27 Ekim 2009

DİLSİZ GECELERİN SESSİZ TANIĞI


Dilsiz gecelerin sessiz tanığıydı mumlarım... Öyle özele, güzele ihtiyaç duymaz; bütün ışıkları kapatır, yakardım mumları tek tek: Bazen 2-3 bazen 10'dan fazla... Bazı geceler, bir müziğin arkadaşlığına ihtiyaç duyardım bazı geceler sadece kendime. Kafamda onca soru, olasılıkları nedeniyle sorudan çok cevap olurdu. Dilsiz gecelerim vardı ve tek tanığıydı yaktığım mumlar... Karanlıktı geceler,  bazen anlamsız olurdu heceler; arka arkaya dizdiğim  ve anlamlı tek bir cümle kuramadığım gecem olmadı desem yalan olur; bazen de öyle bir akıp giderdi ki kelimelerim, cümlelerimin duru durağı olmazdı. Öyle gecelerden birinde kaleme aldım ilk seri öykümü ve bir başka gecede geldi ikincisi, öykülerimi sevdim; yaşanmış anlardan düşlere, düşlerden gerçeklere, gerçeklerden anlara uzanırlardı. Arada şiirler yazardım, bazen sorarlar; nasıl yazıyorsunuz, aslında cevabı basit: İçimden geldiği gibi... Herkes, her şey bir yazı nedeni olabilir benim için; bazen tek bir kelime, bazen koca bir yaşanmışlık, bazen bir bakış, bazen bir kaçış... Kendimle başbaşaysam, bir de içim kıpır kıpırsa; alırım elime kalemi ya da klavyeyi başlarım yazmaya; küçük hatırlatıcı notlar alırım, altına tarih ve kimle olduğu notu, tabii eğer önemliyse... Aklıma bir müzik gelirse onu da not ederim, ya da bir müzik hali hazırda zaten dinleniyorsa aklımın not defterine tınısını eklerim.



Yazmak, bir yürek işi, bir algının söze dökülmesi ve eğer biraz da şanslıysan bileğine kuvvet dillendirme işi... Bu anlamda bakıldığında, evet yazmak herkesin harcı değil ve başka bir bakış açısıyla aslında herkes yazabilir. Yazar olma halini, yazar olmayandan ayırmak için kullanılan şu örneklere oldum olası sinir olurum; yazar olmayan, bir güneş doğumunu şöyle anlatır:
> Bu sabah uyandığımda güneş doğmuştu.
Yazar süsler:
> Bu sabah güneşin yüzümü öpen o sımsıcak dokunuşuna açtım gözümü... 


Buradan şu sonuç çıkmasın, ben herhangi bir yargıya ulaşacak ne akademik formasyona sahibim ne de bu konuda kendi çapımda bir araştırma yapmışlığım var. Hani okulda öğrendiğimiz, anlatılan, altı çizilenlerden aklımda kalanlarla düşünüyorum şimdi ben; farkındayım buraya yazmak aslında sesli düşünmek ve aslında bir bakıma da riske girip, tatlı tatlı tartışılacak bir zemin hazırlamak ama ben varım... 


Blog yazmazdan önce de yazardım. Az önce de dediğim gibi aklıma düşerse, peçete, gazete kağıdı ya da bir kumaş parçası fark etmez illa not alır, o notu bir dosya içine atar ve sonra günü gelince de tesadüfi bir şekilde bulur üzerine düşünürüm... Öğrencilik hayatımın büyük bir kısmı aslında yazmakla geçti; bir iletişim sanatları öğrencisi için bundan daha doğalı yok elbet; okur, seyreder, tartışır ve yazardık... Ateşli, entelektüel! tartışmalarımızın bir çoğu güncel filmler, kitaplar, söyleşiler, festivaller üzerine olurdu, bir de ders için seyrettiğimiz yabancı reklam filmleri vardı ki, işte orada film kopardı ve geceler illa okunan şiirlerle noktalanırdı.


Ah akıl, gene nereden nereye getirdin beni... Dilimin duru yok bu gece... Mumlarım da yanık değil zaten. Sizler bu satırları okurken, dillenen gecemin tanıkları olacaksınız: Kiminiz bir iç çekecek, kiminiz gene ne saçmalamış bu kadın diyecek... Kiminize uzun gelecek ki o zaten bu teşekkür satırlarını bile göremeyecek... Neden yazıyorum sorusunun cevabı var aslında ve neden bu gece yazdığımın da... Ama siz zaten nedenini biliyorsunuz değil mi? Neden bu satırları buraya kadar okuduğunuzu da... Bazen bizden olduğu için, bazen bizden olmadığı için okuruz bir blogu; dilsiz gecelerimin sessiz tanığı gibidir kelimelerime kapılıp giden yürekler... Bazısı bir iz bırakır kendinden, bazısı okur gider kendiliğinden... 

