Dilsiz gecelerin sessiz tanığıydı mumlarım... Öyle özele, güzele ihtiyaç duymaz; bütün ışıkları kapatır, yakardım mumları tek tek: Bazen 2-3 bazen 10'dan fazla... Bazı geceler, bir müziğin arkadaşlığına ihtiyaç duyardım bazı geceler sadece kendime. Kafamda onca soru, olasılıkları nedeniyle sorudan çok cevap olurdu. Dilsiz gecelerim vardı ve tek tanığıydı yaktığım mumlar... Karanlıktı geceler, bazen anlamsız olurdu heceler; arka arkaya dizdiğim ve anlamlı tek bir cümle kuramadığım gecem olmadı desem yalan olur; bazen de öyle bir akıp giderdi ki kelimelerim, cümlelerimin duru durağı olmazdı. Öyle gecelerden birinde kaleme aldım ilk seri öykümü ve bir başka gecede geldi ikincisi, öykülerimi sevdim; yaşanmış anlardan düşlere, düşlerden gerçeklere, gerçeklerden anlara uzanırlardı. Arada şiirler yazardım, bazen sorarlar; nasıl yazıyorsunuz, aslında cevabı basit: İçimden geldiği gibi... Herkes, her şey bir yazı nedeni olabilir benim için; bazen tek bir kelime, bazen koca bir yaşanmışlık, bazen bir bakış, bazen bir kaçış... Kendimle başbaşaysam, bir de içim kıpır kıpırsa; alırım elime kalemi ya da klavyeyi başlarım yazmaya; küçük hatırlatıcı notlar alırım, altına tarih ve kimle olduğu notu, tabii eğer önemliyse... Aklıma bir müzik gelirse onu da not ederim, ya da bir müzik hali hazırda zaten dinleniyorsa aklımın not defterine tınısını eklerim.
Yazmak, bir yürek işi, bir algının söze dökülmesi ve eğer biraz da şanslıysan bileğine kuvvet dillendirme işi... Bu anlamda bakıldığında, evet yazmak herkesin harcı değil ve başka bir bakış açısıyla aslında herkes yazabilir. Yazar olma halini, yazar olmayandan ayırmak için kullanılan şu örneklere oldum olası sinir olurum; yazar olmayan, bir güneş doğumunu şöyle anlatır:
> Bu sabah uyandığımda güneş doğmuştu.
Yazar süsler:
> Bu sabah güneşin yüzümü öpen o sımsıcak dokunuşuna açtım gözümü...
Buradan şu sonuç çıkmasın, ben herhangi bir yargıya ulaşacak ne akademik formasyona sahibim ne de bu konuda kendi çapımda bir araştırma yapmışlığım var. Hani okulda öğrendiğimiz, anlatılan, altı çizilenlerden aklımda kalanlarla düşünüyorum şimdi ben; farkındayım buraya yazmak aslında sesli düşünmek ve aslında bir bakıma da riske girip, tatlı tatlı tartışılacak bir zemin hazırlamak ama ben varım...
Blog yazmazdan önce de yazardım. Az önce de dediğim gibi aklıma düşerse, peçete, gazete kağıdı ya da bir kumaş parçası fark etmez illa not alır, o notu bir dosya içine atar ve sonra günü gelince de tesadüfi bir şekilde bulur üzerine düşünürüm... Öğrencilik hayatımın büyük bir kısmı aslında yazmakla geçti; bir iletişim sanatları öğrencisi için bundan daha doğalı yok elbet; okur, seyreder, tartışır ve yazardık... Ateşli, entelektüel! tartışmalarımızın bir çoğu güncel filmler, kitaplar, söyleşiler, festivaller üzerine olurdu, bir de ders için seyrettiğimiz yabancı reklam filmleri vardı ki, işte orada film kopardı ve geceler illa okunan şiirlerle noktalanırdı.
