takılı kalan gerçeği.
Bir yangın çıkar yürekte, külün en gri tonunda
yağar an içine içine, ağlamak dersin sen buna.

Ne çok sevdim seni ben...  Hatırlar mısın?
Ne çok dedi adam, koyu kahverengi sesi
yankılandı bir baykuşun kanat seslerinde, çığlık çığlığa.

Yeniden çizip geçmeseydik yaralarımızın üstünden,
yeniden acıtmasaydık avuçlarımızdaki çıplak yürekleri
rakıya buz da bulunurdu, geceye uyku da, dedi kadın
belli belirsizdi adamın yüreğine değdiğinde sesi.
Bir kumrunun bakışına saklanmış hüznü, karşı çatıların üzerinden sessizce uçup geçti.









Farkındayım, ağır, aksak, damlayan bir yazı bu. Derdini anlatmaktan çok, kusan.... Sıralı değil sözleri, belki kelimelerin yeri bile yalan yanlış. Kafası karışmış bir çocuk gibi... Ağzından çıkanı duymayan bir yetişkin gibi... Karmaşık, çapraşık, düzensiz, eğri...

Belki bir mektuptur aslında sana yazılan, bir vedanın kendini değişik kelimelerle resmedişidir, kimbilir: Bir tuvalde hiç görülmemiş bir renk, balta girmemiş ormanlarda tesadüfen keşfedilmiş yepyeni bir canlı, yüzyıllar öncesinden gelen toprakla kaplı bir sarnıç.

Okudukça için burkuluyorsa, duyguların karışıyorsa mesela, belki de amacına ulaşmış bir yazıdır bu.  Şiir ya da mektup olması neyi değiştirir ki...  Ne olduğu gibi görünüyor ki, ne olması gerektiği gibi oluyor söylesene.  Şekil midir, belirleyici...

Karmaşık, çapraşık, düzensiz, eğri duruyorsa herşey, kafan giderek karışıyorsa, kafamın yansımasıdır belki de gördüklerin.  Netleşiyordur yani herşey, yansımada... İçim yansıyordur içine, hiç düşündün mü?

Çıplaklık, tensel midir? Ya tinsel çıplaklığımı sözlerinin önüne sermekse soyunmaktaki amacım; kelime kelime, hece hece, cümle cümle soyunup, çırılçıplak bırakmaksa inançsızlığımı aklının yargısında. Sevda inançta saklı tutar ya gizemini, hani karalığını bulur ya o gizemin derinlerinde... Yoksa sevdanın karalığını belirleyen karşılığındaki aklık mıdır? Kara bir sevdaya tutuşsa yürek, yangınında mı bulur anlamını, yoksa külünde mi? Bir yangının külünü yeniden yakıp geçecek kadar güçlü değilse anlar, yaşanan aşk mıdır? Bir soru nasıl da soruları doğuruyor kendi içimde, bir batında dokuz yavru doğuran dişi bir köpeğin sancıları kıvrandırıyor beni. Sere serpe bir doğum sancısı bu: kıvranıyorum, sürenerek yüreğimin içinde. Ölü bir doğumsa beklenen, yırtar göğü çığlıklarım, duyduğun vakit sakın korkma.

Yoksa aşk gibi gözüken bir düş müdür üzerine yazılan herşey. Çıplak bir aşkın gerçekliğiyse yürekleri yakan, içindeki olmazlarsa, dışındaki olurlara inat, savaşmaksa içindekilerle, çıkan yangını söndürmek yerine, körüklemekse ne varsa elde avuçta... Yoksa düş gibi gözüken bir aşk mıdır üzerine yazılan herşey. Kurulmuş bir düşün hayalciliğiyse yüreği yakan, kurgusundaki olurlarsa, gerçekliğindeki olmazlara inat, tutunmaksa ya olursalara inatla, yüzleşmek istemekse gerçekle, çıkan yangını söndürmekse aklın ilk sözünde...

Karmaşık, çapraşık, düzensiz, eğri duruyorsa herşey, yüreğin giderek karışıyorsa, yüreğimin yansımasıdır belki de anladıkların. Netleşiyordur yani herşey, yansımada... Yüreğim yansıyordur yüreğine, hiç düşündün mü?

Bunlar da nereden çıktı şimdi deme, giderken bıraktığın; ağır, aksak, damlayan ve kül kokan kelimelerinden, ancak bunları yazabildi yüreğim, yangının ortasından çekip de çıkarttığım sevdanın üzerine, kustu belki de...  



28 Temmuz 2010

İki / 2

two coffees please









Özlemişim biliyor musun...



Akşam serinliği çıplak omuzlarıma vurduğunda, bir elimde elin, diğerinde şarabım seninle sohbet etmeyi... Çocukların geceye inat top sahasındaki neşeli kahkahalarına eşlik eden, iç çekmelerimi... Ayağımı uzatıp yarı çıplak bacaklarımı masanın uzun örtüsü ile örtmeyi... Sen; elin rahat durmadığında rüzgara bulup bahaneyi üşüdün mü diye sorarken bana, elinin tenimde gezinmesini... Özlemişim biliyor musun gece yatağa girdiğimde sol yanımda olmanı. Göğsünde uyumayı... Sarıp sarmalamanı... Gece yarısı yangınlarını... Sabah uyandırmak için dudağıma kondurduğun o şefkatli öpüşleri... Özlemişim kokunu içime çekerek kulağına fısıldamalarımı... Salaş bir barın o en kalabalığında gözlerin gözlerime değdiğinde aynı bedende atan tek bir yürek olmayı... Yüreğim yüreğine attığında fark ettim ki; özlemişim senli benli bir hayatı... İyi ki geldin...


İlk Yayın Tarihi / Haziran 2009

27 Temmuz 2010

Zorlama / k



mimoza



Bir mimoza ağladı bu sabah
Sarıydı gözyaşı
Bir bulut geçti üstümüzden
Tek kanatlı mavi bir umuttu taşıdığı
Bir sardunyanın dalından koptu bir yaprak
Acı yeşildi, havaya değdi kokusu

Kader dedi bir ses...
Kaderi fazla zorlamamak gerek.
Bir kuş düş-tü, yeni doğmuş
kanadı kırıktı
gözyaşı sarı
acı yeşildi kokusu

maviydi gözleri
ileri baktı
çok ileri
titretti yürekleri
umuttu adı