O günü hatırlıyorum dedi kadın, o günü ve bana o günü hediye eden adamı... Uzak bir geçmişten bahseder gibiydi kelimeleri. Yakın bir geleceği hayal eder gibi bakıyordu batmakta olan güneşe gözleri... Zamansız gibiydi ya da bir zamanın içinde hapsolmuş gibi... Duruydu yüzü. Hüzünle karışık bir mutluluk, mutlulukla karışık aktı akacak damlalar... Belli ki, o geceyi, o geceyi unutulmaz kılan adamı ve ayı, ve batan güneşi, ve yıldızları ve kayaları ve güvenmeyi, ve inanmayı ve sabrı ve sevdayı yüreğinde saklıyordu. Onlarca soruyu ardı ardına sormayı istesem de susmayı ve beklemeyi ve güvenmeyi ve inanmayı seçtim. İkinci bardak çayları ben koydum.
Elma ağacının altında iki kişi, dedi. Durdu. Elma ağacının altına gidip oturdu. Soluklandı. Gülümsedi ve devam etti:
Öğle vaktiydi... Seni bir yere götüreceğim, eğer vaktin varsa gitmişken kalırız, yok olmaz dersen, geri geliriz. Geliriz, dedim. Gülümsedi. Sen nasıl istersen, dedi. Karadenize doğru yola çıktık. Gün batımına yetişmeliyiz, dedi. Bilmem böylesini gördün mü? Görmemiştim. Bir daha da hiç görmedim ben batan güneşi...
Kayaların üzerinde, dalga seslerinin feryadında batırdık güneşi... Geleceğe dair kurduğumuz düşler sustu. Geçmişe ait ne varsa denize fırlattık, hepsi koyu bir lacivert oldu.
Sahildeki ayak izlerini takip edip, önce daracık sokaklardan yukarıya doğru çıktık. Sonra onlarca merdivenin sıralandığı bir sokaktan yeniden sahile doğru yürüdük; suskun, uzun ve heyecanlı adımlarla...
Akşam kızıllığı yüreklerimizin koruyla yarışırken, Karagöz'e geldik. Bir şeyi anlatmak ister gibi birbirimize baktık; suskun, uzun ve heyecanlı bir özlemle...
Masaya buyur edildik, samimi ve içtenlikli bir misafir edişti. Gülümsedim; yüreğime sığdırabildiğim kadar büyük ve yaygın bir gülümseme ile...
Masanın başında beliriveren kız çocuğu, elma ağacının altında iki kişi mi dedin, diye seslendi içeriye, elindeki tabakları bıraktı önümüze... kafamı kaldırıp baktım, elma ağacının altında iki kişiydik. Sadece biz vardık, sanki...
Gece ilerledikçe beyaz rakıya, alaca karanlık geceye, sevda yüreğe daha bir yakıştı. Büyüdükçe büyüdü yıldızlar, alabildiğine yıldız oldu baktığım her yer. Yüreğim öyle hızlı atmaya başladı ki, martının çığlıkları sustu. Bir deprem habercisi gibiydi yüreğim. Bir fırtına öncesi sessizliği vardı kiwi ağacının dalına asılı kalmış. Kum rengi bir köpek, kalabalığın içinde kaybolmak ister gibi uzanmıştı kumsala, yalnızlığın resmini çiziyordu etrafından dolaşıp giden çiftlerin umursamaz bakışları arasında. Kara, sıska, yavru bir kedi geldi, cansever mısralarıyla;
Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. İşte ben
Hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
Bir kedi ayaklarıma sürtünerekten geçerdi - ki benim yaşamımda
Her zaman bir kedi bulunur, onu ben
Bir imza gibi yazılarıma koyarım -
Ve duvarlar yumuşardı, sarkardı
Ellerimle ittiğim olurdu onları bu yüzden
Terlerdim
Sonra bir gazoz içerdim ki, yani ben
Kısaca söylemek gerekirse, bazı şeyleri hep geciktirirdim
Çay alır mısın?
İrkildim. Ne çayı, dedim.
Çay işte, dedi.