Ah akıl, gene nereden nereye getirdin beni... Dilimin duru yok bu gece... Mumlarım da yanık değil zaten. Sizler bu satırları okurken, dillenen gecemin tanıkları olacaksınız: Kiminiz bir iç çekecek, kiminiz gene ne saçmalamış bu kadın diyecek... Kiminize uzun gelecek ki o zaten bu teşekkür satırlarını bile göremeyecek... Neden yazıyorum sorusunun cevabı var aslında ve neden bu gece yazdığımın da... Ama siz zaten nedenini biliyorsunuz değil mi? Neden bu satırları buraya kadar okuduğunuzu da... Bazen bizden olduğu için, bazen bizden olmadığı için okuruz bir blogu; dilsiz gecelerimin sessiz tanığı gibidir kelimelerime kapılıp giden yürekler... Bazısı bir iz bırakır kendinden, bazısı okur gider kendiliğinden...
Bir teşekkür yazısı bu aslında, dedim ya dilsiz gecelerimin sessiz tanıklığını bir tek mumlarım yapardı eskiden...
Çok eskiden...
“Her yaşamın bir öyküsü vardır ve her öykünün de bir kahramanı. Bu yaşamın bir yerinden tutunuyorsak eğer, bir coğrafyada yaşıyorsak, nefes alıyor ve görüyorsak gökyüzünü, hepimiz birer kahramanızdır kendi öykülerimizde. Ve yaşadığımız, gördüğümüz müddetçe hepimizin her konuda söyleyeceği iyi veya kötü bir çift laf, karalayacağı bir iki satır, dile dökeceği bir öykü mutlaka vardır kendine göre.” diye yazmışım yaklaşık 2 sene kadar önce. O günden bugüne yazmakla ilgili olarak düşüncelerimde bir değişiklik olmadı. Herkes yazabilir diyorum yani hala ama herkes “iyi” yazamaz, bir şiirin, bir öykünün altına kolayca imza atamaz, bir edebiyat eseri sunamaz ayrımına dikkat çekerek..."
YanıtlaSildiye yazmışım ben de benzer bir soruya cevaben. gerçi yazı uzun ama bu kadarı da yeter sanırım benzer düşüncelerde olduğumuza...
ve bir de sen "iyi yazıyorsun"un altını çimek istiyorum gitmeden önce...
Dilsiz gecelerinin sessiz tanıklığını yapan titrek mumların eşliğinde kalem tutan ya da klavyeye basan parmakların (gecenin yüreğine koşturan atlıların nal sesleri gibi) hiç tükenmesin dilerim.Mumlardan yansıyan ışık toplarının saçlarının ardında bırakacağı o haleye ulvi ve mistik bir anlam yükleyerek senin de bu çemberin döngüsünde mutlu sabahlara uyanmanı dilerim.Canım böyle istedi İŞTE.Yazılarını okumayı ben de çok seviyorum.Sevgilerimle tontini.
YanıtlaSilHer aşçının yemeği yenilmez, her yazarın yazdığının okunmayacağı gibi lakin yazılarınız KESİLİP SAKLANILACAK türden. Nadide sebzelerle harmanlamış bu sofrada neyi nasıl beğenmemezlik yapabiliriz ki. Ben aşçı Evren kardeşimin yemeklerinin tadını, şeklini ve sunumunu çok beğeniyorum. Keşke bu ahir yaşımda aynen diyemiyorum böylesi yazabilseydim.
YanıtlaSilSiz sofraya menü hazırlamaya bizde lezzetin tadına vararak yemeğe devam edelim.
İyi ki varsınız.
Sevgi ve saygıyla
Mumlar.
YanıtlaSilÖyleyse tam 6 şahidim var gecelerime ; koyu ahşap masanın üzerinde duruyorlar sıra sıra dizilmiş ; üstelik vanilya kokuyorlar,bazen ferahlığımın karanlığa göğüs geren aydınlıkları,bazense ruhumun bir uykuyla karanlığa karışmasına ninni okur onlar..
Üflemeden uykuya dalmayalım :)