30 Ocak 2007

AYRIL AMA UNUTMA

Uzun zamandır yazmıyorum. İçimden gelenleri yazmak bazılarını kırabilir, bazılarına ağır gelebilir, bazılarını da üzebilirdi. Sonra her gördüğüm arkadaşımdan eleştiri alır oldum. Güncellemiyorsun blogunu diye. Ne yazmalıyım diye düşündüm.

Yılbaşında İstanbul'daydım. Ailem kadar yakın dostlarımla. Çok eğlendik çok güldük ve Sezen Aksu şarkılarında kadeh kaldırıp ağladık (m). Hediyeler verdik, hediyeler aldık. Tek sırt çantası gittiğim İstanbul'dan 2 valiz bir çanta dönmeyi başardım. Bi de yedik, yedik, yedik... Üç gün üç gece acılı ezmenin keyfini çıkarttık. Kendi aramızda buna böyle demedik :)





İşte meşhur şişem, ekmek teknem ve yılbaşı hediyem bir arada :)

Bu arada uzun zamandır evimde olmasını istediğim ekmek teknesi ve şişeyi bulup geldi Kara Amca. Temizleyeceğim diye şişenin dibini çıkartım sonra onu tekrar tek parça haline getireceğim derken ellerimi yapıştırdım.

İstanbul'dan döndükten 2 haftasonra Şuşum geldi. Aynı akşam Bursa'dan eski akrabalar - yeni arkadaşlar "Hoşgeldin" Bursa'ya demek için geldiler. Güzel bir şarap gecesi oldu. Gene yedik, yedik ve yedik... Sohbet güzeldi. Laf lafı açtı. Güldük, eğlendik... Tekrarı olsun mutlaka dedik ve geceyi bitirdik.













Bursa'ya hoşgeldin hediyelerimden biri de bu ikiliydi...

Bursalı dostlarla ve arkadaşlarla devam ediyor geceler, haftasonu gezmeler…
Mudanya’dan Çalı’ya uzanan yeme içme yerleri keşifleri yerini yavaş yavaş evde DVD keyfi yapma ve ama mutlaka yeme alışkanlığına bırakacak gibi.

Tüm bunlar olurken, geçtiğimiz cumartesi günü Vatan Gazetesi’nin ekinde Ebru Drew imzalı yazı üzerinde durmadığım, durmak istemediğim bir gerçekliği yansıttı. Sonra alıp götürdü beni bir yere. Sizinle paylaşmak istedim. Bilmem sizi de götürür mü bir yerlere…

Ne zordur çok sevdiğiniz bir insandan “bitti” kelimesini duymak. Önce inkar edersiniz. Sonra yürek mahkum kabullenirsiniz. Sonra doğruluğuna ikna edersiniz kendinizi. Sonra da unutmak için türlü çeşit zaman öldürme yöntemleri bulursunuz. Bilirsiniz aklınıza gelmezse yüreğiniz acımaz. Sonra bütün hayat akıp giderken olağanca hızıyla siz bir anda durursunuz ve ansızın sızınız büyür amansız acımasızlığıyla… Sinsice güler, kolay mı der kolay mı?
Sızlarsınız, sızlanırsınız, sebepsiz ağlarsınız.
Sebep siz ağlarsınız.

Sözü burada Ebru Drew’e bırakıyorum izninizle…

Tamam ayrılık zor zanaat... Aylar ya da yıllarca koyun koyuna yattığın adamı/kadını bir kalemde silip atmak... Kalp acısı bu, başka şeye benzemiyor. Bir tek kalp acısa iyi, akıl da kalbe uyuyor, ne uyku kalıyor insanda ne normal hayatına dönebiliyorEn azından bir müddet sancılı, kıvranmalı geçiyor. Önemli olan da bu müddeti en hasarsız şekilde atlatabilmek, değil mi?.. Sonra kalp nasılsa kendini acıtacak yeni bir sahip buluyor. Ve en onarılmaz sanılan yaralar bile kapanıyor. Tek ilaç, zamanla. Ayrılığa kimsenin bir itirazı olamaz. Ama... Kadın ve erkeğin ayrılma sürecini yaşayış biçimleri öyle farklı ki... İşte orada biraz durmak, nasıl’ını, niye’sini kurcalamak gerek. Bunu yaparken de çok uzağa gitmemeli. Sırf göz önünde diye ünlülerin hayatını masaya yatırıp, özelini kurcalamak yerine, insan, en iyi bildiği kendinden çıkmalı yola. Ee var mısınız benimle bir iç yolculuğuna?.. (Neşter please!).Son ayrılığımı hatırlarsınız, an be an tanık oldunuz ne de olsa. Bu yaşıma dek kimse için ayaklar altına almadığım gururumu hiçe sayıp dayanmıştım kapısına. “Bitti” demişti, “bitti!” Kulaklarım duydu, kalbim inanmak istemedi. Gecelere vurdum, kadehlerde teselli aradım, barlarda hiç tanımadığım adamlara dert yandım. Sağolsunlar, sabırla dinlediler ama “Hiçbir erkek kapısına gelen kadını geri çevirmemeli” sözleriyle daha da acıttılar beni. Neyse geçti gitti. Ne acısı kaldı, ne izi. Hayat devam ediyordu. Onsuz da yaşanıyordu. Bunu kalbime kabul ettirdikten sonra sıra aklıma geldi. Önce numarasını sildim telefonumdan, ona ait ne varsa attım. Onu hatırlatacak ve onun hediye ettiği her şeyi. Eşimi dostumu arayıp rica ettim: “N’olur onun adını anmayın.” Ben, beni istemeyen adamı hayatımdan çıkarmak adına yoğun bir unutma mücadelesi verirken, o ne yaptı peki?.. Kah mesaj attı, kah mailler gönderdi. Varlığını hatırlatmaya devam etti. Bundan daha büyük bir erkek bencilliği olabilir mi?..


