10 Ocak 2010

NAKAVT

Uzun zamandır konuşmamıştık; bir kahve içimlik vaktin var mı diye telefon açtığında. Onun evi ile benim evim arasında neredeyse orta denilecek bir noktada buluşacaktık. Erken çıkmıştım evden, caddeye inmeyeli ne çok olmuştu. En son ne zaman indiğimi hatırlayamadım. En son ne zaman hayata karıştığım bilemedim. İnsanların kalabalığı, o koşuşturma, kahkahalar... Herşey yabancıydı bana. Tek başına kalmanın sıkıntısını her zaman yaptığım gibi kitap okuyarak gidermeye çabalıyor ama zamanın akıp giden haline kafayı kaldırıp bakmadan da edemiyordum.

En son... En son o sabah çıkmıştım evden, onun yanından hızla kalkıp kapıyı çarpıp çıkmıştım. Yok, yok öyle olmamıştı. Hafızam... Hafızam yine oyunlar oynuyor bana... O sabah... O sabah ben ondan erken uyanmıştım. Yer yatağından kalkmış, duşa gitmek niyeti ile havlumu almak üzere dolaba uzanmıştım. Birden yatakdaki yatışına takıldı gözüm. Öylece yatıyordu, hiç bir şey olmamış gibi öylece yatıyordu. Yüzündeki ifadesizliğe takıldım kaldım bir süre. Ayakta durmuş onu seyrediyor ve bir gece önceki ellerini hissediyordum. Ellerimi tuttuğu andaki, o soğuk, o buz, o uzak ellerini... Ellerimi avuşturup uzaklaştırdım o hissi. Yatağın hemen kenarındaki boşluğa oturdum. Düz saçlarının alnına düşen kısmını hafifçe kaldırdım. yüzünü belli belirsiz okşadım. Güçlü omuzlarını, o kaslı kollarını dışarı bırakarak uymasını, uyumadan hemen önce beni yatağın öbür ucundan çekeleyip kolları arasına almadan uyuyamayışını ve daha nice birlikte uyuma halimizi düşündüm. İçimde bir yerde bir sızı aklıma gelen her bir anda sanki yayılıyor, sanki büyüyordu... Ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre izledim artık çok uzak olan bizi.

Sorular böyle zamanlarda boğar ya en çok insanı, böyle zamanlarda cevapsız ve böyle zamanlarda acımasızdırlar ya... İşte o sorulardan bir kaçı ile boğuşurken, terlemeye başladığımı fark ettim. Her bir sorunun en az iki eli vardı ve onlarca sorunun yirmilerce elleri boğazıma yağışmış beni nefessiz bırakıyordu. O uyuyordu. Bütün olanlardan hiç de etkilenmiş gibi gözükmesine giderek sinirleniyor, sinirlendikçe nefessiz kalıyor, nefessiz kaldıkça öfkeleniyordum. içinde bulunduğum bu ev, bu oda, bu yatak beni boğuyordu ve ben kontorlü sorulara vermiş bir şekilde biraz da basireti bağlanmış bir halde onu seyretmeye devam ediyordum.

Aniden yataktan kalktım. Evet, onun yanından hızla kalkıp ( bak burası doğruydu işte) giyinme odasına gitmiş, valizlerden bir ikisini çıkartmış ve eşyalarımı özensizce toparlayıp, en acil ve kullanacak olduklarımı alıp valizleri dış kapının önüne taşımıştım. Girip duşumu almış, saçlarımı kurutmuş, makyajımı yapmış ve olağan bir günün sıradanlığında evden çıkmak üzere hazırlanmıştım.

Yatak odasına döndüğümde hala uyuduğunu fark ettim. Az önce yatağın kenarında beni boğmaya kalkan soruların üstüne oturdum ve öperek onu uyandırdım. "Harika görünüyorsun" dedi. "Biliyorum" dedim. "Bugün cumartesi değil mi, çalışıyor musun?" "Yo, hayır çalışmıyorum, seni terk ediyorum" O yataktan kalkıp giyinene kadar ben çoktan valizlerimi alıp beni bekleyen taksiye binmiştim. Arkamdan bağırdığını duyuyordum... Bu onu son görüşüm olmuştu. Neredeyse bir ay önce bugün...

