04 Ekim 2009

03 Ekim 2009

ÜÇ / GEN




İlişkinizi tarif eden bir şekil çiz dedi bana,

koca bir çember çizdim önce,

bütün kağıdı kaplayan...

Olmasını dilediğimdi dedim.


Sonra kağıdı ters çevirdim ve küçük bir üçgen çizdim:


iç açıların toplamı 180 derece ederdi ya hani...


Topladım çizdiğim üçgeninkini

İKİ YÜZLÜ rakamlar çıktı karşıma

Köşelerden birinin AÇISI

YALANCI

ama hangisi?



02 Ekim 2009

Bir Şehrin Gölgesinde Tanımak Seni





Ve evet, ben dün senin büyüdüğün o şehirdeydim.


Sabahın en erkeni...

Sabahın ilk heyecanını attık üzerimizden, hasretle birbirine dolanan parmaklarımızı saymazsak, herşey normal seyrine döndü bile diyebiliriz. Eve gitmeden önce, her sabah yürüdüğün sahile gidiyoruz. Hem kahvaltılık bir şeyler alacağız fırından hem de sen güne nasıl başlıyorsan öyle başlayacak herşey. Ben bunu bu şekilde dillendirdiğimde, uzanıp öpüyorsun beni durduk yere. Şaşkın şaşkın bakarken ben sana; güne seni öperek başlıyorum diyorsun. Gülümsüyoruz güneş niyetine birbirimize. Sahilde o sözünü ettiğin çarşaf deniz, üzerinde yakamoz ve her seferindeki keşken "burada olsan"ın yerinde "buradasın, inanamıyorum" var.

Martıları selamlıyoruz, köpeğini gezdiren adama gülümsüyorsun, yürüyüşe çıkmış adam ve kadınla kısa bir sabah sohbeti, beni tanıştırma ve anlamlı bir "size de iyi günler"den sonra, yolumuzu çeviriyoruz bahçesinde mürdüm erikleri olan eve. Bugün ikimizin; sadece sen ve ben olacağız. Ben seni, doğup büyüdüğün şehrinde, bir kez daha tanıyacağım. Ölesiye meraklıyım: İlk öptüğün kızın evini görmek istiyorum, bisikletten düştüğün sokağı, futbol oynadığın toprak sahayı, babanla yürüdüğün yolları, sokak arası bir oynaşın tekrarını yaşat bana istiyorum. Aklımda onlarca soru, anlattıklarından yola çıkıp, anlatmadıklarına varmak istiyorum. Sense bana sabah kahvaltısının olanlarını sayıyorsun, başka bir şey isteyip istemediğimi. Farkında bile değilsin, ben senli benli hallere doyuyorum o anda; öyle özlemişimki, bir nefes çeksem teninin kokusu yetecek tıka basa doymama...

Kahvaltı bahçenin ahşap masalarında, incir ağacının hemen altında. Elimizi uzatıp, incir kopartıyorum. Yediğim en güzel incir. Kızıyorsun bahçeden böğürtlen, incir toplayıp ağzıma atmama, hoş bir flörtöz tavrın birbirini kovalayan; o telaşlı, o heyecanlı, o hiç bitmesin istenilen anlarını çoğaltıyoruz bakışlarımızda.

Domatesleri kopartırken dalından ve biberleri toplarken teker teker inanamıyorum burada, seninle olduğuma, ara ara dönüp bakıyorum gerçek mi diye etrafıma, ikna olmayınca bir çimdik atıyorum bacağıma, bir düş olmadığını anlıyorum herşeyin canımı istemeden acıtınca... O sırada yan bahçeden bir ses, "tiskinti duyuyorum" diye bağırıyor. Gülmemek için zor tutuyorum kendimi. "Tiskinti duyan" bu amcayı senin anlattığın kadarıyla tanıyorum. Ayakkabıları çalan köpek görünüyor köşeden, saklanmış böğürtlen çitinin ardına, boş bir anımı bekliyor belli, ama ben önceden almıştım onun marka ayakkabı düşkünlüğünü, tedbirliyim, boşuna beklemesi eve girişimi...

Mutfağa geliyorum, yüzümde alabildiğine huzur ve tanıdık bildik bir yerde olmanın keyfiyle... Hep sözünü ettiğin pencereden bakıyorum, kilimi serip de yıldızları seyrettiğimiz ağaçlar şunlar olmalı diyorum... Bir selam çakıyorum her bir yaprağına şahitliklerinde yaşanan anlar adına... Tezgaha yöneliyorum, bahçeden topladığım tazecikleri kahvaltıya hazırlamak için... Bahçede mangal keyfi için yanan ateşin ve onların yanında içilecek rakıların ve senin her anlatışında ağzımı sulandırmayı başardığın daha bir çok yemeğin kokusu siniyor üzerime... Anlattığın gerçek üstü mutluluk diyarının, gerçek prensesiyim şimdi ben. Hiç bu kadar mutlu olmuş muydum daha önce ve sevilmiş miydim böylesine diye düşünürken: Hemen arkamda bitiveriyorsun; bedenini, bedenime yaslıyorsun. Boynumdan öpüp, öyle çok düşledim ki burada böyle bir sabahı diyorsun.

