28 Ağustos 2010

Ilık Esen Yele Yükle Anlamını



Dingin bir ruh:
tenha atımlarda sessiz bir yürek.
Yüzde yansıyan bir ışıltı.
Sabahın erkenine katık edilen hayaller;
bilinmeyen bir eski şehrin
medeniyet katmanlarında 
dolaşırken el(ele)ler,
huzur, hüküm sürüyor sevdalarında.

Ilık bir yel, habercisi beden ürpertisinin;
henüz açık pencereden bile geçmedi,
kokusu lavantaya takıldı
belki, edalı bir hanımelinde salınacak
bir ileri bir geri
ah beklemek!
ne bedbaht bir özveri
ne çilekeş bir hüzün
ne müjdeli bir haberci


Ten; yangın yeri, beklemeye tahammülsüz,
yürekte ağlamaklı sevdasına, yakarıyor adeta:

Sen, ılık esen yele yükle anlamını.
Kırılsın aklımın katılaşmış duvarları.
Belki o zaman dile gelir yüreğimin (z)amansız haykırışları.











fotoğraf / deviantart

27 Ağustos 2010

Kendime Gelmek İçin


Işıldayan bir çift gülüş


Masum bir öpüş




Biliyorum, kendine getirecek yüreğimi.




kendimle fısıltı:

imkansızı istiyorum değil mi?
masum kalmak ve ışıldamak...
ah, yüreğim!
hadi ezberine geri dön,
mevsimin, eylülle kapını aralıyor.
çanlar, ayrılık vaktini çalıyor.


Günler ve Aşk

Fotoğraf


                                           Geçip gidiyor...

Mevsimi geldi hüznümün.
Yakında başlar güneş solmaya ve bulutlar ağlamaya.
Ağaçlar döker üzerinde ne varsa, yalın bir çıplaklıkla selamlar güçlü gövdeleri hayatı.

                                        
                                          Değip gidiyor...

Mevsimi geldi yüreğimin.
Yakında gözlerim dalıp dalıp bakar uzaklara ve yaşlarım akar inci inci.
Gönlümün yorgunluğu ağırlaşır, dilimde bir ayrılık şarkısı beni yarınlara taşır.

                                         Gidiyor...

Zaman beklemiyor.
Sorular hiç durmuyor.
Herşey ama herşey hızlı bir devinim içinde.
Bense; yüreğimin yalın çıplaklığında açıyorum gözlerimi gerçeğe.
Gelip geçiyor bir film şeridi gibi yaşanmışlıklar;
Gelip geçiyor günler
Delip geçiyor aşk







24 Ağustos 2010

Çığlığa Uzat Elini


bir çığlık duyuldu derinden,
günler sonrasıydı
toprak ananın koynundaydı çocuklar
biri çığlık attı
KURTARIN BENİ
henüz vaktim gelmedi

büyümeli çocuklar
şairin de dediği gibi, şeker de yiyebilmeli
eksik kalmamalı
ne defterleri ne de kalemleri

oyunları olmalı oynayacak
yarınlara umutları; onları ayakta tutacak

haydi!
 sen de uzat elini
ister bir kalem ol
ister bir kağıt
becerebiliyorsan, bir umut ol!
tut ellerini















haydi
duy çocukların sesini









yonca

22 Ağustos 2010

Ukala!

Sana da oluyor mu, dedi.
Ne oluyor mu, dedim.
Bir kelime bulamadığın...

Sessiz kaldık.
Çok - dediğim duyulmadı içimden.