Öyle dalmıştım ki geçmişe; "eee, anlat bakalım" dediğinde irkilerek şimdiye geldim,
"anlatacak bir şey yok" dedim.
"Hadi, sen kolay kolay pes etmezsin, kolay kolay havlu atmazsın, ne oldu da kapattın kendini"
"Hayat... Hayat bir yumruk attı bana, bilirsin tokatlarına alışmıştım ama bu, ama bu sefer ki tam bir yumruktu, yüreğim kanadı, düşüm patladı, sırtım yere değdi, geriye sayacak sayım kalmadı"
"Hadi bi kahve söyleyelim de başla konuşmaya"
"Dedim ya anlatacak bir şey yok, başkası varmış, bitti."
"Aman be, erkek milleti değil mi hepsi aynı bunların, valla bak, okumuşu, okumamışı, paralısı, parasızı, akılları uçkurlarında kızım bunların... Bi kurcalasam benimki kimbilir ne boklar yemiştir, görmezden geliyorum, keyfim kaçsın istemiyorum, sen arızasın valla, kurcalamışındır, hem ne var herkes bir hata yapar, affet gitsin, iki bağır çağır, bir de kapris çeşit türlü... İki güne kölen olmazsa ne olayım..."
"Kölem olsun istemedim ki hiç, ne de kölesi olayım... Ben sadece değer veriyor sanıyordum... Seviyor falan..."
"Aaa bak şimdi allahı var sever seni, valla bak, ulan adam gözlerini ayırmaz senden be, ben bizim Ahmete de derim, ulan bi kere bakamdın bana şöyle diye..."
"İşin tuhafı ne biliyor musun, ben de gözlerini ayırmaz sanırdım... Bakmaz kimselere öyle... Meğer bakarmış..."
"Yahu, diyorum ben sana bir kerelik birşeydir o, aklı çelmiştir, hem erkek dediğin azcık çapkın olur..."
"Erkek dediğin ihanet bilmez, erkek dediğin güvenilir olur, erkek dediğin düşünür, erkek dediğin sonuçlarını bilir."
"Aman, aman senin de sohbetine doyum olmuyo valla bugün..."
"Hem sen beni niye aradın ki bugün..."
"Seninki aradı, telefonlarına çıkmıyormuşsun, konuş da affetsin beni dedi, pişmanmış"
"Ve bunu kendi kapıma dayanıp söyleyemeyecek kadar korkakmış..."
"Adamı terz yüz eder bırakırdın kapıda, rezil ederdin..."
"Buna da bayılıyorum, aldatan o rezil eden ben..."
"Ya tamam işte, adam pişman, bir kerelik olmuş hem, yemin etti..."

Bir saatten fazla süren bu konuşma herhangi bir yere varmadı. "bak akşama arıyacak seni, aç olur mu telefonunu" diye tembihliye tembihliye ayrıldık Divan'ın köşesinde birbirimizden. Ethem Efendi yokuşundan ağır ağır yürüdüm minibüs caddesine, uzun uzun düşündüm... Olanları, konuştuklarımızı...

Eve geldikten kısa bir süre sonra telefonum çaldı. Açtım. "Aramaya yüzüm yoktu" dedi... "Bir daha arama zaten" dedim. "Affet beni" dedi... "Neden" dedim. "Seni seviyorum" dedi. "Seven incitmezmiş" dedim ve kapattım telefonu. Kaç saat ağladım bilmiyorum, salondaki koltukta uyandığımda sabahın ilk ışıkları camlara vuruyordu. Yorgun ve kırgın bedenimi güçlükte kaldırıp yatak odasına gittim.

SINIR ÇİZGİSİNDE BİR BİLGE KİŞİ

Sınırları vardı, her insan gibi onunda kendi sınırları. Öyle çok sevdi ki, öylesine inandı ki, bir gün; gerekli olduğuna inandığı tek bir gün, sınırlarından birini biraz öteye taşıdı. Değişmek biraz da sınırlarını aşabilmekle ilgili değil miydi? Sınırlarını aştı... Ulaştığı yeni topraklarda kendine yepyeni sınırlar çizdi, geliştiğini, büyüdüğünü ve değiştiğini düşünüyordu. Mutluydu. Ta ki, yeni sınır çizgisinin yerini de değiştirmek zorunda kalıncaya kadar. Bir an düşündü: Sınırları değiştirmek, gelişmek miydi, kendinden ödün vermek mi?

