13 Temmuz 2010

Yüzümü Güldüren



En umutsuz zamanlarda gerçekleşen bir mucizedir aşk!
Sesindeki muzip gülümsemeye yükleyerek, çocuk seslerini taşımaktır uzaklardan.
Bahçedeki ortancalardan bir demet yapıp bırakmaktır, baktıkça yanakları okşayan.
En mutsuz zamanlarda yüzümü güldüren bir adamın, yüreğime bıraktığı öpücüktür  aşk!
Ve iyi ki şahanedir...
                          Ama ne...

Fotoğrafın Fısıltısı / Yorgun




Bir gündoğumuna bıraktım yarınlarımı bu sabah
Çocukların şen sesleri, ve o bahçe, ve deniz artık bana çok uzak
Akşamüstülerin günbatımlarında buluyorum dünlerimi
Bir içki masasına katık edilen kahkahalar, ve o yağmur ve o çamlık artık bana çok uzak
Geceleri yıldızlara emanet ettim umudumu, kayıp gittiler bilinmeze bir gözyaşı vakti
Beklemeler artık bana çok uzak,
yorgunum anla
çok yorgunum hayat





12 Temmuz 2010

BOĞ(ul)MAK




Ben boğuluyorum diyorum
Sen boğazıma yapışmış
Neden ki diyorsun




Fotoğrafın Fısıltısı / Zaman



şimdinin tiktaklarına gizledim yürek atışımı
unut artık diyen gongları çalmasa akıl saatimin
zamana göz kulak olacaktım
oysa şimdi, sadece seyircisiyim akıp giden kırık anların



Aşka Dair - 6

Aslında biliyor musunuz? Ben bekledim... Önce depremin sarsıntılarının geçmesini, sonra o yıkıntının içinden çıkabilmeyi, sonra ayakta durabilmeyi, sonra yeniden inşa edebilmeyi, kendimi mesela ve dostluklarımı...

Sonra, çok sonra, aşka inanmayı yeniden. Evet, çok bekledim ben. Hazırdım belki de o karşıma çıktığında, aşka aşık olmanın ötesinde, aşkın içinde varolmak için çok hazırdım ben onunla karşılaştığımda. Birini sevmek değildi istediğim, birinin beni sevmesini de istemiyordum Ben onu sevmek istiyordum ve onun da beni sevmesini. Bir gece ona yazdığım uzun mektubu postaya vermeden hemen önce telefonla aradım. Sesim titriyordu, sesimi de sevsin istediğim için, sesim bir kelebeğin kanadı gibiydi, tutsan, tutabilsen, parmaklarına yapışırdı tınısı, öyle narin ve kırılgandı titreyişi.

Anlatıcı, ne mektuptan, ne de o telefon konuşmasından bahsetmedi. Fakat belki de herşeyi özetleyecek o tek cümleyi söyledi :  İzin ver, bildiğim gibi seveyim seni. Cümlesi biter bitmez, saldı gözlerini uzaklara, koştu gözleri hasretlik duygusuyla. Köşeyi dönünceye kadar bekledi kadın. Bütün gece benzer bir davranışı sürekli tekrarladı. Hikayenin can alıcı yerlerinde duraksayıp o anda elinde ne varsa onunla bir kaç saniye oyalanıyor sonra da uzaklara koşan gözlerini geri çağırıyor ve daha da parıltılı bakışlarıyla, sözlerine devam ediyordu.  Sanki o duraksamaların nedeni kendi soluklanmasından öte, kadınların da kendi yolculuklarına dönüp bakmalarını istemesindendi. Tabağındaki tortelliniden bir tane ağzına attı ve lezzetini son damlasına kadar dilinin üzerinde ve damağında duyumsayarak ve sonra yavaş yavaş izlediği yolu hissederek, tortellini parçacıklarının midesine inişi bekledi. Beklerken gözleri uzaklara daldı, uzun uzun gecenin zifiri karanlığındaki sessizliğe baktı, sanki biraz daha uzun baksa, beklenenin geleceğini sandı.

Kadınlar da baktılar onunla birlikte, balkonun karşısında uzayıp giden yoldaydı gözleri, beklenen gelirse, ilk karşılayan olmak istedikleri belliydi. Böyle bir adamın gerçekliği ile yüzleşmekti. Varlığından emin olmak. Sanki onlar da bakarsa, beklenen gelecekmiş gibi baktılar. Boşluğa, karanlığa, sessizliğe, baka kaldılar.

