23 Eylül 2009

SAMAN ALEVİM

gidesim var kendimden
uzak düşesim yangınına


duymuştum bir zaman; belki bir filmde ya da okumuştum; bir kitabın satırları arasında, hiçbir detayını hatırlamıyorum, ve kelimelerin bunlar olup olmadığından da çok emin değilim, bende kalan şu olmuş:

sen, gerçekten sevseydin beni, üzemezdin yüreğimi...


şimdi,
uzak dur benden
ben samanım
sense alev











Fotoğraf: deviantART

GİTMEK

Çocukken ne zaman Tanrı ile ilgili bir sorgulamaya girişse aynı yolu denerdi. Gece uykuya dalmadan hemen önce yatağının kenarında diz çöker, öğretilen dualarını eder ve cümlesini “eğer varsan ve sana yürekten inanmamı istiyorsan, yarın bir arabam olsun uzaktan kumandalı” derdi. Uyanırdı, yüzünü bile yıkamadan sağa sola bakardı: Yatağının altına, dolabının içine. Kendi odasından çıkar, evin bütün odalarını dolanırdı. Annesi hayırdır bir şeyi mi kaybettin dediğinde evet derdi yüksek sesle; Tanrı’yı derdi içinden. Ne zaman bir kararsızlığa kapılsa sadece istek değişirdi, cümle hep aynı kalırdı.


Büyüdükçe diz çökmeyi, dua etmeyi ve Tanrı’yı unuttu.
Yaşadıkça, boyun eğmeyi, sövmeyi ve aşkı öğrendi.

Doktora gittiği günün sonunda, hastalığının çok ilerlediğini ve yaşamak için sadece 4 ayı kaldığını öğrendi. Zaten yaklaşık 3 aydır yapılan tetkikler ve tedavilerden de biliyordu ki durum hiç de parlak değildi. Doktorundan ilk öğrendiği gün geldi aklına. Durumunuz demişti, ileri seviye tetkikleri yapmayı zorunlu kılıyor. Sıkıntılı bir süreçtir. Ama yapılmalıdır da… Doktorun ofisinden çıktığında güneşli havaya bakıp…

“Zaten bir tek böyle bir günde açardın sen” dedi ve “Kıçın olsa da kına yaksan” diye bağırdı sokağın ortasında.

Öfkeliydi hayata…

Hiçbir şey eskisi gibi olmadı o günden sonra. Hastane uğrak yeri, hemşireler, doktorlar ve hasta bakıcılar yarenlik ettikleri, ilaçlar tek içkisi olmuştu. Boyun eğmişti hastalığına, başka ne yapabilirdi ki…

Doktorla son görüşmesinden çıkalı neredeyse 3 saat oluyordu ve o hala, nereye gittiğini bilmez bir halde yollarda yürüyordu. Bir sokağın başına geldiğinde, nerede olduğunun ayrımına vardı. Hayattaki tek aşkını öptüğü sokağa gelmişti. Kapıda durdu. Bekledi...

Nice sonra, kapıdaki zillere bakabildi. Adını görünce zilde ve bir de soyadının aynı durduğunu fark edince, yüreği attı ince ince. Madem dedi son 4 ay, madem aşktı o, hadi oğlum bas şu zile. Oğul kol harekete geçti, beyin babanın lafını dinleyip zile uzandı. Ana yürek bir çığlık attı ama oğul onu duymadı.

Kapı duvar, kapı duvar dedi, bir iki yumrukladı sanki son gücünde… Basamaklara oturdu. Bekledi. Akşam oldu. Sabah oldu. Akşam oldu. Sabah oldu. O hep bekledi.