Kafası karıştı... Bilge kişiye gitti, uzun uzun olup biteni anlattı. Bilge kişi onu dikkatle dinledi. Sorular sormadı, cevaplar vermedi. Sadece dinledi. Ne kadar anlatılırsa o kadarını dinledi. Bilge kişinin yanından uzaklaşırken, aşk için dedi bazen sınırsız topraklarda dolaşmak gerek... Bunu bilge kişi falan söylememişti. Zaten bilinen bir bilge kişi falan da yoktu. Herkesin bilge kişisi; yüreği, aklı ve vicdanından oluşan bir sac ayağıydı. Biri eksik kalsa bilge kişi bilge kişi olmaktan çıkardı. Bunun altını burada çizmekte fayda var, herkesin bilge kişisi kendineydi. Mutlak bir doğru yoktu, mutlak bir sınır da... Yani herkesin kendi doğrusu vardı ve herkesin kendi sınırı...

Sınırlarını gün geçtikçe biraz daha öteye ve biraz daha öteye taşıdı. Mutluluk yerini, huzursuzluğa bıraktı, huzursuzluk mutsuzluğa... Onlarca soru cevapların beklerken, onlarca soru daha mitoz bölünme ile çoğalıyor ve onu boğmaya başlıyordu. Bütün bunların bir sonu olmalıydı, bir yerde hala korunan ve geçilemeyecek bir sınır. Telaşla etrafına bakındı; ilkelerine: Ne zaman vazgeçmişti ki bir çoğundan... Ya savundukarı: Onları da bırakmıştı geçmiş zamanın akan giden telaşında bir çitin ardında... Şimdi, hepsinin yerini garip bir sızı doldurmuştu. Vazgeçtiği her bir sınır, yerleşik bir acıya dönüşmüştü. Kuşkusuz herkesin deneyimi böyle sonuçlanmıyordu ama onunki acıtıyordu. Bir sabah, sabahın erkeninde, kalın duvarları olan, güçlü bir duvar çizdi. Bu geçilmesi kolay olmayan bir sınırdı. Sınır onu mu içeride tuttu, yoksa herşeyin dışında mı bıraktı hiç sorgulamadı. O sınıra ihtiyacı vardı. Bazı sınırlar daha fazla zorlanmamalıydı... Bazı sınırlar hiç kaldırılmamalı...  Bazı sınırlar hiç olmamalıydı...

Sınırın nerede, ne  zaman, ne için, ne kadar olacağına ise, bilge kişi karar verirdi. Bilge kişi, kısa bir bocalama sonunda kararını verdi. Sınır buraya kadardı.



____________________________________________________________

Fotoğraf/deviantART

09 Ocak 2010

BİR ZİYAFETİN KISA ÖYKÜSÜ


Kadın...
Beraber geçirdikleri nice özel gecenin sıradanlığından kurtulabilmiş çok özel bir gecenin telaşı sarmıştı kadını. Adam bir şeyleri fark etsin istemiyordu. Kadının, adamın arkasından iş çeviriyor olmasının tedirginliği seyre değerdi. Adam eve gelir gelmez duşa girmişti, kadın akşam için hazırlıklarını gizlice yapabilecek en az 20 dakika daha kazanmıştı. Siparişi akıl edip sabah uyanır uyanmaz vermişti: Deniz Çupra Izgara... Saatine baktı, herşey zamanında hazır olacaktı. Masaya o özel günlerin, o özel saten beyaz masa örtülerinden birini koydu. Üzerine, iki gümüş diktörtgen servis tabağını ve iki gümüş uzun bacaklı şamdanı da özenle yerleştirdi. Yeşil mumları koydu ve onlara uygun yeşil peçetelerden çıkarttı... Dolaptan balıkları servis edeceği uzun dikdörtgen tabakları aldı. Daha önceden yıkayıp kuruladığı küçük bahçe rokalarını tabağın sağ köşesine dizdi, onların üzerine dilimlenmiş 2 dilim domatesi ve halka halka kesilmiş kırmızı soğanları sağlı sollu ekledi... Karışık salata malzemelerini dolaptan çıkarttı, allahtan onları da önceden yıkayıp kurulayıp kaldırmıştı. Derince iki kare çanağa hazırladığı erik ekşisi soslu salataları servis etti. Saatine baktı, banyoya doğru kulak kabartı. Buzdolabını açıp, rakıyı ve buzları kontrol etti. Rakı bardaklarını çıkarttı. Hazırladığı soğuk deniz ürünleri mezesini ve peynir tabağını da dolaptan çıkarttı. Herşey ziyafet masasındaki yerini almıştı.