Ha! Çay...!!! Tereddüt ettim. Alırım, dedim.
Ne çayı be kadın diye bağırasım, sarsıp onu kendime getiresim vardı. Kadının sakinliğinde boğuluyor gibiydim. Bakışlarında cinayet işleyen bir kadın arıyordum. Bunca saattir, belki de bu denli delirmeden durmamın ve dinlememin sebebi buydu. Ben onu o sona hazırlayan anı merak ediyordum.
Bir kahve içtik. Kapadım. Her kahve içtiğimde kaparım.
Kahve falı bilir misin?
İnanmam...
O küçücük fincan neyin habercisidir bilmem ama isterim ki haberler getirsin bana gaipten... Getirir. Ama o gece ilk defa açmadım. Oradan gelen haberler geciksin istedim. Fincanı garsonun görmeyeceği bir şekilde ağacın dibine bıraktım.
Hadi, dedi... Elini uzattı. Elimi tuttu... O gece ilk defa... Bana inan, dedi... Bana güven... Sabırlı ol. Her şey ama her şey bundan çok daha güzel olacak. Bu kaçıncıydı... Gözümün önünde pırıltılar oluştu. Yüreğim sıkıştı. Nefes almakta zorlandım. Sustum. Sadece uzun, soluksuz bir susuşla anlasın istedim. Ama devam etti. Sen benim güzelimsin, dedi. Benimsin...
Yürürken nereye gideceğimizi biliyor gibiydi. Kayalara çıktık. Kayaların üzerinde, beni öptü. Sarsıldım. Öyle bir öpüş... Yaşamıştım, kırılmıştım, inanmıştım, güvenmiştim, sabretmiştim... O an, geçmişin bütün günahlarını ona yükledim. Dalga seslerinin feryadında ittim onu denize... Geleceğe dair kurduğumuz düşler sustu. Geçmişe ait ne varsa denize fırlattım, hepsi koyu bir lacivert oldu.
Kahve fincanının olduğu o elma ağacının dibine kadar koştum. Oradaydı. O ağacın altında. Habercim beni bekliyordu. Fincanı elime aldım. Bildiğim bütün duaları okudum. Fincanın üst kısmını tabağından ayırdım, geleceğim avuçlarımın arasındaydı sanki. Durdum. Karanlığın içinden süzülen sokak lambasının ışığına kadar elimde fincan yürüdüm. Fincanı çevirip içine baktım.
Kocaman bir yürek vardı, iki kişinin tam ortasında duran koca bir yürek... Sevda, dedim.
Polis sorgusunda, sabah güneş ağarırken geldi doktor... Olanı biteni bir de ona anlattım:
Güvenli bir limandı... Onun kıyılarına kendimi teslim etsem, bir daha açık denizlerde yol alamazdım. Fırtına geliyordu... Deprem olacaktı. Onu korudum ben, kendimden...
Sonra bir kedi geçti komiserin odasının orta yerinden; cansever mısraları kovalıyormuş meğer;
Sanırım hiçbir şeyin öyle pek tamamlanmadığı
Bir çağda yaşıyordum. Ve bütün eksik kalmaların
Sessiz ve ünü olmayan bir tanığıydım ben
Ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım vardı benim de
Düşünen bir şey olarak ve düşündüren
Ama korkarak söylüyorum, çok ağır bir yük gibi taşıyordum bunu da
Ve biraz da pek kullanılmayan
Ya da hiç bırakmadıkları kullanılmaya
Çok ağır bir yük gibi
Onu ben taşıyordum, düşündüklerimi
Ve bu durumda ne beni etkileyen
Ne de ben etkilendikçe bir başkasını
Etkileyen ve bizi geçen
Bir ben kurmuş oluyorduk ki, o zamanda diyordum
Yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
Öyle mi?
Yeniden, yeniden, yeniden doğruluyordum
Bir insan tadında olan ve
Bunu geçen ben
Bir dram gibi sonsuz
Kumları üzerinde sonsuzluğun.
Fotoğraflar: Samsung W ile çekilmiştir.