27 Ağustos 2010

Kendime Gelmek İçin


Işıldayan bir çift gülüş


Masum bir öpüş




Biliyorum, kendine getirecek yüreğimi.




kendimle fısıltı:

imkansızı istiyorum değil mi?
masum kalmak ve ışıldamak...
ah, yüreğim!
hadi ezberine geri dön,
mevsimin, eylülle kapını aralıyor.
çanlar, ayrılık vaktini çalıyor.


Günler ve Aşk

Fotoğraf


                                           Geçip gidiyor...

Mevsimi geldi hüznümün.
Yakında başlar güneş solmaya ve bulutlar ağlamaya.
Ağaçlar döker üzerinde ne varsa, yalın bir çıplaklıkla selamlar güçlü gövdeleri hayatı.

                                        
                                          Değip gidiyor...

Mevsimi geldi yüreğimin.
Yakında gözlerim dalıp dalıp bakar uzaklara ve yaşlarım akar inci inci.
Gönlümün yorgunluğu ağırlaşır, dilimde bir ayrılık şarkısı beni yarınlara taşır.

                                         Gidiyor...

Zaman beklemiyor.
Sorular hiç durmuyor.
Herşey ama herşey hızlı bir devinim içinde.
Bense; yüreğimin yalın çıplaklığında açıyorum gözlerimi gerçeğe.
Gelip geçiyor bir film şeridi gibi yaşanmışlıklar;
Gelip geçiyor günler
Delip geçiyor aşk







24 Ağustos 2010

Çığlığa Uzat Elini


bir çığlık duyuldu derinden,
günler sonrasıydı
toprak ananın koynundaydı çocuklar
biri çığlık attı
KURTARIN BENİ
henüz vaktim gelmedi

büyümeli çocuklar
şairin de dediği gibi, şeker de yiyebilmeli
eksik kalmamalı
ne defterleri ne de kalemleri

oyunları olmalı oynayacak
yarınlara umutları; onları ayakta tutacak

haydi!
 sen de uzat elini
ister bir kalem ol
ister bir kağıt
becerebiliyorsan, bir umut ol!
tut ellerini















haydi
duy çocukların sesini









yonca

22 Ağustos 2010

Ukala!

Sana da oluyor mu, dedi.
Ne oluyor mu, dedim.
Bir kelime bulamadığın...

Sessiz kaldık.
Çok - dediğim duyulmadı içimden.

Susunca, içimizdeki sokakları tura çıkan kelimeleri düşündüm. Aklın arka bahçesinden, yüreğin koridorlarına geçen, koşarken sağdan sola; kırılmaya, kurumaya, taşmaya hazır asker anlara çarpan... ne çok kelime. Ardı ardına sıralayacak parmak hızın olsa, kim bilir neler dökülür uçlarından. Saçlarımı geriye doğru attım, parmaklarım o oldu, kokum o... Donsun istedim zaman, o ve ben, henüz tuvale aktarılamamış bir aşk temasının renkleri olarak kalalım zamanda. Mağrur ve yürekli... Olmadı, zaman beni beklemedi, zaten ne zaman sözüm ona geçti ki, zamana kendimi uydurmaktan başka bir çarem olmadığına göre... uzandım önümde duran kahve fincanına, olağan bir seyirdi benimki: kahve fincanda, fincan sehpada, ben sandalyede, bedenin yönelişi, kahveye doğru. Durdum aniden: bir kalp şekillenmiş üzerinde, bozulsun istemedim, gerisin geriye yaslanıp kapadım gözlerimi. Açtığımda köpük yerini çoktan değiştirmişti. Bir yudum aldım, bir yudum daha. Ne çok sustuk, ne çok kelimesiz kaldık bilmiyorum. Ve ne kadar zaman...

Palmiye ile zakkum arasında ipeksi bir ağ örmüş, kendimce dev örümceğin tuzağını düşündüm. Nereden aklıma geldiğini bulmaya çalışırken bu sefer yolum başka bir çıkmazdaydı. Sene 1942... yaşamadım ki... Neden o dönem olanları okumak, seyretmek beni derinden sarsıyor. Reenkarnasyon... Ruhlar parçalanarak çoğalıyor. Zerre zerre dağılıyor. O yüzden mi hep eksik bir yanımız. Ah kafam... Sustukça konuşan kafam.

Bak oldu işte, diyorum...
Ne oldu, diyor.
Onlarca kelime arasından sana söyleyecek bir tane bile bulamadım.
Ee, buldun ya, diyor.
Neyi,diyorum. Onlarca kelime arasından bana söyleyecek bir tane bile bulamadığını söylerken bile dokuz kelime buldun.
Bir kahkaha patlatıyorum.
Ve hatta ilk üçünü de sayarsak; 12!, diye ekliyor.
Bana bak cadı, sen henüz on yaşındasın ve bence ukalasın!
İyi birşey değil mi, diyor.
Gülüyoruz.
Gözlerindeki pırıltıyı seviyorum. Hiç tükenmese, solmasa...

Koşarak bakkala yöneliyor. Elinde iki kutu ile geri geliyor. Param şekere ve sakıza yetti, diyor. Şekeri kendine saklıyor, sakız benim. Az sonra; değişsek, diyor. Neden, diyorum. Düşündüğüm kadar güzel değilmiş, sevmedim.