Eşinin banyodan çıkmasına 1-2 dakika kaldığını tahmin ederek, salonun kapısını çekti ve hemen banyoya yöneldi. Böylece onunla birlikte duş alıp fazladan bir kaç dakika daha kazanabilecekti ki, giyinip hazır olduklarında kapı çalsın ve gecenin süprizi sıcak sıcak kapıda olsun... Planının tıkır tıkır işler haline gülücükler atarak, açtı banyonun kapısını; tahmin ettiği üzere eşi hala banyodaydı.

Adam...
Sıkıntılıydı. Sabah yataktan kalktığında söylemek istemişti aslında ama kadın öyle keyifli ve güzel gözüküyordu ki cesaret edememişti. Bir gece önce, seninle konuşmak istediğim bir şeyler var demişti. Kadın da heyecanlı, ışıl ışıl gözleri ile ellerini tutmuş, yarını bekle demişti. Yarını bekle deyişindeki sesi uzun süre kulaklarında çınlayacaktı adamın. Yarını beklemekle iyi mi etmişti kötü mü bilmiyordu ama, akşama kadar geçmek bilmeyen saatlerin sıkıntısını eşinin sürekli işe bağlıyor olmasına da üzülüyordu lakin söylemek istedikleri bir türlü dilinin ucuna gelmiyordu. Geldiğinde de hep o ışıl ışıl parlayan bir çift gözün ona nasıl umutla baktığını görüyor ve vazgeçiyordu.

Adam ve Kadın...
Kadının duşa gelmesi işleri daha da zorlaştırmıştı. Adam çektiği vicdan azabı ile kıvranıyor, kadın kocasının omuzlarına yüklenen iş stresini almak için türlü çeşit oyunlar yapıyordu. Adam, kadının çıplak bedenine usul usul dokundu, şefkatle dokundu, inciltmek istemez hali saçlarını tel tel yıkarken bile belli oluyordu.

Aynı mekanın, aynı anında farklı duyguları yüklenmişlerdi yüreklerine, öyle uzaktaydılar ki birbirlerinden, birbirlerinin farkında bile değillerdi. Kadın aşık olduğu adama üzülüyordu, adam ellerinden kayıp gidecek olan kadına yalvarıyordu... İkisi de birbirini görmüyordu.

Ve Adam ve Kadın ve Gece...
Duştan çıktıklarından kadın adama dönüp gömlek giysene dedi, adam gülümsedi, pek itiraz etmezdi, neden diye sormazdı, kot pantalonun üzerine bir gömlek giydi; kadın üzerine tek parça kolları omuzlarda kalan mor bir elbise... Tam o sırada kapı çaldı... Kadın yarı ıslak saçları ile yatak odasından çıkarken adam terleyen avuçlarını kotuna sildi. Daha fazla saklayamazdı. Bu gece bunu söylemeli ve bu vicdan azabından kurtulmalıydı. Kadın balık siparişini aldı. Adam koridorda ilerlerken salonun loş ışığına, fonda çalan meyhane müziklerine ve kadının teşekkürlerle uğurladığı çocuğa takılı kaldı. Bu gece ne vardı ki, atladığı... Doğumgünleri değildi, evlilik yıl dönümü... Yok yok özel bir gün değildi. Olsa sekreteri hatırlatırdı. Sekreteri atlamış olabilir miydi? Yoksa gelen çocuk her özel günde, birlikte geçirdikleri yıl kadar gül getiren çiçekçi çocuk muydu? Cep telefonundan cevapsız çağrılara baktı ve mesajlara... Yo hayır, sekreterinden bu günü unutmamasına dair bir mesaj yoktu. Salona girdiğinde gözlerine inanamadı. Hazırlanan masaya, ortama, kadının keyfine, kendine baktı.

Ne için bütün bunlar dedi, kadın gülümseyip, bizim için dedi... Birlikte olduğumuz bütün günler için... Adam kadının ışıl ışıl umut yüklü bakışlarıyla daha fazla baş edemeyecekti, daha fazla dayanamadı.  Kadının ellerini tuttu. Adamın bakışından anlamıştı kadın, susuşundan, yutkunuşundan... Fark etmişti dile gelmeyeni, sessizce ağlamaya başladı. Önce yemeğimizi yeseydik diyebildi, içine akan yaşları gizleyerek. Adam, uzatmanın sana da bana da faydası yok diyebildi. Kadın neden bu gece dedi. Adam, günlerdir söylemek istiyordum, günlerdir uygun bir anı bekliyordum ama öyle bir an yok anladım diyebildi. Kadın vardı diyebildi, bu gece dışında her hangi bir gece çok da uygun olabilirdi. İlk defa sekreterinin gül gönderemeyeceği çok özel bir gecemiz olacaktı. Adam karısına sarıldı, affet beni dedi. Kadın gözlerini adamın gözlerine dikti ve hayır dedi. Soğuk ve donuk bir sesle hayır seni asla affetmeyeceğim, çünkü seçme şansın vardı ve sen beni incitmeyi seçtin...