Bir kadın önüne 5 demir para attı. Başka bir adam sigara uzattı. Bir çocuk gofretinin yarısını uzattı. Bir kedi geldi, yanına uzandı. Bir kadın geldi bir kazak getirdi. Bakkal amca bir kutu getirdi soğuktan donmasın diye etrafını çevreledi. Günler, haftalar geçti. Basamakta uyudu, basamakta yaşadı. Basamakta ağladı. Ama bekledi. Yağmurlar yağdı, fırtınalar koptu hatta. O bekledi. Tutunduğu tek dal aşkı gelmedi. Bakkalın bıraktığı bir gün önceki gazeteleri aldı eline. Tarihine baktı. 3 ay 29 gün geçmiş dedi. Yarın son gün. Ayağa kalktı, üstünü başını düzeltti.

Diz çöktü olduğu yere. Tam da o sırada Tanrı’yı gördü.
“Okuduğun dünkü gazeteydi” dedi Tanrı.
Adam Tanrı’ya baktı.
“Madem vardın, neden onu bana getirmedin.”
Tanrı gülümsedi...
“Seni ona götürmeye geldim” dedi.

O gün oradan geçen; kadın, adam, çocuk, kedi, bakkal amca, onun donmuş bedeniyle karşılaştılar... Bakkal amca adamın elindeki bir gün önceki gazete ile örttü adamın üstünü. Kedi miyavlayıp uzaklaştı, kadın akşam yemeği telaşıyla elindeki torbalarla ardına bile bakmadı. Adam 112'i aradı, saatine bakıp hızlı hızlı yürüdü. Bir tek çocuk, bir tek o çocuk diz çöküp dua etti adamın başında; Tanrı'nın onu daha fazla üşütmemesini dileyerek...
____________________________


Fotoğraf / Prayer© Mikko Kukkonen

SIRRIN YÜKÜ ÖFKE


Günler, ne beklediğimi bilmeden, ne yapacağını bilmeden öylesine geçip gidiyordu. İki hayatım vardı. Biri yalnızca içimde, kimsenin haberi yok. Sanki kendi kendimin sırdaşı gibiydim. Sanki o bir başkası gibi oturup kendimle konuşuyordum. Bazen ona akıl veriyor, bazen vazgeçip ne isterse yapmasını söylüyordum. Bu delilik miydi? Yok canım. Ben her şeyin farkındaydım aslında. Tabii onu istiyordum. Hem de inanılmayacak kadar çok. Kimseyi istemediğim kadar çok. (*)

________________________________________________

Farkında mısın kimseye anlatmadığın sırrının sende yarattığı garip hallerin. İşe gitmiyormuşsun kaç gündür. Geçenlerde bir adam gelmiş çocuğunu kayda, dinlememişsin bile adamı; kafan öyle dalgınmış… Ondan önceki hafta sonu arkadaşlarınla gittiğin piknik ne oldu öyle; herkes gülüp eğlenirken sen bir köşede oturmuşsun sus pus... Fark edilmiyor sanıyorsun. Hayatla bağlarını koparmaya bir ince ip kaldı. O da koparsa ne olacak? Ne olacak söylesene... Hemen ağlamaya başlama... Sevmiyorum bu hallerini: Ağlak, mutsuz, öfkeli…

Sen misin bu söylesene? Senin bedenin mi bu taşıdığın: Bırakılmış, terk edilmiş köyler gibisin. Yıkılıyor binaların, çatın rüzgarda uçmuş ve temelin su alıyor. Sıvaların dökülmüş yer yer. Çürüyorsun anlasana. Kalk ayağa, kalk da bir bak kendine. Sen kendini sevmezsen, kim sever ki seni. Sen bakmazsan, sulamazsan bir çiçeği filizlenir mi söylesene. Esrik bir gülümseme suratında her daim, kim inanır söylediklerine. İki kelime söyleyecek oluyorsun, ağzında geveliyorsun anlaşılmıyor üstelik. Öfkelisin ya bir anda bir yıldız kayıyor gülmeye başlıyorsun. Deli diyorlar sana arkandan, en canlı kahkalarını hayata savurarak. Dönüp bakıyorsun, görürler mi sanıyorsun. Ruhun bile güzelliğini yitirdi bu günlerde. Karşı komşum Fatma Teyze bile şikayete gitmiş muhtara… Evi kokuyor, ölü var bunun evinde diye. Kaç gün oldu üstündekileri çıkartmayalı. Kaç gün oldu gün yüzüne çıkmayalı. Saklanarak, kaçarak kaç gün daha geçecek böyle söylesene. Ona mı bütün bunlar, gidişine mi, onun umurunda mısın sanki?