Sakızı ona uzatıyorum, kulağımı iç sesime... Seçimlerimiz düşündüğümüz kadar güzel olmadığında, sevmedim deyip, bu kadar kolay değiştirebilir miydik acaba? Ona sakızı uzatmakla doğru mu yapmıştım, hayatın ona bu kadar cömert davranmayacağını söylese miydim?

Sana da oluyor mu, dedi.
Ne oluyor mu, dedim.
Yanındakinin aklını okumak istiyor musun sen de?
Sessiz kaldık.
Çok - dediğim duyulmadı içimden. Ama bu sefer o yüzümdeki gülümsemeyi yakaladı.
Meraklanma biliyorum, dedi. Her zaman herşey benim istediğim gibi olmayacak. Ha! Bu arada, sakız güzelmiş.
Ukala, diyorum, biraz yüksek bir sesle.
Gülüyoruz.
Gözlerimizdeki pırıltıyı seviyorum. Yitip gitmese, solmasa, silinmese...
Gözlerine bakıyorum kendi çocuk bakışlarımı yakalıyorum.
Mutluyum!
Ân'ı artık yüreğimin sokaklarında bir cafede aldı yerini. Hemen yanı başında çok da yüksek olmayan ferforje bir sokak lambası, güneş renginde yanıyor. Bir deniz esintisinin uzaklığında, beyaza boyalı bir dünya; civit mavisi iki küçük saksıda fesleğen kokusu.
Hâlâ burnumda...













19 Ağustos 2010

Sırt Çantamda İzlenimler

Bir yolculuk öncesinin tatlı telaşı, çakan şimşeklerin sonucu düşen yıldırım ve kesintisiz beş saat süren karanlık... bekleyiş... An gelince sırta vurup da çantayı yola düşmek... Gecenin karanlığını delip gelen her ışıkta bir heves yola yöneliş... Çimlerin üzerinde dinlenen müzik ve kurulan hayaller, gülümseyen bir çift göz, kıpır kıpır bir yürek.

***
Yol boyu uyuyanların sessizliğine karışan Başka Dilde Bir Aşk, ve Onur'un sessizliği ve Zeynep'in kelimeleri, ve Kamuran'ın dizeleri... Ötekileştirmeden kendini ve yalnızlaştırmadan yüreğini, yaşamak. Sabahın ilk ışıklarına kadar, üzerine düşünülen başka başka dillerde yaşanmış aşklar, mücadeleler, yengiler ve yenilgiler...


***
Hasretin vuslata dönüşmesi... Sarılan kollar, biriken anların heyecanlı dışa vurumları, göz göze gelince paylaşmak üzere saklanan süprizli söylemler, sıralı sırasız paylaşılan yaşanmışlıklar... Her anında birbirini kovalayan kelimeler, cümleler... Her anında çoşku, mutluluk, heyecan. Planlar, planlar, planlar... yarına, ertesi güne ve daha sonrasına...

***
Sonsuz mavinin ortasında, ağırlıksız ortamda akla üşüşenler, sırtını verip koyu maviye, gözlerini dikip daha açığına; arınmalar, hafiflemeler... sığınmalar sonsuzluğuna, yitip gitmeler sularında. Güneşi yolculayıp, ertesinde tekrar selamlamak serinleten tuzlu sularda.

***
Bin yıldızlı çimlerin kucaklayan serinliğinde, yalnızlığın derinliğinde, her verdiğin nefeste içinde birikenleri salıp kaymasını izlemek gökkubbede ve derin çok derin nefesler alıp, güzellikleri, iyilikleri ve en şahanesinden şimdileri yaşattığı için şükretmek yukarıdan seni seyredene.

***
1942 Soykırımında, "Vel' d' hivve", de beklemek geri dönüşü... "Camp de Noe" ve "Camp de Vernet" de çocuk olmak cebinde bir anahtarın ağırlığında. “Zakhor, Al Tichkah. – Hatırla; asla unutma.” (*) dedikçe, okumak ve unutamamak olanları...    1915 Techir'de asker olmak... Bir konakta yaşamak, ve evin hanımı olmak. Kumayı anlamak ve kabul etmek sunulan yaşamı. Suyuyla/yaşamıyla oynanmış, onuru kırılmış bir ırmak; bir Hint fakiri kadar ince, onun kadar yoksul görünüşlü, onun gibi dünya üstüne çok şey bilen Asi…(*) de yıkamak yüzünü. Tanışmak yepyeni kelimelerle, hallerle, duygularla...  Karışmak kendinde, çözülmek ve çözmek kendindekileri...

***
Bir annenin çocuğuna feryadında, bir yaşında bir çocuğun annesini arayışında bulmak, hayatın pamuk ipliğini. Ve sıkı sıkı tutunmak şimdiye... yanındakilere, en çok da yüreğindekilere... yer ettikleri için derinlerinde.

***
Güzeldi velhasıl, çok güzel! İliklerine kadar dinlenmekti, dinlemekti kendini. Kapıp koy vermekti duygularını, biriktirmekti özlemlerini, salıvermekti acıyan, kanatan düşüncelerini. Çoğalmaktı, çokça çoğaltmak... sevgiyi, aşkı, umudu... Dedim ya, güzeldi. İyi ki diyecek kadar...



(*) Kitapdan alıntıdır. / Tanıtım bülteninden alıntıdır.