Kadın masada yanan mumları söndürdü, salonun kısık ışığını olduğu gibi bıraktı ve sabah uyandığımda gitmiş ol ve yatmadan önce masadaki herşeyi çöpe at diyerek yatak odasına doğrı ilerledi. Adam masadaki herşeyi tek tek topladı. Servis tabağını kaldırdığında altında el yazısı ile yazılmış bir not vardı.

"Aşkım senden tek bir ricam var, bu geceyi sekreterine not aldırma. Bu gece; seninle benim bu aşka kattığımız değeri yansıtan bir an'ı olarak kalsın hafızalarımızda, tekrarı olmasın, düş müydü gerçek miydi hiç bilmeyelim... Bir de miniminnacık bir not: Hamileyim."




____________________________________________________________________________
Fotoğraf / deviantART

KAYIP HAZİNE ve SEPET ve HEDİYE


Bazı anılar vadır, hatırlamak istemeyiz, unutmak isteriz, unuttuk sanırız, kaldırdığımız sandığın kapağını öyle bir kapatırız, öyle derinlere gömeriz ki sandığı, eski zaman hazine haritalarında bir işaret bile olmaz yerleri adına... Sımsıkı bir kavanoz kapağı düşünün, hani öyle sıkıdır ki, ters çevirir, dibine vurur, hafif ısıtır ama gene de açamayız ya kapağı, işte bazı anıları öyle kavanozlara kapatırız, mümkünse içi gözükmeyen koyu camlı kavanozlara... Ama an gelir kapak açılır, bulunmaz dediğiniz hazine sandığı yürürken kumsalda ayağınıza çarpar; onlar hayal kırıklıklarımızdır... Onlar geçmişin birer hediyesidir, her seferinde anarken içimizi burkar.




Bazı anılar vardır ki, onları sepetlere kaldırırız, kapağı olmayan örgü sepetlere... Elimizin altında dursunlar isteriz. Sadece yüksek raflara kaldırırız. Ulaşılmazlık hissi ile elini uzatsan ulaşabilirsin hissi arasında bir yere. Bir tek kare gelir gözümüzün önüne ne öncesi, ne sonrası... Çıkıp gelmiştir, zamansız ve mekansızdır. Takılır kalırız. Öncesini, sonrasını bulmaya çalışırız; neden şimdi geldiğini ve ne kadar kalacağını bilmek isteriz, onlar düşlerimizdir... Onlar geçmişin birer hediyesidir, her seferinde anarken dalıp gitmemizi sağlar.




Oysa bazı anılar vardır, hafızamız hiç silmesin, bir kavanoza, sandığa ya da bir sepete konmasın isteriz... Hep gözümüzün önünde olsunlar, hatta avuçlarımızda kalsınlar zamansız; sıklıkla aklımıza gelip, yüreğimize düşsünler isteriz. Onlar gelip de kurulunca aklımıza, yüreğimizi bir sıcaklık sarar: İçimiz ısınır... Yüzümüzde anlamsız bir gülümseme oluşur; onlar mutluluklarımızdır... Onlar geçmişin birer hediyesidir, her seferinde anarken yüzümüzü gülümsetir.