Ama benim umurumdasın… Her gün, her Allah’ın günü geliyorum sana. Çalıyorum kapını. Açmıyorsun. Arada bir gürültünü duyuyorum, açacaksın sanıyorum açmıyorsun. Kapını kırdırmak zorunda kaldım sonunda. Delirmek üzereyiz farkında mısın? Sen son ip kopunca delirmiş olacaksın, ben sen delirince…

İkimize de yapma bunu güzelim.
Canımmm...
Ne olur kalk ayağa.
Tut elimi.
Bir yerden başlamak gerek hayata,
at içinden şu sırrı, nefes al; sadece tek bir nefes, inan gerisi gelecek…

___________________________________
(*) Kürşat Başar - Başucumda Müzik - 126.sf.
İlk Yayın Tarihi: Şubat 2009

21 Eylül 2009

O GECE İLK

Günlerdir güneşli olan havaya inanamadı o sabah uyandığında… Önemsemedi on günden fazladır açan güneşin o sabah görünmemesini; gelirdi elbet, bir yere takılmıştır mutlaka diye düşündü ve gülümsedi aynadaki yansımasına…

O sabah, gene uykusuzdu. Gece ikiyi biraz geçene kadar beklemişti adamın aramasını. Adam içince; geç saatte mutlaka arar, uzaklarda olmanın özlemini, “Kadın özledim seni, geleceğim ulan yanına, hadi uyu şimdi”
diyerek dile getirirdi... Bilmezdi adam, kadın her uyanıştan sonra bir daha uykuya yatamaz, düşlere dalardı saatlerce... Sabah olurdu, kadın adamın uykusuz bıraktığı saatlerde hep adamı merak ederdi, sonunda dayanamaz çevirirdi tuşları, biraz ürkek, biraz da çekinerek... Adam bazen aramalara cevap verir, bazen de tüm gün ortadan kaybolurdu.

Kadın o sabah içindeki korkuyla uyandı güne. Kara kara bulutlar kaplamıştı gökyüzünü ve yağmur her an içindeki öfkeyi kusacak gibiydi. Zaten adam da aramamıştı gece. Belki erkenden yatıp uyumuştur diye düşündü; kötü bir şeyler olmadığını umarak.

İşlerini planlamak üzere masasının başına geçti. Laptop’unu açtı. Yoğun günlük programını gözden geçirdi; ötelenebileceklere yeni tarihler girdi, asistanına paslayabileceği işlere gerekli notları düştü... İşlerinin büyük bir kısmını asistanına bırakmış olmaktan huzursuzdu ama bu haftasonu çalışmak için uygun bir zaman değildi. Kalktı yerinden, mutfağa yöneldi, suyu kaynatırken aklına gelenleri tek tek uzaklaştırdı; her zamankinden daha koyu bir kahve yaptı. "Beklemek" dedi… "Beklemek neden boğar bir insanı bu kadar…" Cümlesi bittiğinde, telefonu çaldı.

Kadın : Kaç uçağı ile geliyorsun???
Adam : Her zaman ki gibi... 19:30 da havaalanında olurum canım.
Kadın: Bekliyor olacağım kapının diğer tarafında…
...

Adam gelmişti de gelmesine, kendini bırakmıştı aslında başka kollarda. Kadın kapı açılır açılmaz anlamıştı; adamın bakışlarını kaçırmasında farklı bir suçluluk vardı. Adam öperken kadını, kadın aldatılmış yüreğini eline aldı… Ve adamın kulağına fısıldadı. “Hiç yakışmadı canım sana, hem de hiç”. Canımdaki vurgu ve baskıyı sadece adam değil, o anda o havalanında iyi kötü bir yürek taşıyan herkes hissetmişti.

