13 Kasım 2012

Başı Bağlı Pergel

Ah bünye gene ruhun bedenine dar, için dışından taşıyor... Bir garip hallerde, hayallerde gezinip duruyorsun. Uykunla saklambaç oynuyor, hep ebe olmayı seçiyorsun. Yaşadığın hayat düşlediğin değil, merakların yaşantınla örtüşmüyor. İşin içinden çıkamıyorsun. Uzun uzun mektuplar yazıyor, atmaya bile cesaret edemiyorsun. Hayallerini gerçekleştirebilmiş insanlara bakıp bakıp "neden harekete geçmiyorsun" diye kendine öfkelenmelerin ne yorucu bir bilsen. Kendinle kavganı etrafına bulaştırıyor, mutsuz benlerinin kanatlarını havalandırıyorsun. Kendinden memnun değilsin. Kim memnun ki deme, sen de biliyorsun hayallerinin peşinden koşanlar hep barışıktır kendiyle. Bir pergel gibi hayatın bir ucuna tutunmuş bir bacağın, onun etrafında dönen, ucuna bağlı kurşun ağırlığı taşımakta zorlanan diğer bacağınla bir dargın bir barışıksın. Boş bir kağıda çizilmiş fasit daireden ibaret bir hayatı yaşıyorsun, sonra dönüp bir bakıyorsun ki, daire sandığın şey bir kare... 

Bunu birilerine anlatabildiğini sanmıyorum. Bana bile anlatamadıktan sonra...






09 Kasım 2012

Öfkeli Terazi



Bazen özellikle de işgüzar hallerde yapılan işlere öylesine öfkeleniyorum ki... tarifi yok. Bu benim sevmediğim yanım. Sakinleşmem zaman alıyor. Kasırga Sandy bile yakınımdan geçmek istemezdi eminim. Sakin kalmak benim bu yaş dönümünde öğrenmem gereken bir şey yoksa kendimi bile yakabilirim: keskin sirke ve küp ilişkisi...

***

Bu sabah bir program izliyordum, kadın dedi ki "terazi önemlidir, bir kefesine kayıplarınızı, bir kefesine şu andaki durumunuzu koyarsınız, hangisi ağır basıyorsa onun gereğini yaparsınız" Bu tavsiye her ne kadar işe yararmış gibi gözükse de, bence sakin zamanlarda yapılabilecek bir şeydir. Çünkü öfkeli bir hal bu terazinin kefe dengesini bozar. Gerçeklikten çok öfkemizdir kefeye konan ve öfke, karşı kefede ne olduğunu önemsemeksizin koyar ağırlığını. Kazanır!

***

Kazanmak nedir sahi? Ego -kazanmak, yenmek, geçmek, daha iyi, güzel, akıllı, pratik, üstün..... bu liste uzayıp gider- "en" olmak ister. Egoyu beslemek "sen"i yok eder. "Ben" olursun. Oysa ne tehlikeli bir sınırdır o "sen"den "ben"e geçiş... İnsan becerebiliyorsa "sen"den "o"na geçebilmeyi becermeli bence. "O" olursan "bir" olursun demişti Sufim bir keresinde...

***
Sufi deyince göçüp gitmek haline takıldım kaldım. Halam, aslında halamın kızı olan halam - biliyorum anlaması güç, o yüzden takılmayın siz benim kelimelerime - kanser olmuş. Onlarca yıl onkolojide hemşirelik yap, kanserin binbir türünü gör ve sonra onca hastalığın içinden gelip kanser bulsun seni... İlk duyduğumda yaşadığım şokların hiç biri yoktu bu sefer... Neden diye düşündüm, neden? Uzakta olmak, hastalığı, ölümü, çaresizliği duyarsız bir görüş ile kabullenmek mi demek? Öyle olmadığını biliyorum, benimkisi daha çok değersizleşen ömrümün - ki bunun altında yatan sebep yaşadığımız ve bildiğimiz kadarıyla dünyadaki ömrümüzün kısacıklığıdır - bir gün gelip sonlanacağı. Bütün mesele o sona nereden ve nasıl baktığımız sanırım.