Bir teşekkür yazısı bu aslında, dedim ya dilsiz gecelerimin sessiz tanıklığını bir tek mumlarım yapardı eskiden...
Çok eskiden...












Fotoğraflar / deviantART


26 Ekim 2009

DİÇ / Divane Aşık Gibi

Haberdarsınız mutlaka ama, ben kendime de bir ödev olması için koymak istedim dünyama...
İnsanların; inandıkları, savundukları ve sahip çıktıkları adına attıkları somut adımları kendime bir anlamda ayna gibi tutmak istedim.

Ben bu türküyü çok severim...
Çok içli gelir bana...
Bir kere de siz DOĞA İÇİN ÇALın derim...
İnanın pişman olmayacaksınız...






 Doga icin cal on Vimeo.

Pis Türkler / Bir Pazar Klasiği

Harika bir pazar sabahı, kahvaltı masamızda yok yok... En önemlisi de ayların verdiği hasretlik duygusuyla birbiri ile yarışan içten kelimeler, ayrıyken biriktirilmiş anlar ve tabi bir de gerçekleşmesi umut edilen yepyeni hayaller...


Saatler saatleri kovalıyor, garsonlar sıklıkla oraya giden hani gedikli müşteri tabir edilen biz müşterilerine aileden biri gibi davranıyorlar. Her türlü naz çekiliyor, bir parça börek istiyoruz, bunlar da yeni çıktı deyip, ev yapımı boğaçalar da ikram ediliyor, gazete var mı diyoruz, gazeteler geliyor çeşit çeşit, limon deyince adeta limon bahçesi serecekler önümüze... Keyfi katlayan bir pazar sabahında, güneş yüzünü arasıra kıskanırcasına saklıyor. Garson üşüyen omuzları uzaktan fark edip, polar şalları göndertiyor; artık daha konforluyuz...

Öğle saatlerine doğru, gözleri mahmur uyanıklıkla uyuşukluk arasında gezinen onlarca yüz doluşuyor bu keyifli kahvaltı mekanına... Yumurtalar çeşit çeşit; sahanda, suda, omlet, menemen... Az öz geliyor herşey, az öz yiyemesek de, tıka basa değil hissimiz... Sabah kahvelerinin yanına eşlik eden günlük haberleri yorumlarken, nereden nereye gidip geliyor anılar... Laf alafı açıyor, olur da yarım kalan bir konu olursa küçük bir hatırlatma ile mutlaka dönülüp o konu da nihayete erdiriliyor. Güneş kendini iyiden iyiye belli edince, anlıyoruz ki kalkmak ve dolaşmak vakti... Karşılıklı gene bekleriz, çok memnun kaldık her zamanki gibi, doğruluk payı yüksek nezaket cümlelerinden sonra akşam yemeğe de gelelim mutlaka dilekleriyle oradan uzaklaşıyoruz.


Nedendir, nasıldır, niyedir bilemediğimiz bir halde kendimizi kalabalık bir alışveriş merkezinin göbeğinde buluyoruz, ki her seferinde yeminliyiz cumartesi pazar alışveriş merkezlerine her ne pahasına olursa olsun gitmemeye... Az sonra sabahki kahvaltılıkların yetti gayri biz de gün yüzü görmek istiyoruz ısrarları ve yürüyüşün bunu tetikleyen tavrı nedeniyle soluğu tuvaletlerde alıyoruz. Tahmin etmesi güç olmayan o karmaşanın ve kalabalığın önlenemez telaşı içinde ortalık savaş alanını andırıyor. Böylesini ancak bir de bedava mal dağıtılırken resmedeceğiniz hengamenin ortasında; aksanı gayet düzgün türkçesi ile bir kadın sesi duyuluyor: PİS TÜRKLER... Hemen yandaki tuvaletten kadını destekleyen başka bir kadın sesi, haliyle kadınlar tuvaletindeyiz sanki erkek sesi duyma şansımız varmış gibi bir de neden altını çiziyorsam... Neyse, kadının sesine konsantre olayım ben gene: DOMUZ GİBİLER VALLA... ŞU HALA BAK LEŞ... LEŞ... SANKİ AHIR...

Ellerimi yıkadığım esnada aklımdan geçenler:
> Tuvaletler çok pis evet...
> Adeta ahır gibi katılıyorum.
> Türkçe başka hangi millet tarafından ana dil düzeyinde kullanılıyordu sahi?
> Tuvatten bu serzenişleri sıralayanlar, büyük ihtimal 2-3 kuşak yurtdışında yaşayan Türkler olmalı, hani artık kendileri Türk sayılmayabilir... Haliyle, hazır da mekanıyken, biz Türklere bok /.... atabilirler...


