19 Haziran 2020

Kimseler Tutmasın Beni

Ya da tutsun ya... 

Merkür retrosu başlamış. Geçmişin anıları serpiliyor dört bir taraftan, yaz yağmuru gibi; sağanak ama güneşli, bulutlu ama sıcak... Yer yer gök gürültülü ama alabildiğine ışıltılı... 

Anılar havuzu...

Derinliği önceden belirtilmemiş... Ayağımın ucuyla bir bakayım diyorsun, o an için hani suyun sıcaklığına bakmak gibi bir hal seninki. Ilığı, sevgilinin sırtına üflemesi gibi, tenini canlandırana karşı koymak ne mümkün; yüzerken usul usul, biraz korkak ve elbet tedirgin... Girdap! Bilir misin? Kapılmak gibi. 

Bir arkadaşa bakmak gibi... Polis mekanı basmış da sen "ama ama ama" diye gevelerken, azıcık da mıçtık der gibi... 

Anlatamadım değil mi? 

Dalıp gitmek gibi, bir anının içinde kaybolmuşken, bir ağaç altı gölgesinde hayallerin tebessümü yüzündeyken, hayal et: alabildiğine mavi bir gökyüzü; elmanın kırmızısı, ağacın yeşili sarmış tüm benliğini, toprağın kokusu burnunda, ezilmiş çimenin kokusuyla yarışıyor... Şimdi al tebessümü yüzünün ortasına, yanaklar muzip bir pembe tonunda... Dudaklar ıslak... Yok yok kayma başka diyarlara. Kal orada. O masum hayal dünyasında. Hah! İşte tam da o anda olgun bir elmanın başına düşmesi gibi. O kafaya o taş gibi elma gelecekti de zamanı mıydı yani?

Anlatamadım değil mi?

Dinyeyicisi olmadığın arabesk bir şarkının sadece bir iki sözcüğünü hatırlamak gibi... Anılarrrrrr.... Şimdi gözümde canlandılar... sözlerini banyoda tek başınayken ciğerden okumak gibi... Ve hatta nikah masasına beni de çağır sevgilim der gibi... Gözlerde yaş damla damla akarken, zihninin "ne diyorsun oğlum sen" dediği o boktan an gibi... 

Anlatamadım değil mi?

Onca saat ve anı sonrasında, savrulurken 10 yıl öncesinden 20 yıl öncesine, geçen yıldan, dünden, iki binli yılların başlarına, bir saat öncesine ve hatta parklara, bahçelere, ortancalara... Sırf onun da var diye bahçene renk renk diktiğin ve bugünkü hallerinden her gördüğünde mutlu olduğun... Ama artık bakarken hiç ama hiç o bahçede olmayı hayal etmediğin, hadi itiraf et; kısacık zamanlarda ve hatta o bahçede olup bitene zaman zaman tanıklık ederken, kimsenin duyamayacağı bir iç sesle satır aralarına "acaba"lar eklediğin o hallerden çıkmak için birden bire ve aniden ama derinden çok derinden sarsılarak Turgut Uyar şiiri Denge'yi hatırlamak gibi;

Sizin alınız al inandım
Sizin morunuz mor inandım
Tanrınız büyük amenna
Şiiriniz adamakıllı şiir
Dumanı da caba
Bütün ağaçlarla uyuşmuşum
Kalabalık ha olmuş ha olmamış
Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
Ama sokaklar şöyleymiş
Ağaçlar böyleymiş
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız
Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
Yan gelmişim diz boyu sulara
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
Hiçbirinizle dövüşemem
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Ben tam kendime göre
Ben tam dünyaya göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız
***


Bu yazıyı yazarken fonda çalan müzik; 