Her erkek aynı değil kuşkusuz.
Mail ya da mesaj atmıyor ama sizdeki varlığını bir şekilde sürdürüyor.
Oysa bilmiyor…
Karşınızdaki size izin verdiği sürece onun hayatında bir anlam taşırsınız.
Yani Ebru Drew’in yazısında dediği gibi
“…Sonra kalp nasılsa kendini acıtacak yeni bir sahip buluyor. Ve en onarılmaz sanılan yaralar bile kapanıyor. Tek ilaç, zamanla…

Neyse geçti gitti. Ne acısı kaldı, ne izi. Hayat devam ediyordu. Onsuz da yaşanıyordu.”

Onsuz yaşayamayacağını, onsuz hayatın anlamı olmayacağını düşünenlere öneri :
Biraz zaman tanıyın ve tekrar düşünün…

Sevgiyle kalın.

19 Aralık 2006

MUTLUYUM MUTLUSUN MUTLU

Bu sabah enerji doluydum yatağımda uyandığımda.
Herşeyin yeniliği sarhoş etmişti beni.
Bu sabah ayık kafayla şöyle bir baktım hayatıma.

Daha ne istiyorsun ki dedim kendime...
Ve ekledim.


MUTLUYUM
Umarım
MUTLUSUN ve
diliyorum hepiniz
MUTLUsunuz.

Bu enerjimin en kısa zamanda takılarıma yansımasını diliyorum ve sizleri eski takılarımın yeni fotoğrafları ile başbaşa bırakıyorum.


Fotoğrafları çeken Barbi'ye; bana sabırla zaman ayırdığı ve tüm zorluklara rağmen başarılı sonuçlar almak için uğraştığı ve sonunda kötü bir makarna ve salataya bile ses çıkartmadığı için huzurlarınızda teşekkür ediyorum.


























04 Aralık 2006

TAKI TASARIMI SERGİSİ





1-3 Aralık 2006 günlerinde takı tasarımı sergisi varmış...
Varmış dememin sebebi ben taşınma telaşında olunca (ve hala taşınamadım) maillerime ve ilgi duyduğum ve takip ettiğim sitelere vakit ayıramayınca en sevdiğim uğraşımla ilgili bu güzel organizasyonu kaçırmış oldum.
Portaldan fotoğraflarla idare etmek zorunda kaldım tabi.
Oysa ne büyük bir zenginlik olacaktı benim için.
Beğendiğim tasarımcıların bazılarıyla da tanışma fırsatı bulacaktım.
İnternet sitelerinden bulduğum fotoğraflarla kendilerine buradan da olsa;
"ELLERİNİZE SAĞLIK"
diyorum.

Mücevher Oscar'ı Ödüllü Sevan Bıçakçı'nın tasarımları gerçekten de Kapalıçarşı esnafının ona taktığı ada yakışıyor. Kapalıçarşı'da onun için "Sevan deli mal yapar. O çılgındır" diyorlarmış. Çılgın parçalar yaptığı için de adı Çılgın Sevan olarak kalmış.
(İnsanın "Allah'ım bana da böyle çılgınlıklar nasip eyle" diye bağırası geliyor.)
Sizce de çılgın değiller mi? (Üstte gördüğünüz yüzükler de kendisine ait. )
Çılgın Sevan'ın asıl patlaması da Güler Sabancı'nın Osmanlı Kolleksiyonu'ndan bir yüzüğü takmasıyla olmuş. (Bu yüzük de o kolleksiyondan bir parça)



Takı Tasarımcıları Portalından Sedat Bey'in fotoğraflarıyla sergiden bir kaç görüntü... (neden ben gezemedim o standların arasında diye ne kadar söylendiğimi kelimelerle anlatamam.)