O bakışın hiç gitmesin üzerimden istiyorum. Bana bakışını seviyorum: Yüreğimi aşkınla çepeçevre sarıyorsun ya her seferinde, ben her seferinde sana bir kez daha aşık oluyorum ya.... Hani sarıyorsun ya avuçlarınla sevda yorgunu ellerimi, bırakmayacağını çok iyi bildiğim halde; bırakma diye bakıyor ya gözlerim gözlerine, sana bakışımı seviyorum: Yüreğini aşkımla çepeçevre sarıyorum her seferinde, sen her seferinde bana bir kez daha aşık oluyor ve sesleniyorsun ya sessizce: SENİ SEVİYORUM diye... İlk kez duyuyorum ya ben her yineleyişinde ve heyecanlanıyorum ya ölesiye...

Bizim masalımız hep böyle kalsın istiyorum; hep böyle aşkın en haliyle...

****

Hani nasıl geçti günün diye sormuştun ya gece uykuya yatmadan az önce... Bu sabahımdı sadece... Sonrası bize kalsa, sadece sana ve bana... Olur değil mi sevgilim?

_____________________________

Fotoğraf / deviantART

KURULMUŞ CÜMLELER / 12





"Herhangi bir formül ya da yöntem yoktur.
Sevmek severek öğrenilir."


Aldous Huxley







______________________________________

01 Ekim 2009

TURGUT'A / YALNIZCA SANA...


Ama ben en çok şeyi
En kısa zamanda sana söyledim..
Yalnız sana... (*)






Yazılanı yormuştum bir keresinde...

Osmanbey çıkışında köşedeki Yapı Kredi'nin hemen üstündeki bir odanın camından bakıyorum tam karşımdaki Pangaltıya inen yokuşlardan birinden yürüyen insanlara...


"Gitmek sorun değil, giderim... Ya aşk gelmezse peşimden... Ya onda kalmak isterse..." diyorum.


"Kaldığında anlar aşk, anlamı olsa gitmene gerek kalmadığını... Eninde sonunda gideni takip eder aşk, onunla yeniden bir anlam bulsun hayat diye." diyorsun bana...


Durup bakıyorum sana; kararlılığına. Neden sonra kapıyı kapatıp çıkıyorum: Aşk peşimden geliyor koşarak... Koşarak uzaklaşıyoruz oradan, o an'dan, o şehirden, o ülkeden...

_________________________________________


Çok değil, topu topu 8 saat konuştuk seninle... İlk karşılaşmamızdan sonra, bir demet beyaz frezya getirdim sana: Öyküsünü bildiğin ve neden onunla geldiğimi çok iyi tahmin ettiğin halde, sadece gülümsedin ve vazoya koyması için yardımcına seslendin. Oturduğumuz odanın çıplaklığı ve soğukluğu beni pencere kenarına itti. İtti diyorum çünkü sen sebebini biliyorsun... Sebebini bildiğin bir çok şey gibi, bunu da anlıyorsun. Pencereden bakıyorum; Pangaltıya inen yokuşta yürüyen insanlara... Susuyoruz... Zamansız bir anı paylaşmanın telaşında değiliz. Sadece susuyoruz. Söze ben başlıyorum: "Neden..."


Kendi sorup, kendi cevaplayanlar gibi; sonu gelmez bir telaşla ve heyecanla, kelimeleri ardı ardına sıralıyorum. Yüklemi olmuyor bazılarının, bazılarının öznesi... Eksik kalıyor nesnesi bazılarının ve bazıları bir cümle bile olamyor. Kelimeler saçılıyor, karmaşıklaşıyor herşey; ama bir yandan da çözülüyor, dökülüyor sanki... Yakalayamıyorum hiçbirşeyi, esir aldı sanki bir şey beni, beynimle dilim sanki eş zamanlı çalışmıyor. İdim, egom, süper egom gizli bir vadinin orta yerinde savaşa tutuşmuş gibi: Sakladığım, gizlediğim, üzerine düşünmek istemediğim ne varsa birbir çıkıyor ağzımdan... Bir bir dökülüyor yaralarım. .. Birbir dökülüyor gözyaşım...


Hala ayaktayım, pencerenin önünde, neredeyse 5 saattir aralıksız konuşuyorum. Aralıklı ağlıyorum... Sesimi duydukça, sesime gelenler mi çoğalıyor ne, durmak bilmiyorum. Kelimelerimi sakınmıyorum. Nasıl geliyorsa öyle çıkıyorlar. Şaşırıyorum. Bunca zaman, bunca an, bunca insan nasıl susabilmiş ki dilim... Sen en kısa zamanda en çok şeyi sana anlatabidiğim sen; yalnızca senle ben olabildiğim o zaman diliminde, bir kez bile bir şey sormuyorsun bana. Bir kez bile gözünü kırpmıyor ve hatta nefes almıyorsun. Büyük bir açlıkla dinliyorsun beni. Büyük bir açlıkla sarıp sarmalıyorsun. Ben bütün yükümü sana, yalnızca sana bırakıp çıkıyorum kapıdan 8 saat sonra. Vazodaki frezyalara bakıyorum son bir kez ve sen ilk kez ses veriyorsun bana: Bon voyage...

__________________________________________________

(*) Özdemir Asaf şiiri
(**) Değerli zamanını yola çıkmadan önceki o son akşamda bana ayırdığın için teşekkür ederim sana Turgut... Ve bir dipnot: Aşk geldi peşimden, haberin olsun istedim...
(***) Fotoğraf / Linda© Angela Bacon-Kidwell