***

Doktor sabah programında "yaşlanmak kaçınılmazdır, bedenimiz buna göre programlanmış, bir ömrümüz var, önemli olan o ömre sığdırdıklarımız" diyordu. Haliyle ben de o ömre sığdırdıklarıma baktım. Kendi becerilerim ve bana tanınan fırsatları göz önünde bulundurduğumda pek de başarılı bir "ürün" olduğum söylenemez. Ama elbet birilerinin "işine" yaradım. Peki ya kendimin?

***

Kendim beni doğuruyor bu nedenle bu soruyu cevaplamayacağım, ama size şunu rahatlıkla söyleyebilirim, kendi inanç sistemime göre, şükretmeyi sıklıkla yinelemem gereken bir hayatın içindeyim. Evren(im)! Ne kaos ama...

***

Kaos ve terazi... karmaşa ve denge... düzensiz, kavrayamadığımız bir hal, ağır, içine çeken ve ölçtüğümüz, bir değer üzerinden yorumlar yaptığımız, haktan-adaletten yana olduğumuz düzende kusursuz olduğunu varsaydığımız...

***

Öfkeli bir terazi... Kalibrasyonsuz bir tartı... Yarınını etkileyecek bir seçim... Oysa nefes almayı önerse şu meşhur insanbilimciler... sosyologlar... koçlar... yaşam pınarları... Nefes almayı ve önce "sakin" olmayı... Nedir insanın terazisi... Vicdanı mı? Ne kadar hassas, ne kadar doğru ölçebilir ki insan vicdanı bir durum karşısındaki tavrını...

***
Tavır, meyldir... Kendiliğinden... Kendini belirleyen nedir? Genetik kodları, doğup büyüdüğü kültür, aldığı eğitim, sosyo ekonomik durumu falan filan diye uzar gider bu liste de... İşimiz hep listelerle... Benim kafamsa hala şu terazinin bir kefesinde...

***

Uzun lafın kısası ne demeyin, kafam karışık, kaotik bir durumun orta yerinde elimde bir terazi, duruyorum öylece... Öfkeme yenik düştüğüm zamanlarım olsa da... Sabır! Ne büyük meziyet... Ama öğreniyor insan... Çaktırmadan tartıyor... Bağırmadan meyl ediyor... Söylenmeden düzenini kuruyor... Bazen kaos bir insanın nefes alması için kurduğu düzene dönüşüyor... Sonra yorulduğundan olsa gerek duruluyor, kaotik gri bulutlar dağılıyor, terazi dengesini buluyor. Yüzde bir gülümseme, ahkam kesecek hala geliyor. Ego mutlu mesut yükseliyor. Bir sonraki dalga onu dibe çekene, kıyıya vurana ya da bulutlara çıkarana kadar, insan kendini kendinin evreni sanıyor...

***

Oysa büyümeli insan, büyüyebilmeli düşe kalka... Bazen bizi düşüren kaçındığımız bir hastalık, içinde bulunmak istemediğimiz bir durum, asla taşıyamam dediğimiz bir duygu bile olsa... Çünkü büyümek sanrıları aradan kaldırıp aynalarla yüz yüze gelmek demek. Gerçeğinle yüzleşip, sonunla helalleşebilmek... Son derken, göçüp gitmeyi kast etmiyorum elbet... Göçüp gitmeden sona geldiğini düşünür ya insan bazen... Bitti der ya... İşte tam da o noktada takılı kalıyorum bazen... Ve sesi açık, görüntüsü uzak kara kutudan bir ses yükseliyor sabah erken:

- Sonunda bitti!
- Hiç bir şey sonsuza kadar bitmez*







görsel / deviantart
* House dizisinden bir replik...

06 Kasım 2012

Sen Gitmeyi Kolay mı Sandın?



Bir kaç gündür kurtlandım gene... Bildiğin bir iç huzursuzluğu benimki. Çok oldu öğreneli böyle zamanlarda saçımı kestirmemeyi, rengini değiştirmemeyi... Elimin altında dünyam var ya, oh hayat bana güzel. Seç bir template yükle değişsin. HTML kodlarına gir oyna. Boz yap, yap boz...