Bütün gece benzer bir döngüde ilerledi herşey aslında. Kadın anlattı, kadınlar bulutlardaki şaşkınlarını alıp, göz yaşı yaptılar, sonra şen bir kahkaha, sonra bıraktılar ipin ucunu ve şaşkınlıkları gene bulutlarda... Kadınlardan gözünün yaşı bütün gece dinmeyen; bunun sadece on gün olduğuna emin misin, dedi. Anlatıcı gülümsedi, üstelik daha karşılaşmamızı bile anlatmadım size, karşılaştıktan sonra olanları da... dedi.



Devamı hala yazılıyor...



11 Temmuz 2010

Düş Kırıklarımdan Bir Ayraç Yaptım Kendime

Akşam yatağıma uzanmış, düşünürken koymuştum bu sabah yazacağım yazının başlığını. Zaten bir tek başlığı vardı aklımda, ve elimde düşlerimin kırıkları. Acuvumu sıkıp da güçlü olmalısın dediğim her seferinde, elime batan, düş kırıklarım. Genellikle bir yazıya başlık koymadan önce öyle gidip de 'google search'de bakınmam sağa sola. Ne oluyor, kim ne yazmış bunun üzerine diye. Nedense bu sabah ilk iş, 'Düş Kırıkları' yazdım ve ilk sırada kelimesi kelimesine, duygusu duygusuna içimle karşılaştım. Şöyle diyordu;

Bazı geceler kötü rüyalar görürsün..kötüdür.
öcüdür.
rüyanda düşlerin kırılır.
sonra bir gün, her rüya gibi onlar da gerçek olur.
sonra sen, düş kırıklarını biriktirmeye başlarsın çekmecende.
Kadını tanıyorum, uzun zamandır sessizce ve imrenerek okuyorum. Gören gözlerinin çektiği her bir kare fotoğrafa uzun uzun bakıyorum. Hisseden o yüreğinden dökülen kelimelere takılıp kalıyor ve üzerine uzun uzun düşünüyorum. Ya perileri olan çocuklar, ya Hindistan, ya Küba... Ya o nefes alan fotoğraflar, ya o kalbi atan kelimeler. Okudukça, yok yok artık bu duygu imrenmek falan değil, itiraf et diyorum. Herşeyin eksiksiz olduğu onun yerini; içten içe bu duygumdan rahatsız olsam da, hemen kendimi dürtüp toparlansam da, evet ben bu kadını düpedüz kıskanıyorum. Ama bir hasetlik yok, düşlerinin peşinden giden bütün insanlar gibi onu da alıp yüreğimde saklıyorum.  Günler günleri kovalarkan yazdığı bir yazıda onun sol yanınındaki derin çatlağı görüyorum. Niyekinin cevabı belli. Kadın fazla. Adamlar fazla kadınları sevmezler, ürkerler, uzaktan seyrederler. Hayranlıkla, sen nasıl bu kadar olursun ki derler, kadın dediğin senin gibi olmalı derler. Derler, derler de derler, he hadi sen de adam ol dersin, bahaneler hazırdır, dökülüverirler... En sevmediğim de, sen o kadar iyisin ki, benden daha iyisine layıksın. Hah!

Nerden geldim ben bu konuya... Kısa bir düşünme payı. Ve...

***

Ben kendi tadımdan bahsedecekken, yazı aldı beni nereden nereye sürükledi. Düşünme payı bildiğin bir saati geçti. Düş kırıklarımı toplamıştım avucuma, kanatmasalar onları hala seviyordum oysa. Tek tek baktım hepsine. Tek tek ayırdım, daha az acıtanlar, derin iz bırakanlar, olmasalardı hayatın güzelliklerini fark edemeyeceklerim, aslında kırıkken bile hala güzel olanlar.... Hepsini tek tek ayırdım. Kırıktır hani bir kenarı bir tabağın ama anneannenden son kalandır da inatla atmaz da saklarsın ya bir köşede, bir cam bardağın, içine kurumuş bir kaç çiçek koyarak hala ve ısrarla sende kalmasını sağlarsın ya çatlak olmasına rağmen... Elimde dolaşıyorum düş kırıklarımla. Onlardan bir şey yapabilirim umudumu hep çok geç yitirdim ben. Çok kanayıp, çok ağladıktan sonra. Bu sefer öyle olmayacak. Çünkü artık büyüdüm ben. Peh!