...

Kadınla adam o günden sonra bir daha hiç eskisi gibi bakmamıştı birbirlerinin gözlerine… Ve kadın o günden sonra hiç sevmedi beklemeyi…


Yıllar sonra gene bir sabah uyandığında ki; bu sefer neden beklediğini bile bilmiyordu, bekliyordu kadın... Hayatında belirsizlik olduğunda, hayatı duracak kadar kontrollüydü ve hayat her seferinde kontrolün onun elinde olmayacağını ona öğretiyordu. Ama kadın inatla, her seferinde kontrol onda olsun diye onlarca soru soruyordu hayata; çoğu cevapsız kalan.
...


Cevapsız bir sorunun muhatabıydı o sabah ve ne olacağını bilmiyordu. Gene de sabahtan başlamıştı hazırlanmaya geceye: Kuaföre gitti, saçını boyattı, ağda yaptırdı, manikür, pedikür… Klasik bir kadın telaşıydı yaşadığı. Bütün bu olup bitenlerin arasında kaç defa gitti eli telefona saymadı ama aklından kaç defa aynı soruyu sorduğunu biliyordu... Bir de bu gece orada yalnız olmak istemediğini…


Eve dönerken adamın en sevdiği şarabı aldı, - herşeye rağmen bu gece güzel geçsin istiyordu - gece başlamadan belki bir kadeh şarap içeriz diye düşündü. Şarabı karafa koydu, kadehlerine baktı; sanki yerlerinde olmamak gibi bir seçenek varmış gibi… Gece bittiğinde belki eve dönerler diye düşünüyordu. Yatak odasının kapısını açtı. Uzun zamandır bu odada uyumuyordu, uzun zamandır onunla uyanmıyordu... Hatta bu eve taşındığından beri hiç uyumamıştı ve hiç uyanmamıştı. Annesinden kalan antika sandığından çıkardığı en sevdiği çarşafları yaydı, en sevdiği parfümden bir kaç damla yastıklara doğru fıslattı... Bir fıs kendi yastığına, bir fıs diğerine... Eskiden olsa onunkine olurdu diye düşündü, gülümsedi... Yatağının sol yanına baktı; kapattı odanın kapısını…


Evden çıkmak üzereydi. Şaraptan bir yudum aldı; aynadaki yansımasına baktı: En güzel maskelerinden birini seçti kendine ve kapattı evin kapısını…



Araba kalabalığın içinden geçerken kadın maskesinin ardına gizleniyordu; ne de olsa O, başkaları için her zaman parlayan bir yıldızdı. Araba ineceği yere yanaştığında, dışarıdaki yağmuru fark etti ve bir de hala adamı beklediğini. Kapıyı açan koruması şemsiyeyi tuttu kadının güzelliği bozulmasın diye… Kadın ilk adımını attığında flaşlar da patlamaya başladı ardı ardına… Kadın en büyük korkusu ile yüzleşiyordu: Kırmızı halıda tek başına yürüyemeyecek kadar güçsüz hissediyordu kendini. Muhteşem yalnızlığının fotoğrafları çekiliyordu art arda… Kadın ağlıyordu gülümseyen maskesinin altında… "Bakar mısınız... Bakar mısınız" bağırışları arasında ilerlerken kapıya, flaşlardan farklı bir ışık gördü. Adam oradaydı, kalabalığın içinde: Gelmişti. Yanında değildi ama oradaydı işte; ve kadına uzatmıştı elini.. Kadın baktı adama... Gülümsedi. Son bir poz için kameralara döndüğünde... Maskesini fırlatıp attı.

