16 Mart 2010

AZ İŞ BOL LAF

Fotoğraf / Jacek Gasiorowski



Oldum olası sevmişimdir camı. Cam objelerin ve eşyaların, hele de üfleme camlarsa, bambaşka yerleri vardır bende. Bu fotoğrafı görünce, evdeki cam şişelerim geldi aklıma. Koyu yeşil olanlar bende var, açık yeşil olan da... Büyük iki kahverengi, eski evde kaldı. Mavi olanına rastlamadım, denk gelirsem mutlaka almalıyım.

Geçtiğimiz yıllarda, yuvarlak, kocaman yağ şişelerinden ve ekmek teknesinden istemiştim. Sağolsun bir aile dostumuz, kendi araştırması için dağ köylerini gezerken birer tane edinmeme vesile oldu. Yağ şişesi, yılbaşı çamı süsleme ışıklarının içine konulması sureti ile aydınlatmaya dönüşürken, diğer şişeler ise içlerine konan kurutulmuş bitkiler ile dekoratif amaçlı olarak duvar dibine dizildiler... Şimdilerde onların dizildiği o duvarda en sevdiğim tablom duruyor. Ekmek teknesine gelince, ondan bir dergilik yaptım kendime,  L koltuğumun hemen yanında aldı yerini, içi dekorasyon dergileri ile dolu. Nasıl da seviyorum dekorasyonu, farklı objelerle farklı ayrıntılar yaratmayı... Hep düşünürüm, farklı bir bölümde okusam yolum nice olurdu şu yeryüzünde diye.

Bugün iş yoğunluğu az, bende laf bol anlaşıldığı üzere. Pek bir "bak blog bugün ne oldu biliyor  musun" tadında olduğum bile söylenebilir kolaylıkla. Hatta ben bu kıvamda yazayım bir kaç satır buraya:

"Merhaba blog... Bugün sabah yataktan kalktığımda, içim yine ve yeniden kıpır kıpırdı. Aşk güzel şey :) Sevgiliye en kocamanından bir öpücük verdim uykusunda. Gözünü hafifçe aralayıp, sen miydin dedi. Ala ala... Başka kim olabilirdi ki... Sinirlenmedim. Gülümsedim ve sana kim lazımdı dedim. Valla, dedim yani... Ama sinirlenmedim. Belli ki bir rüyadaydı ve ne yazık ki rüyasında gördüğü ben değildim. Neyse blog, hiççç moralimi bozmadım. Kalktım, en güzel giysimi giydim. Saçlarımı taradım, makyajımı yaptım. Kocaman bir gülümseme kondurdum yüzüme, bir kahve yaptım kendime. Kalktı kokusuna. Bana yok mu dedi. Aaa sen evde miydin dedim. Evet dedi. Anlamadı nazire yaptığımı. Hıh... Anlasa, dişimi de kırardım ben onun için... Amannn blog. Aşk güzel şey :) Umursamadım, bir öpücük verdi. Bana mıydı dedim. Ala ala... Başka kime olabilir ki dedi. Ay blog, galiba benim sevgilim saf. Valla, bildiğin saf işte. Sonra araba ile işe gelirken blog, düşündüm. Evet, düşünebiliyorum blog. Bak dilim varmıyor ama blog; galiba saf olan benim. Evet, blog, evet. Saklama söyle yüzüme. Bir adam, senin yatağında uyanırsa ve aaa sen miydin derse, bunu nasıl saflıkla açıklayabilirim ki ben blog. Ben saf olsam iyi blog, bak çekinme söyle, kırılmam bak valla. Söyle, aptalım dimi blog. Aptalım ben blog. Ama aşk güzel şey be blog :)"

Bu şaşkın haller bana ait değiller. Az önce telefonla görüştüğüm bir arkadaşımın anlattığı olayı, biraz da abartarak blogla paylaşan yeni yetme olayım istedim. Bu hallerden sadece "Aşk güzel şey..."i çok hissederek, bilerek ve yaşayarak ben söylüyorum, gerisi dediğim gibi şu anda kendiyle kavgalı bir arkadaşıma ait.

Bir yürekteki varlığın sürdürülebilir olması, bir parça da kavga etmeye değer şeylerin hala varolmasında saklı değil mi?

Tamam, tamam blog, kızma, ağır abla olup, ahkam kesesim yok. Sadece, aklıma bir hikaye geldi... Dur onu da paylaşıvereyim seninle.

Genç bir çift, şehrin lüks restoranlarından birinde yemek yerken, sessiz ve sakindirler. Öyle ki, dışardan bakan gözler onların birbirlerini tanımadıklarını bile düşünebilir. Başları önlerinde; birbirlerine gözleri değecek de konuşmak zorunda kalacaklar diye, hiç kalkmıyor neredeyse. O sırada cam tarafında oturan başka bir çiftin biraz yüksek dozlu sesleri giderek yükselerek gelip bizimkilerden erkek olana çarpıyor. Bu durumdan rahatsız olduğunu önce 'cık cık'larla, daha sonra da 'pes yani' gibi bir sözcükle dillendirince erkek, kadın dayanamıyor ve gözleri gözlerini delecek şekilde dik dik bakıyor eşine ve söylüyor masayı terk etmeden önceki sözlerini: En azından onların, hala uğruna kavga edecekleri birşeyleri var.