Ama hayat öyle mi? Kolay mı öyle değiştirivermek istemediğini beğenmediğini. Bak ne güzel yazmış Zeynep; bırakıp gitmeyi... okudun mu? Okumadıysan bi tık oku gel. Sonra devam edersin okumaya benim serzenişimi.  Öyle kolaydı sıkıldım gidiyorum demek, hem nereye gideceksin... Aşık olduğun bir yer mi var senin. Yapmazsan öleceğim dediğin bir becerin mi var. Sen otur oturduğun yerde. İmren öyle gelene geçene. Ama sakın ha bir çaba gösterme. Gürkan dünyayı geziyormuş bisikletle... Cenk ne de güzel pastalar yapıyormuş özveriyle...  Aman da aman... mışmış, muşmuş... Oldu güzelim gel beraber gezelim. 

Yok blog! Sakın beni durdurmaya çalışma. Yazacağım bugün içimde ne varsa. Hem oturduğum yerden hayıflanayım hem de bi zahmet kolumu geçtim parmağımı bile kımıldatmayıp homur homur dolanayım. İnsan da biraz tutku olur, biraz bi merak olur. Dilimde benim yaşamayı seviyorumlar... Aldığım nefesin değerini biliyorumlar... Valla yalan, billa yalan... Ben kendimi bile sevmiyorum ki, geçtim bi de yaşamayı seviyormuşum. Laf-ü güzaf!

Değişim kolay mı, değil... Değişmeyi istemek kolay ama... Biri yürek işi, biri dil işi... Seviyorum demek dil işi, sevmek yürek işi... Bir işe yüreğini koyacaksın önce. Yüreğini koyacaksın ki, yüreğinden geçtiği gibi olsun her şey. Hem sen okudun mu Zeynep neler yazmış. Bak hala okumadıysan bu gün hayata karşı bir sıfır yeniksin benden söylemesi... 

Hem ne diyor şair bu gibi durumlarda;

Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
O olmazsa yaşayamam
O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela.
O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle O daha az sever seni,
Senin O’nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini…
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
“O benim.” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın.
Ucundan tutarak…
Ucundan tutacaksın hayatı, bırakıp gitmen gerektiğinde arkanda bıraktığım sandıkların da gelecek seninle yüreğinin taaaa en derinlerinde... Sen gitmeyi kolay sanacaksın, gittim sanacaksın... En kötüsü de gitmeyi bir marifet bellediğinden olsa gerek, gittim diye mutlu bile olacaksın... Köklerin acıyacak salmaya çalıştığın her yerde. Öyle zamanların olacak ki... Bir kaç zaman önce bırakıp gitme sebebin olacak tutunduğun gerçek. Sen görmezden gelmek istesen de, hayat bu; ille bir ayna bulacak sana, tut kendine, gör gerçeğini diye... 

Sen bas bas bağırdığın o telefondaki cümlenle yaşamayı öğreneceksin; hani şu gitmene sebep... Ama bu sefer öylece bırakıp gidemeyeceksin. Sabırla bekleyecek, bekleyeceksin. Yarına ertelemek değil seninki bileceksin, bileceksin ki yaşadıklarından öğrenmek bu seferkisi...



Fotoğraf / deviantart

29 Ekim 2012

Nur Topu Gibi Ayakta

İnsanın bazen nur topu gibi bembeyaz bir kedi olası geliyor:
Eski bir evin önünde,
boyaları yer yer dökülmüş  bir duvarın hemen dibinde,
dönmüş yüzünü güneşe...



İnsanın bazen dimdik ayakta durası geliyor:
Yer yer yıkılsa da çehresinden,
yan bahçesindeki kaktüsler kadar caydırıcı bir güzelliğe sahip olmak istiyor,
ön bahçesindeki ağaç kadar görkemli,
hemen sokağı dönünce karşısına dikilen kale kadar heybetli,
yan evin bahçe duvarından güç alan begonvil kadar narin...




Her şeye rağmen nur topu gibi ayakta durmak istiyor
Cumhuriyet gibi...