Artık ihtiyacı yoktu sahte gülüşlere... Kadın hiç olmadığı kadar dimdik duruyordu ve gülümsüyordu adama. Kendinden emindi kadın ve biliyordu adam: Kadının gözlerinin içi bundan daha fazla gülemezdi...

...
Kadın ve adam gece boyunca bir kez bile yanyana durmadılar... Ayrı ayrı girdikleri kapıdan, gecenin sonunda beraberce çıktılar.

...

Ve kadın, ilk defa o gece, kontrolü adama bıraktı; herşeye rağmen uyumak ve uyanmak istedi…
________________________________________________________________

İlk Yayın: 07.02.2009 - (Tekrar düzenlendi...)




20 Eylül 2009

BAŞIMDA BİR AĞRI: AĞIR MI AĞIR...



Tamam üstüme daha fazla gelme biliyorum ben davet ettim seni perşembe günü. Ama sence de ziyaretin kısa olanı yerinde olmaz mıydı? Kaç gün oldu; tamam, besliyorum seni kabul, sen de karın tokluğuna oturuyorsun başımın üstünde. Tek yaptığın yer değiştirmek. Öne arkaya sağa sola üste alta. Hayır anlamadığın şu; yaşamak zorunda olduğum bir hayatım var benim, yetiştirmek zorunda olduğum işlerim... Evi temizlemek gerek mesela, sen varken mümkün değil ki sevmiyorsun gürültüyü. Ders çalışmalıyım ama o da mümkün değil ne ışığı seviyorsun ne de odaklanmayı.

Sen huzursuzluk, rahatsızlık ve de sıkıntı veriyorsun bana. Başımı kaldıramaz oldum anlasana. Umrunda değil farkındayım, üstelik yüzsüz bir tavrın var son zamanlarda. Yoksa onca sözden sonra bir dakika duramaz, durulamaz ama söz konusu sen olunca hayretle bakıyor insan. Telaşlanmıyım diyorum kendi kendime, geldiği gibi gider; şu saat oldu, hala benimlesin ve korkarım yarın da gitmeyeceksin. Ama artık kızmaya başladım. Git artık. Gelme bir daha.


_____________________________________
Fotoğraf / 1x.com
İlk Yayın Tarihi : 28.12.2008

19 Eylül 2009

BAYRAM ŞEKERİM O BENİM... AMA...



biliyor musun

annemden öğrendim
küçük bir çocukken
"sende olanı paylaşman gerek"
şekerimi de paylaşırım seninle
ama
zorla elimden almaya kalkma
kızarım sonra

ŞEKER TADINDA GEÇSİN BAYRAMINIZ
____________________________________

18 Eylül 2009

ÖZLEMLERİMİZ AYNI



Aynı sabahlara uyanıyoruz seninle: Yıllardır hayalini kurduğumuz senli benli günlere... Bir sahil kasabasının son dönemecinde, ağaçlar içinde küçük ağaç bir ev: İçinden mutluluk taşıyor kendinden küçük pencerelerinden. Sen gözlerinle seviyorsun her sabah beni ve ben parmak uçlarımda öpüyorum tenini...

Çok zaman değil yarın kadar sonra gerçek olur mu dersin sabahlar, eskiden olduğu gibi saatler geçer gider de yetmez mi dersin hem sana hem bana...

Biliyorum hislerimiz aynı, aynı gün batımında oturup kuruyoruz geleceği ve geçmişin taşıdığı izleri gökyüzüne bırakan kuşların kanatlarında yükseliyor iç çekmeler. Sen bulutlara bakıyorsun, kurduğun her bir düşün gerçeklik halinin bende olduğuna şaşarak, ben ufka bakıyorum geçmişin düş kırıklıklarının bir tek parçasının bile sana sıçramamış haline inanmayarak...

Çok şey beklemiyoruz üstelik bu hayattan:
Bir yürek yek diğerinde atsın yeter bize, değil mi sevgilim?
Gerisi zaten aşkın en halinden de öte...

_____________________________________

Fotoğraf / A doggy walk #1© theo peekstok