Kıssadan çıkarılamayacak hisse: Kavga iyi birşeydir...
Çıkarılacakları ise sizler zaten çıkarttınz değil mi?

Bugün de bitti blog. Bi de blog... Aşk güzel şey be blog... Valla bak :)



ÇOK ÖZEL VE ÇOK GÜZEL (Dİ)



Bizim özel günlere düşkünlüğümüz olmadı hiç.
Hani vardır ya hatırladın hatırlamadın kavgaları... Olmadı yani...
Biz birlikte geçirebildiğimiz günlerin değerini bildik hep.
Durup dururken mumları yakmanın,
şaraplar içmenin tadını çıkarttık birlikte.
Bazen o girdi mutfağa, bazen ben,
ama hep aşkla harmanlandı ocak üstünde dumanı tütenler...
Bu nedenle lezzetliydi yemeler...
Ne zaman kaybetsek birbirimizi, gözlerimiz aradı yek diğerini.
Bulunca rahat bir nefes aldık, bundandı gözlerimizin gülümsemesi.

Hiç mi üzmedik birbirimizi.
Üzdük tabi.
Kolay mı iki iken bir olmak.
Ama özür dilemesini de bildik.
Kendimizce, dilimiz döndüğünce yani... 

İlk günkü gibi sevmek bize yakışmazdı...
Çoğaldık.
Şubat 2006________________________________________

Günler geçmiş üzerinden
Haftalar, aylar ve yıllar
Neden bilmem aklıma gelişin
Düşünürken takvime takıldı gözüm.
2-3 gün önce doğumgününmüş, fark etmemişim.
Bugün artık sesimi duymasan da
Sen giderken ve gittiğinde
Çok ama pek çok ağlasam da
Şimdi, durduğum yerden bakınca
Biz olduğumuz zamanlara

Buruk bir gülümseme
Bir yanıyla kırık bir yürek
Sevmiştim diyor
Çok ama pek çok

Doğumgünün kutlu olsun
Bir pazar gününe denk gelen yıllar öncesinin doğumgününde
evi halı kaplamak konusunda tüm gün sesini çıkartmadan çalışıp
"sanırım artık doğumgünüm kutlanmayı hak ediyor"
deyişindeki muzurluğun, sevecenliğin ve sevgin
"Aaaa, unutmuşum..." dan fazlasını hak etmişti.
Kabul edemeyecek kadar uzaklarda olsan da
Bilirim, bugün anlamsızca ısınacak yüreğin.

Özür dilerim.






15 Mart 2010

HAZANIN RENKLERİNDE ROMANTİZM

Sis ve Düğün


Hazanın renklerinde


Düş gibi


Büyülü bir romantizm




ÖYLESİNE UYANMAK


Öylesine bir sabahtı işte...
Öylesine bir güne dönüştü,
sen öpünce...





















Fotoğraf / Coffee Break



 
öylesine uyanmalısın bir sabah
şarkılar söyleyerek günün güzelliğine
bir kahve koymalısın en sevdiğin fincana
mutlu olmalısın kokusunu içine çekince(*)




(*) Öylesine'den alıntı...

14 Mart 2010

FOTOĞRAFIN FISILTISI / YIKINTI

Fotoğraf / Nuno Milheiro



Yaşam, bakmakla ilgili

İlkokulda öğrendiğimiz gibi
Bakarsan bağ olur
Bakmazsan
Yıkıntı

Yürek için neden farklı olsun ki 
Bakarsan aşk olur
Bakmazsan
Yıkıntı

KENDİMLE KAÇAMAK


Havana Cafe - Son Retozon




Okuduğum kitabın yeşilinden mi bilmem, kendimi attım evin az ilerisindeki yürüyüş parkurunun hemen yanındaki mahalle kahvesine... Kulağımdaki ritme uygun, kıpır kıpır yüreğim... Havanın hatrı sayılır soğukluğu çarpsa da yüzüme; omuzlarımı silktim yaramaz bir kız çocuğu gibi, oturdum dışarıdaki masaya. Su bardağı ile çay söyledim, açık, hani bakınca bir tarafından, diğer tarafından İstanbul'u görecek gibi.

Adaların mimozaları başlamış mıdır acaba sararmaya... Ya da erguvanların moru yansımış mıdır boğazın sularına... Ah İstanbul... Ömrümün en genç, en güzel, en aşık zamanlarının İstanbul'u... En hoyrat zamanlarımın sığınağı Beyoğlu, en deli dolu fırtınalarımın limanı Beşiktaş; şimdi kimler yürüyor ara sokaklarınızda elele, yürek yüreğe acaba. Özlediğimi fark ettim, kendimin caddedeki süzülüşünü selamladım; ne güzeldim... Bir iç çektim...
 