16 Haziran 2020

Hayat Üzerine Aforizmalar




"Hayat süre giden bir macera, 
sen seyirci olmayı umursa" dese bir şair, yerinde olurmuş.
Ama sensin!
Durduk yere kırılan kalbini onaran, hiç de beklemediğin anda gelen o cümleyi anımsa!
Öyle derin bir yerde, kuytunda, en gizli odanda bulmuştu ki seni...
Tanrı misafiri deyip buyur ettin. Hep edersin.
Cümlenin sahibi seneler evvel çıkmamış mıydı karşına, üstelik gene beklenmedik bir anda.
Gülümsemen 5 saniye sürdü anımsa!
Bir ömür kederi boğdu bir güzel söz daracık zamanda ya da sen öyle olmasını umdun amansızca.
Bir şairin muazzam bir betimlemesinde kavradın, 
Tanrı var!
Ve sen bazen, tıpkı adını ilk kez duyduğun o şair gibi gönül koyabiliyorsun olana.
Ah yüreği sonsuz sevgi ile donatılmış adıyla yaşayan evrenim, 
sen ki öfkesini ezik yüreğinde saklayan inatçı keçim, 
hak senin teslimiyetinde değil anlasana! 
Talep edenle veren arasında bir el olsan, yen içinde kalırsın.
Kırılır da kızılcık içtim der, hata payını, yaşanmışlıklara yama yaparsın.
Ne olur bu sefer unutma sen seyirci olmayı umursa, hayat ne de olsa süre giden bir macera.

#evrencekaralama

07 Nisan 2020

Havam 1500... Kocam bana Bük Kapatmış!



Ören'den Akbük'e kadar olan mavi yeşil yol, kıvrıla kıvrıla giderken "aşağıdaki koyu gördün mü"  sorusu ile "sen bakma" uyarısı peş peşe geliyor sıklıkla. Çünkü arabayı kullanan ben olmayınca seyre doyum yok, ama bir yanım Halim'e haksızlık ettiğimi söylediği için de onun da bu güzelliklerin keyfini en az benim kadar çıkarabilmesini de istiyorum. Bir yanım endişeli bir yanım heyecanlı. Kapışıp duruyorlar. Yaptığımız plana göre, gün batmadan oradayız ki, yakalarsak... Değmeyin keyfimize. Yol bitip de Akbük'e doğru kıvrılınca, Maviş'in camından bir fotoğraf çekiyorum. Fotoğrafı çekerken, ineceğimiz koyun sadece bize özel olacağını düşünemiyoruz bile.


Akbük koyunda deniz kenarında orman içinde bir kamp alanı var. Oraya gideceğiz aslında. Sık orman içinden kıvrılarak koya inilen yol kenarlarında ara ara neredeyse orman sıklığında kaybolan ahşap evlere ve hatta TLC'nin küçük evleri ile yarışacak kadar cazibeli konteyner evlere denk geldikçe, hayaller şaha kalkıyor.  Sahile iner inmez göze çarpan menengiç ağaçlı koy, tarifsiz bir cennet köşesi vaadi ve koya demirlemiş 2 rüya yelkenli ile baş döndürdü bile. Sessizlik ve kimsesizlik hakim. Az ilerideki araç üstü çadırların yarattığı dost sohbete biz de dahil olacağız ama hava kararmadan bükün en sonunda yer alan ormana doğru ilerliyoruz. Güneşle ilgili tahminimiz bizi ya da beni yanıltıyor. Gün dağlara doğru batacak. Halim her zaman ki gibi benimle dalga geçiyor. Bir gün bana yönleri öğreteceği konusunda kendinden emin. Araba ile ormana doğru ilerlerken bir kaç lüks yata ve onların arasından süzülen denize takılıyor gözüm. Yansımalar muhteşem ki bu şu demek, sabaha bin muhteşemliğe uyanmak söz konusu. 