Susunca, içimizdeki sokakları tura çıkan kelimeleri düşündüm. Aklın arka bahçesinden, yüreğin koridorlarına geçen, koşarken sağdan sola; kırılmaya, kurumaya, taşmaya hazır asker anlara çarpan... ne çok kelime. Ardı ardına sıralayacak parmak hızın olsa, kim bilir neler dökülür uçlarından. Saçlarımı geriye doğru attım, parmaklarım o oldu, kokum o... Donsun istedim zaman, o ve ben, henüz tuvale aktarılamamış bir aşk temasının renkleri olarak kalalım zamanda. Mağrur ve yürekli... Olmadı, zaman beni beklemedi, zaten ne zaman sözüm ona geçti ki, zamana kendimi uydurmaktan başka bir çarem olmadığına göre... uzandım önümde duran kahve fincanına, olağan bir seyirdi benimki: kahve fincanda, fincan sehpada, ben sandalyede, bedenin yönelişi, kahveye doğru. Durdum aniden: bir kalp şekillenmiş üzerinde, bozulsun istemedim, gerisin geriye yaslanıp kapadım gözlerimi. Açtığımda köpük yerini çoktan değiştirmişti. Bir yudum aldım, bir yudum daha. Ne çok sustuk, ne çok kelimesiz kaldık bilmiyorum. Ve ne kadar zaman...

Palmiye ile zakkum arasında ipeksi bir ağ örmüş, kendimce dev örümceğin tuzağını düşündüm. Nereden aklıma geldiğini bulmaya çalışırken bu sefer yolum başka bir çıkmazdaydı. Sene 1942... yaşamadım ki... Neden o dönem olanları okumak, seyretmek beni derinden sarsıyor. Reenkarnasyon... Ruhlar parçalanarak çoğalıyor. Zerre zerre dağılıyor. O yüzden mi hep eksik bir yanımız. Ah kafam... Sustukça konuşan kafam.

Bak oldu işte, diyorum...
Ne oldu, diyor.
Onlarca kelime arasından sana söyleyecek bir tane bile bulamadım.
Ee, buldun ya, diyor.
Neyi,diyorum. Onlarca kelime arasından bana söyleyecek bir tane bile bulamadığını söylerken bile dokuz kelime buldun.
Bir kahkaha patlatıyorum.
Ve hatta ilk üçünü de sayarsak; 12!, diye ekliyor.
Bana bak cadı, sen henüz on yaşındasın ve bence ukalasın!
İyi birşey değil mi, diyor.
Gülüyoruz.
Gözlerindeki pırıltıyı seviyorum. Hiç tükenmese, solmasa...

Koşarak bakkala yöneliyor. Elinde iki kutu ile geri geliyor. Param şekere ve sakıza yetti, diyor. Şekeri kendine saklıyor, sakız benim. Az sonra; değişsek, diyor. Neden, diyorum. Düşündüğüm kadar güzel değilmiş, sevmedim.

Sakızı ona uzatıyorum, kulağımı iç sesime... Seçimlerimiz düşündüğümüz kadar güzel olmadığında, sevmedim deyip, bu kadar kolay değiştirebilir miydik acaba? Ona sakızı uzatmakla doğru mu yapmıştım, hayatın ona bu kadar cömert davranmayacağını söylese miydim?

Sana da oluyor mu, dedi.
Ne oluyor mu, dedim.
Yanındakinin aklını okumak istiyor musun sen de?
Sessiz kaldık.
Çok - dediğim duyulmadı içimden. Ama bu sefer o yüzümdeki gülümsemeyi yakaladı.
Meraklanma biliyorum, dedi. Her zaman herşey benim istediğim gibi olmayacak. Ha! Bu arada, sakız güzelmiş.
Ukala, diyorum, biraz yüksek bir sesle.
Gülüyoruz.
Gözlerimizdeki pırıltıyı seviyorum. Yitip gitmese, solmasa, silinmese...
Gözlerine bakıyorum kendi çocuk bakışlarımı yakalıyorum.
Mutluyum!
Ân'ı artık yüreğimin sokaklarında bir cafede aldı yerini. Hemen yanı başında çok da yüksek olmayan ferforje bir sokak lambası, güneş renginde yanıyor. Bir deniz esintisinin uzaklığında, beyaza boyalı bir dünya; civit mavisi iki küçük saksıda fesleğen kokusu.
Hâlâ burnumda...