22 Ekim 2012

Bir Kuşak Emmanuelle


Aslında haberi okumadan önce de biliyordum adını, filmin kült filmler arasında anılması bir yana şurada okuduğum yazıdır aklımda kalmasına sebep. Ölüm haberi ile gelen tweet bombardımanı ve  "ya bizimkiler...  biz asıl onlarla büyüdük" nidaları etrafında dönen sohbetler ve uçak fantezilerinin ve bambu koltuk efsanesinin unutulmaz masum yüzü... Sylvia Kristel

***

Gazetelere göz gezdirirken, köşe yazarlarına ve magazin sayfalarına üstün körü bakınırken çalan telefon:

- Babamı gördüm dün gece rüyamda, "ben seni ne kadar çok seviyorum biliyor musun" dedi...

Telefonu kapattıktan sonra, size anlamsız ve komik gelebilir ama onlarca adamın rüyalarını süsleyen kadının bir adamın rüyasına girip de "ben seni ne çok sevdim" deyip demeyeceğini düşündüm... Bi adamı o kadar çok sevip sevmediğini.

***

Ölüm, gözlerinin feri gittiğinde buluyordu insanı... Yoksa gözlerinin feri gidince mi gelip çörekleniyordu bakışlara...

Kapı çaldı... Ağlamaklı gözleri ile girdi içeri:

- Annem çok hasta, ama ben inanıyorum iyileşeceğine...

Ölüm, umudu kesince mi gelip buluyordu insanı... Yoksa ölüm gelince umut mu kalmıyordu insanda.

Dün akşam izlediğim bir diziden bir replik takıldı aklıma:

- Ölüm en çok yaşayanı yıpratır.

***

Gençtim, okulun merdivenlerinde durmuş, hayatın ne kadar uzun ve anlamsız olduğunu düşünüyordum. Belli ki, üniversite hayatından umduğumu bulamamıştım. Yaslandığım duvarı bile bugün gibi hatırlarım. Etrafıma bakınmış ve şöyle demiştim:

- 48 yaş bence iyi bir yaş... O zamana kadar yaşayayım. Sonra ölüm bulsun beni. 

20li yaşlarımın başında bir o kadar daha yaşamanın yeteceğini ummuştum. Fazlası fazla gelmişti. Şimdi 40lı yaşlarımın başındayım. Anlaşma yaptığım yaşa şunun şurasında 7 yıl kaldı. Oysa yapmak istediklerim, 7 yıla sığacak gibi değil. Yeni bir anlaşma vakti geldi.


-  Yapacaklarımı yapma fırsatını tanı... Yaşımın önemi yok, o fırsatları gerçekleştirecek kadar dinç olayım, aklım yerinde olsun. Sonrası... Sonrası, sen ne dersen o! Ama iyi de... İyi olayım, aşkla kalayım. 








görsel / deviantart

19 Ekim 2012

Kesişen Yollar

"Ama nedense durup durup yollarımız kesişiyor, işte orasını anlamak biraz zor oluyor. Sanırım artık bu sondur, ben öyle umuyorum."
yazmışım...
"Sürekli yollarımızın kesişmesine gelince, bence daha da sık kesişmeliydi. Eminim daha da keyifli olabilirdi."
yazmış!

Bak sen... ne diye daha keyifli oluyormuş! dedim kollarımı göğsümde kenetleyip, ellerim yumruk sıkı sıkıya ve muhtemelen gözlerim biraz kısık bir halde. 

O anda karşıdan bakan biri için beden dilim öfkeli gibi dursa da...

Olur muydu ki, dedi iç sesim. Nedense umutlu bir tonlaması vardı... Sevmedim.

Tövbe, tövbe... Bunca yıl sonra... Sen sus, dedim. 

Dedim ama yüzümdeki gülümsemeyi doğru söylemek gerekirse öyle hemencecik silemedim.

Ne şimdi bu... ne yani... bi de neden?

Müjdemi isterim! dedim... diye... 

Hayatın bana "al sana müjde" deme biçimimi...

Peki şu cümleye ne demeli:

"Evet, her zaman komik ve karizmatik bir kız olduğunu söylemiştim..."

Hı hı hı... Söylemiştin...

Seni seviyorum da demiştin!