Ferdi selamlıyor bizi. Biz Ferdi'nin oraların muhtar yardımcısı olduğundan henüz habersisiz. Biz, bize verilen koordinatlar ve bilgiler doğrultusunda Muhtar Mustafa'nın mekanına doğru ilerliyoruz. Mekan salaş, sezon sonu dağılmış, parçalanmış, bakımsız ve pis haliyle hiç de katlanılası değil. Oysa kim bilir bir kaç hafta önce nasıl da baştan çıkarıcı  bir çekiciliği vardı. Vazgeçiyoruz. Menengiç ağaçlarının altındaki 2 araca yakın ama görece uzak bir mesafeye konuşlandırıyoruz Mavişi. Üstelik bir de korumamız var. Ona bir iyilik maması veriyoruz.  Kıvrılıveriyor yanı başımıza. Bu gece burada kalırız diyor Halim. Ah benim doğuştan "ourdoor" sevgilim. Tuvalet, duş???? diyorum.


Ferdi geliyor. "Abi hoşgeldiniz. Ferdi Tayfur'u bilir misiniz? " Kafamızı sallıyoruz. "Heh işte ben Ferdi'yim" diyor elini uzatırken, tokalaşma esnasında kendini öyle tanıtmasının sebebinin altını çiziyor. " Artık hayatta unutmazsınız." Haklı çıkıyor. Unutmuyoruz Ferdi'yi. Halim planından bahsediyor. "Akşam burada kalalım diyoruz" der demez, abi kalın 29 Ekim kutlaması için mekana da beklerim" diyor Ferdi. Üzerinde deniz şortu ve tişörtü ile henüz sezonu kapatmadığını der gibi bir hali var. Halim, "tuvalet ve duş ne olacak" derken, "Açtırıyorum abi." cevabı hızlıca gelip içimi ferahlatıyor.  Evren sorumu duymuş olmalı. :)

Tamam diyorum zaten iki kampçı daha var. Kalırız. 

Ferdi çocuğu gönderiyor. Ayak bastı parası 15 tl ödüyoruz bir fiş karşılığı. Tuvaletler açılıyor, duş temiz. Sıra geldi kumsala masa kurup yakamozlu geceye kadehleri kaldırmaya. Tam başlıyoruz hazırlıklara Halim ortada yok. Gecikmiyor gençlerle geri dönmesi. Merak etmişler Mavişi, onların da hayaliymiş. Araç üstünün de avantajları falan derken sohbet uzuyor. Biz onlara onlar bize deneyimlerini aktarıyor. Buzdolabı ve tuvaletten 10 puanı kapıyoruz. Dile kolay şu ikisine yaptığımız yatırım ile doğan görünümlü şahin alan var memlekette. 

Çocuklar ayrılıyor yanımızdan üstelik vedalaşarak. Onlar da araç üstü çadırlar nedeniyle birbirlerini bulmuşlar, biri güneye biri İzmir'e dönüş yapıyorlar. Kaldık mı baş başa? Neyse ki, Ferdi'nin mekan yürüme mesafesinde, üstelik 29 Ekim kutlamalarına da davetliyiz. 

Dertlenmiyoruz. Gecenin keyfini çıkarıp bir iki duble sonrası mekanda insanlarla kaynaşırız nasılsa. Soframızı kurup, sohbeti koyulaştırınca sessizlik içinde yitip gidiyor saatler. Gecenin serinliği hissedilir şekilde ısırınca sırtları, hem yemek sonrası yürüyüş, hem de kutlamalara katılma fikri ağır basıyor. Işıkları uzaktan ayırt edilen mekana yaklaştıkça marşlar içimizi coşturuyor.  Kumsalda 4 masa, kandili yerel üretim, bayrakları dalgalanan mekana varıyoruz. Ferdi, bangır bangır marş çalıp viski içiyor. Tek başına! 

Nasıl yani? Nerede insanlar, kutlama programı... Şaşkınlığımız yüzümüzden okunuyor o karanlıkta. "Abim valla çok mutlu oldum, buyrun, buyrun, size deniz kenarını hazırladım." Bayramlaşıyoruz. Kandili nasıl yaptığını anlatıyor. Denizin hemen kenarına koyduğu masada ille bir şey ikram edeceğim deyince Halim, kahve alayım diyor. Sade. 