________________________________________________________

1 ve 2 nolu foto google image, 3 nolu fotoğraf deviantART

SENİNLE KONUŞTUM







~ Uyuyamadım bütün gece…
~ Gene ne oldu ki?
~ Bilmem aklıma düştün gene. Sen iyi değilsin biliyorum. Biliyorum benim yapacağım bir şey yok sen istemedikçe ama elimde değil aklım kalıyor sende.
~ Sen işine baksana ne karışıyorsun bana. Ben sana karışıyor muyum? Müdahale ediyor muyum? Endişe duyuyor muyum?
~ Duymalısın belki de. Ben de iyi değilim sana söyleyemiyorum daha da kötü olma diye. Hem ne bu sinir bu öfke.
~ Karışma bana. Yaptım bir hata şimdi de cezasını çekiyorum. Hem ne var biraz yalnız kalmak istedimse. Ne var yani kimse bana ulaşamıyorsa. Ulaştı da ne oldu. Sen biliyorsun bunu en iyi. Birlikte yaşamadık mı tüm o heyecanları, üzüntüleri, kırgınlıkları, kızgınlıkları, hayal kırıklıklarını. Ben sen değilim. Unutamıyorum senin gibi bir günde.
~ Bir gün mü? Farkında mısın 2 yıl bitti. Koskoca iki yıl. Değer mi?
~ Senin verdiğin değerle benim ki bir değil diye sakın ola ki yargılama beni. Hem sen git ne istiyorsan yaşa. Engel mi oluyorum ben sana.
~ Engel değil de…
~ Ne?
~ Sen olmayınca olmuyorum. Denedim biliyorsun. Sensizken 1-2 kere denedim. Mutlu etmedi ki anlar beni. Seni istedim. Sen de ol.
~ Olamam. Benim yaram iyileşmedi. Hem ne diye dürtüp duruyorsun beni. Demedim mi ben ararım seni. Gelme üstüme. Bak tekrar diyorum. Sen git ne istiyorsan yaşa. Beni düşünme. Yalnız bırak. Ben daha iyiyim inan. Ama öyle senin istediğin gibi taşıp coşamam. Yavaş yavaş. Doktor bile dedi. Heyecanlara ve endişelere dikkat et diye. Sen bir de beni düşünüyormuşsun gibi hadi diyorsun yeni heyecanlara yeni aşklara. Oldu küçük hanım, mümkünse bir süre daha görüşmeyelim.
~ Bir dinlesen beni…
~ Dinledim de ne oldu. Teslim oldum. Kendi çıplaklığımla kalakaldım. Hem sen okudun mu bugün Aydan Atlayan Kedi’nin yazısını.
~ Okudum
~ Ne anladın?
~ Ben çorbayı hatırlıyorum…
~ Ve ben…
~ Tükürüğü.
~ İşte gördün mü? O nedenle git ve ne yaşarsan yaşa ama benimle uğraşma. Beni rahat bırak.
~ Peki ya herkes onun gibi değilse. Yani çorbayı aşkla pişiren biri varsa… Sunmak için birini bekliyorsa… Hadi inat etme. Gel benimle, sensiz olmaz biliyorsun, boşuna inat ediyorsun. Şu evrende var olmazsan nefes almak neye yarar söylesene... Sensiz yaşanmaz ki yüreğim. Sensiz olmaz ki anlasana...


_______________________________________________________________

Inconsolable © Sharon Hammond
İlk Yayın / Ocak 2009

08 Ocak 2010

ÇALAN MELODİ





Griye çalan gökyüzü
Metala çalan bir ağız tadı
Hüzne çalan bir yürek
Çıkan melodi,
İç burkan cinsten
Uzun soluklu dinlemelere imkan vermeyen

Tıka kulaklarını
Görme
Kapa gözlerni
İşitme

Sadece bak
Bak yüreğimden geçenlere
Görmesen de
Belki yüreğin anlar
Yüreğimi sebepsizce

Sevmek
Görmeden
İşitmeden
Dokunmadan

Sevmek
Çığlık çığlığa
Bugünlerde

__________________________________
Fotoğraf/deviantART

07 Ocak 2010

BİR BÜYÜKTÜR DOKUZ

Onu hiç tanımayanların bile bir çırpıda sayıvereceği özellikleri vardı...

İçtendi, yürekliydi, zevkliydi, akıllıydı, konuşkandı, sempatikti, becerikliydi, dürüsttü, çalışkandı...

Bir insanda on özellik aransa hani, dokuzu onda vardı... Aransa bir dokuz özellik daha bulunurdu ve belki başka dokuz özellik daha... Ama biri eksikti işte... Bütün onlar içinde hep bir eksik kalıyordu... O, onda dokuzdu...  Kalan bir, her seferinde bütün dokuzların toplamından büyüktü, önemliydi, değerliydi ve ne yazık onda yoktu...

O, onda dokuzdu...

Sadece onda dokuz...






Bir de içine akıttığı gözyaşları vardı ama onlar bu denklemde etkisiz elemandı...




____________________________________________________

Fotoğraf / devianART