Alışveriş merkezinin kendini kaybeden kalabalığına tekrar karışıyoruz, kıvrım kıvrım dolanarak tamamlanacak ikinci etap turumuzda alacaklarımızı hızla alıp, kasalara ilerliyoruz, kasaların tamamı açık ve önünde uzayıp giden kalabalıklar yok neyseki, kısa sürede işimizi halledip, hızla uzaklaşıyoruz oradan ve  bahçesini sevdiğimiz bir cafede soluğu alıp, insanı kısa sürede uyuma moduna sokacak rahat koltuklarına atıyoruz kendimizi, aynı anda gözgöze gelip, bir daha asla, asla haftasonu alışveriş merkezine gitmek yok deyip, basıyoruz kahkahayı...

Asla asla dememek gerektiğini daha önce defalarca deneyimlememize rağmen bir pazar klasiğinin orta yerinde fırınlanmış sebzelerimiz ve domates sularımızla sislerin arasından ara ara kendini hatırlatan güneşin keyfini çıkartmaya devam ediyoruz; günün güzelliğinin ve kelimelerin içtenliğinin yansımalarını parlayan gözlerimizde fark ederek...

25 Ekim 2009

YAZILANI YORDUM - 7


YAZILAN


Ortancalar vardı çıktığım bir yolculuğun pazar durağında, bir başka yolculuğun duraklarından biriydi balkonda saksı içindeki ortancalar: biri mavi, biri pembe... Bilmem birşey mi anlatmak istediler, öylece geçip gittim yanlarından.


Şimdi, yani bugün bu fotoğraf ve altındaki yazı bir an'ı getirdi yüzüme, bir gülümseme ile:

el değmeden okşanmıştı yüzüm evvel zaman önce ve bir adam sevişirken bile sevebilirdi bir kadını anlamıştım son iç çekişte...

______________________________________________


Bazı anlar vardır, hiç bitmesin istersiniz... Bazı anlar vardır bir daha hiç denk gelmesem dersiniz... Bu pazar, ortancalara açtım gözümü, filizlenmişlerdi, yeşermişlerdi yeniden. Oysa ben sana hep yeşilim diyen adamın sesi kulaklarımda yankılandı. Özlediğimi fark ettim. Dolu dolu bir hasretlik hali... Oturdum bir mektup yazdım, gönderilemeyen mektuplara bir yenisini daha eklemek değildi niyetim, ama kelimeler geldi, aktı, zamana kazındı. Biliyorum, bu kelimelerinde zamanı geldiğinde, bir sahibi olacak. Hiçbir kelimenin sahipsiz kalmadığını öğreneli çok oldu. Bu kelimeleri aklımın kışına sakladım elbet baharı gelince günyüzüne çıkarlar diye... 

Şimdi doğan güneşin, bulutlar içinden süzüle süzüle bedenime inişini bir şölene dönüştürmeliyim. Bu sabah, elimde bir kahve, kokusunu içime çeke çeke, aşka sığınmalıyım. Çünkü aşk; mevsimi geldiğinde çiçek açan ortancalar gibidir; ne kadar kurumuş gözükürlerse gözüksünler, filizlenirler güneş köklerine erince...

Bu pazar hiç bitmesin, sen hep ol yüreğimde...

24 Ekim 2009

DİKKAT! Ağır Desibelli Deton Var


Duman




Bazı şarkılar var, neden bilmem çığlık çığlık söylemek geliyor içimden...
Öyle, bağıra çağıra...
Detone olayım, deton olayım istersem sadece ton olayım...
Umrumda değil...
Bugün bu şarkıyı bağıra çağıra söyleyesim var...
Bir de sakin sakin oturup çay içesim...
Karışık mı geldi size ruh halim...
Yooo, hiç değilim...
Karışık doğru kelime değil bir kere...
Doğru kelime ne ondan da emin değilim...
Ne demiş Yunus Emre:
Cümleler doğrudur sen doğru isen, doğruluk bulunmaz sen eğri isen...!!!
Fark ettiniz mutlaka eğri yazmadım bu kelimeleri...
Etmediyseniz de dönüp bir kere daha baktınız.
Bakmamış da olabilirsiniz tabi...
Ben baktım, gerçekten de eğri yazmamışım...


Ben şarkıma döneyim, bağıra çağıra söyleyeyim...
Arada bir dinleneyip, dinlenirken sakin sakin çay içeyim...
Süper oldu bu plan...
Sizce de süper bir sabah değil mi?
Günü güzel karşılama kutlamalarım biter bitmez gidip bir de güneşin keyfini çıkartayım...



Keyifli haftasonları...