Ben de, sen böyle seviyorsan sevme beni demiştim...

Bunu da hatırladın mı?

Oh be! Kollarımı usul usul çözdüm, derin bir nefes aldım. Artık bir cevap yazabilirim dedim ve yazdım:

"Söylediklerine değer vermeyi bırakalı epey oldu, ya da şöyle demeliyim: sana verdiğim değeri sen bırakıvermiştin gözlerime...uzun upuzun bir kopuşun eşiğinde..."
Sildim yazdıklarımı...

Geçen onca zamanı düşündüm, ne kadar büyüdüğümü...

"Teşekkür ederim" dedim. Duyup duymamasını çok da önemsemedim.





görsel / deviantart

16 Ekim 2012

Okumak Düşünmek

Okuyoruz ama düşünmüyoruz dedi... Düşündüğümüz gibi okuduğumuz için de gün geliyor şaşırıyoruz...

***

O, bir hukuk müşaviri ile yaşadığı sıkıntıyı anlatıyordu, ben hayatı okumakla ilgileniyordum. Bu sabah, pek çok sabah ki gibi, iyi bir dinleyici değildim. Başımla onaylıyor, arada bir hı hı hı diyor, muhtemelen de boş gözlerle bakıyordum. 

***

Hayatı okumak... Beni geçmişe götürdü. Geçmişin satır aralarına, sonra ideanın "geçmişi teslim etmeli geçmişe" cümlesine... 


görsel / idea'dan

Oradan Kırmızı Gün/lük: Zamanla Geçer / mi? yazısı düştü aklıma... Gökyüzü gerçekten de çözüm mü? İnsan çukurun dibini görmeden zıplayamıyor bazen. Belki de sırf bu yüzden bırakmak gerek kendini. Nasıl olsa hafifleyince çıkarsın gene gerisin geri. 

***

Dün seyrettiğim bir programda diyor ki uzman kişi, "adam seni aldatmış, dövmüş, gecelerce eve gelmemiş... Daha ne bekliyorsun, sonuç belli." Bu cümledeki kadar basit mi hayat. Herkes bırakıp gider mi? Gidebilir mi? "Çevreye hapsolmayın" diyor, uzman. "Kendiniz için yaşayın. Kendiniz olun. Bırakın eller ne derse desin." "Kendi hikayenizin kahramanı olun..." diye de ekliyor. Herkes kahraman olursa, figüranlarla zenginleşen hikayeler nasıl yer bulacak gerçek yaşamda kendine. 

***

Her bir kişi ayrı bir deniz derya; yüzmesini bilene... Herkesin yaşamını yazsan roman olur... Hepimizin yaşayacağı bir hikayesi var. Önceden yazılmış diyen de var, ben yaşarken yazıyorum diyen de... Kararlarımı ben alırım diyen de var, sen ne karar alırsan al gene dönüp dolaşıp yaşayacağını yaşarsın diyen de... Yaşamak öyle hafife alınacak bir şey değil deyip, sırtında yükleri ile yola devam eden de var, yorgun düşüp omzunda ne yük varsa bırakıp giden de... Yaşamı o kadar da ciddiye almayacaksıncılar bunlar...

***

İlkokulda okuma yarışmaları düzenlenirdi... En kısa sürede en çok kelimeyi okuyana da bir kurdele takılırdı. Hatırlarsınız. Yani ben yaşlardaysanız mutlaka günün sonunda bir kurdele takılmıştır yakanızın bir köşesine... Oysa keşke okuduğunu anlayana, anlatabilene verilseymiş kurdele... Herkes okuduktan sonra tartışsaymış, anlasaymış; herkes okur ve farklı algılayabilir diye... Görseymiş aynı kelimenin benzemez yaşanmışlıklarda farklı etkiler doğurabileceğini... 

***

Hayatı okuyoruz hepimiz, dilimiz döndüğünce... Aklımız yattığınca... Hepimizin aynı hayatı aynı kelimelerle okumasına rağmen, farklı sonuçları doğuracak kararları alması bu yüzden belki de...

***

Kimine geçip gidiyor zaman, kimimizse zamanın tam içinde...