Meraklısına dip not: Bir evime taşınıp da şu malzemelerime kavuşabilsem nasıl da o sergilere katılıp stant sahibi olacam göreceksiniz.

(Bu dip not umudunu kaybetme diyenlere ithaf olunur.) :)))))))))))

16 Kasım 2006

UMUT



Ne güzeldir sonbahar…

Biraz hüzünlü, biraz yalnız…

Şaşırtır sizi, hatta bazen hazırlıksız yakalar.

Biraz insanlar gibidir sonbahar.

Güneş var diye güvenir ince giyinirsiniz
çok geçmez hava kararır ve yağmur başlar.

Kızarsınız.

Kendinize.

Onun güneşli yanına güvendiğiniz için.

***

Bugün geldi bu fotoğraf,
sevdiğim sonbaharın terkedilmişliğinin resmi gibiydi.

Biraz hüzünlü, biraz yalnız.

Sevdiğini bekler hali etkiledi beni.
O nedenle biraz da umut gibi.

12 Kasım 2006

ANNEMİN KOLYELERİ

Hala Bursa'dayım.

Kabullensem iyi olacak artık Bursa'dayım.
Henüz evime yerleşemedim, hatta eşyalarımı bile getiremedim ama artık Bursalıyım.
Herşey derlensin toplansın da hemencecik taşınıvereyim dedim ama hala beklemedeyim. Bu durumu hiç sevmem elim kolum bağlı hiç birşey yapmadan gün öldürmeyi.

Akıllı kafam takı malzemelerimi bir valize koyup gelseydim neler neler çıkardı şimdi.
Annemle dertleşirken, hem bi şey yapmıyorum hem de blogumu güncelleyemiyorum diye, aklıma geliverdi; annemin kolyeleri...

Nasıl olsa çekerim fotoğraflarını diye kendi arşivimde bile yoklar. Günlerdir elimde fon kartonları orasına gölge düştü burası olmadı derken çekemediğim fotoğrafları bu sabah annemin de yardımıyla çektim.

Takı Tasarımcıları Portalından Sedat Bey gene beğenmez ya çektiğim fotoğrafları, ne yapalım en azından bir fikir edinirsiniz dedim. Öncesi ve sonrası için çok uygun bir çalışmaydı aslında ama ben önceki hallerini çekemedim. Annemin üç renkten oluşan yarı değerli taşlardan bir kolyesi vardı. Uzun zamandır o formda kullandığından sıkılmıştı ve küçük hareketlerle yeniliklere ihtiyacı olan taşlarını bana verdi.

Aşağıda gördüğünüz kolyeleri farklı kullanım amaçlarına uygun eklemeler yaparak yeniledim.










Annem değerli ve yarı değerli taşları çok sever ve çok güzel taşır. Gümüş bir kolyeyi bozarak yaptığım ve gene yarı değerli taşlar ekleyerek yaptığım kolyeleri istediğinde iç içe istediğinde ayrı ayrı kullanabilir hala geldi.





Yarı değerli taşlarımı aldığım Osman Amca'ya uğradığımda pembe kuvars taşlara bayıldım. Kendim için 2 tane oldukça büyük iki taşı alırken gördüğüm açık pembe ve kırmızıya yakın renkleri olan taşlar (neden alırken isimlerini yazmam ki ben bu taşların, işte aklımda kalmadılar) 2 dizi aldım, annemin çok seveceğini düşündüğüm bir takım yapmayı aklımdan geçirerek. Annem sevmez küpe, bileklik, kolye bir arada. Ama ikili takım olarak kullanır diye düşümdüm ara ara...
Aklımdaki tasarım böyle olmasa da aşağıda gördüğünüz gibi bir hal aldı dizmeye başlayınca...


Sanmayın ki bu kadar anneme yaptığım kolyeler. Bunlar yarı değerli taş kullanarak yaptıklarım. Bi de yeşil taşlarla daha önce yaptığım bir kolye vardı annem için onu biraz sadeleştirdim. Başka bir günün konusu olsun diye de bugüne eklemedim. Bir de tabi benim tarzıma daha yakın bulduklarım var. Yakında onlar da alacak yerini bu sayfalarda...

Dua edin de taşınma işlerim bir an önce bitsin. Ben de hem evime hem de takı malzemelerime bir an önce kavuşayım. Hem de "arayı açıyorsun" diye yakınanlara inat her gün yazayım.

Yeni takılar yapıp burada sergileme fırsatı bulayım.