Daha söylerken inanmadım ben buna ama... Neyse, boşverin.

Ah ne pazar ama! Kuşları duygum az önce, yazı yazmak için bırakınca avucumdaki kırıkları, bir de kaldırıp da bakınca kuşların sesinin geldiği yöne, güneşi gördüm. Güzel olur belki bu sabah, belki bu sabah, hani herkes kendi romanının yazarıdır ya, düş kırıklarımdan çiçekler yapıp koyarım yazdığım romanımın arasına, bir ayraç, kaldığım yeri unutmamak için, kendime kendimde kaldığım yeri hatırlatmak için.




Zeynep'in Düş Kırıkları için buraya...
Zeynep'in fotoğrafı için şuraya bakın lütfen.
Zeynep'in yerine gitmek için ise bu yolu takip edebilirsiniz.

10 Temmuz 2010

Karanlığa Mektuplar - 1

Yüreğimin hafızası yok benim. Kendi sevgi tohumunu toprağa bırakıp, mevsimini bekleyen çiçekler gibiyim. Güneşi gördüm mü, bir de yağmur düşerse toprağıma, hiç solmayacak gibi, en güzel renklerimde açıveririm, mevsimimmiş değilmiş önemli mi?

Her yenilgiden sonra, ayağa kalkıp kafa tutarım hayata, sanki benim kazanma ihtimalim varmış gibi, sanki baş edecek bir savunma tekniğini öğrenmişim gibi, sanki güçlüymüşüm gibi. Aklımın arşivi yok benim, olsa, inatlaşmayı keser, onun istediği gibi yalnızlığımla yaşar giderdim. Yalnızlığım, sırdaşım benim. Ne geceleri devirdik beraber, daha nicelerini deviririz bir sigaranın dumanında değil mi?


Sigaramın dumanına sarsam saklasam seni, diyor uzakta bir ses. Duyuyorum o sesi, gitme diyor, gitme... Ama kime dediği belli değil, öyle ortada bir ses dolanıp duruyor. Üzerime alınıyorum. Gitmek istemiyorum, kökleri koparılan çiçekler gibi, acıyor yüreğimde bir yer, köklerim, ne zaman bir toprağa tutunsa, hep koparılmadı mı çiçeğim. Düşündükçe o zamanları; bir damla kırmızı oluyor gözlerim, bir damla koyu siyah yüreğim. Açmadan solan bir goncada yüklü ümidim, sönüyor renklerim, içten içe, köklerime kadar çürüyor yeşilim.

Aşk, yüreği acıtmaz değil mi, peki neden acı çekiyor yüreğimin odacıkları. Kapakçıkları neden kapanıyor ağır ve küflü ve büyük gürültüler kopararak. Biri duyar da koşar mı sanıyorum.

Böyle durumlarda, bir sen koşarak geliyorsun yalnızlığım. Sen hiç beni terk etmedin ki. Söylesene seni büyütmek için nedendir gidip uzak bir yüreği kendime yakın hissedişim. Sen daha önce de böyle bir an'da büyümemiş miydin içimde. Ey yalnızlığım, yüreğimin hafızası yok benim. Sanırım ki, hoşgeldin, sefalar getirdin. Sanırım ki, çok uzaktan geldin. İçimdeymişsin, içerimde bir köşede sessizce beklemişsin trenlerimin kalkış saatini. Haydi ayaklan, şimdide çalıyor gitme vakti. Son kez çanlarını çaldı yürek. Gel de ona, sen bari eşlik et.


Temmuz 2010

* Tarihi yazıp attım arşive. Bloglarda gezinirken denk geldim, Levent Yüksel'e... Aşk mümkün müdür hala, diye soruyordu bana. Mümkündür dedim; sevmeye emek harcamak isteyenler için, aşk mümkündür pek ala. Ve hem şarkıyı hem de yazıyı paylaşmak istedim karanlık bir akşamda.






Fotoğraf