Çaydan aldığım bir yudumla dönüverdim bulunduğum parka.  Kadınlı erkekli bir grup sabah sporunda. Yaşlı bir teyze elinde bezi camı siliyor, gözleri yürüyenlerin adımlarında, sanki onlarla adım adım geziyor parkı bir uçtan bir uça... Az ilerde bir elinde köpeğinin tasması, bir elinde poşeti bir adam görünüyor. Kadının biri çığlık çığlığa... Adam korkuyor, köpek ondan daha fazla. Adam yürüyüş parkına girmeden yolun kenarından devam ediyor... Kadın koca kalçalarını sallaya sallaya...

Kitap hala elimde, henüz okumaya başlamadım. Şu anda yaşamı okuyorum ve bundan müthiş bir keyif alıyorum. Bazen, özellikle de tek başımaysam, otururum bir köşeye gözlemlerim geleni gideni, olanı biteni... Hikayeler kurgularım üzerlerine... Severim bu oyunu oynamayı kendimle...

Az ileride bir kız çocuğu; belli ki daha 14-15 inde, ondan az biraz büyük ama libidosu dağları aşan bir delikanlı,  belki daha 17'sinde, oturuyorlar bir bankın üzerinde, dünyaları birbirlerine dönük; dünyaları bank, dünyaları gözleri, dünyaları elleri...  Gülümsüyorlar, süzülüyorlar, kıvranıyorlar birbirlerine... Konuşmalarını duymuyorum ama görüyorum. Oğlan kıza dokunuyor bir erkek gibi, kız çocuğu henüz bir çocuk belli, masum bir yaslanmışlık edasıyla bırakıveriyor kendini lipidonun eteklerine.. Rahatsız olmasınlar diye alıyorum gözlerimi onlardan, çeviriyorum sola... Yaşlı bir amca, elinde gazetesi, başında şapkası, uzun siyah paltosu ile görmüş geçirmiş bir yaşamı seriyor önüme. Alıp okuyorum, satır satır, yaşanmışlarının yüzüne vuran çizgilerinde ilerliyorum bir süre. Kafasını gazetesinden kaldırıp gülümsüyor, günaydın diyor. Günaydın diyorum. Alıyorum gözlerimi ondan da o anda. Kendine bırakıyorum amcayı, kendi çizgilerinin derinliğine....

Gün güzel... İçim cıvıl cıvıl, kuşlarım şakıyor, yaşamla flört ediyorum. Yaşamı seviyorum. Kendimi alıyorum karşıma. Gözlerimdeki hüzün ile gülümseme arasına takılıp kalan, uzaklara dalmış hallerine, bir kitap yazabilirmişim gibi hissediyorum o anda. Gözlerim... Gözlerim kendimde en çok sevdiğim yerim. Hani belki onlarla görebildiğim, konuşabildiğim için... Hani belki gözlerim hiç yalan söyleyemediği için...

İnsanın kendini gözlemlemesi ne zor. Alıp karşısına kendisini, seyredebilmesi. Ben sık sık yapmaya çalışırım. Kendime kendimden bir ayna tutarım. Kendim kendime sorar cevaplarım. Ne kadar dürüst olursun ki derseniz, elimden geldiğince derim. Çünkü bazen gerçeğin acıttığını bilirim. Canım acımasın istediğim zamanlarda, kendime beyaz olmadığını bildiğim bir yalan söylerim. Gerçeğimi bir süreliğine ertelerim. Günü gelir, mutlaka alırım kendimi karşıma, yüreğimi atıveririm alevlerin arasına... 

Ağlarım, canım her acıdığında, ben ağlarım... Kendime kızarım... En çok kendimledir kavgam, kendimi kendimle cezalandırırım. Sonra... Sonra değişim başlar... Sonra sevmek yeniden kendimi... Kutlamak ve çoşmak kendimle... Bir şölene dönüştürürüm kendimle yarışımı gene kendim kazandım diye... Kızgınlığımla açtığım yaralarımı sararım yine kendimle... Severim kendimi, sarılırım, öperim, öperim, öperim...

_ Abla tazeyileyim mi?
_ Bir kahve rica etsem... Az şekerli olsun... Çok az...

Şimdi elimde kitabım, onun bana vaad ettiği yaşamı okumalıyım...
İzninizle...
Yolunuz düşerse, bir kahve içimlik uğrayın...
Parktayım...

13 Mart 2010

KISMET DİKİLSE DE...




















Üzerindeyken dikme diye uyarırdı her seferinde beni annem;
Düğmeni üzerindeyken dikersen, kısmetini bağlarsın.
Onlarca düğme diktim kısmetim sana bağlanıp kalsın diye.
Tutmadı ipliklerim, kısmetim değilmişsin.
Şimdi, düğmesiz bütün gömleklerim.





Fotoğraf