Kahve geliyor, Ferdi'yi buyur ediyor Halim. Olurdu olmazdı derken, Ferdi de geliyor masaya. Akbük'ü anlatıyor, nasıl talan edildiğini, kendisinin bu çarklıdaki en kilit dişli olduğunu, 38 tane kızım var diyor, az sonra onları beslemeye kalkınca orada o kadar kedi olduğuna şaşırıyoruz. Bir ikisini görmüştük de geri kalan Ferdi'yi hissettiler mi bilinmez, mama dağıtımı yapılan alana doluşuyorlar ıssız koyun her bir ağaç, sandal, çatı, çöp bidonları ve daha göremediğim bir çok korunaklı noktasında. Alanda onlarca kedi var artık.

Dönüş yolunda Ferdi'nin anlattıklarını kafamızda oturtmaya çalışıyoruz. Talan edilen bu bakirliği bir sonra ki yıl gelince böyle bulur muyuz endişesi ikimizin de gözlerinden okunuyor.

Maviş tüm sıcaklığı ile bizi karşılıyor, dişler fırçalanıyor, pijamalar giyiliyor, biraz yaramaz bir iyi uykular öpücüğü ile gecenin sessizliğinde derin bir uykuya dalıyoruz. O anı hatırlıyorum, uykuya dalmadan hemen önceki 5 saniyeyi; sonsuzluk hissinin nasıl da bedenimi ele geçirdiğini, sabahı telaşla bekleyen tedirginliğimi. Ya uyanamazsam... Beden saati muhteşem iki çift olarak zamanında tam iki dakika önce açıyoruz gözlerimizi. O iki dakikada pijamaların üstüne birer polar alıp iniyoruz. Önce ben! 


Çıplak ayağıma giydiğim sabo terliklerin ile bedenimi saran kollarımla içimi ürperten o ışığa doğru kontrolsüzce ama  minik adımlarla ilerliyorum. Terlikleri çıkarım uyuyan denizi parmak uçlarımla uyandırıyorum. Serinlik, diz kapaklarıma, baldırlarıma ve bedenime yavaş yavaş yayılıyor.  Tarifsiz bir güzelliğin orta yerindeyim. Birden bir çift kol sarmalıyor bedenimi. Güven duyuyorum, sırtımı dayıyorum göğsüne ve derin bir nefes alıyorum. Huzuru ciğerlerime öyle bir çekiyorum ki... bir daha kolay kolay nefes verir miyim bilmiyorum.

Sabah yürüyüşünü tamamlıyoruz. Ferdi'ye günaydın demeyi ihmal etmiyoruz. Ormana doğru toprak yolu takip ediyor, iyice açlık bastırınca da dönüşe geçiyoruz. Güneş yükseldi. Ekim sonu için iyi bir sıcaklık var. İçimiz ısınıyor. Yüzen birini görünce hevesleniyorum. İki tekne de hala burada. Yüzen de bir balık adammış sonradan fark ediyorum. Belli ki akşama muhtemel bir rakı masası için balık niyetinde. Biz soframızı kuruyoruz.   Zeytinden, peynire, yumurtaya, cevize, bala, reçele... eksiksiz bir şehir kahvaltısı. Kahvaltı günün vazgeçilmezi. Hele de manzaramız deniz, sırtımız ormansa. Üstelik biz dışında kimse yok karada. Anlayacağınız havam o yüzden 1500. Halim'le gözgöze geliyoruz. Manzaradan ayrılan gözlerimiz şükranla, aşkla ve huzurla bakıyor, karışıyor birbirine. Bir süre öylece kalıyoruz, ta ki Ferdi; ablaaaaa hadi kızları beslemeye gel diyor. Masayı toplamak konusunda epeyce pratik kazandığımızdan 5 dakikada hazır hale geliyoruz. Bulaşıklar  bir sonraki durağa ulaşıncaya kadar kontrol altında. Uzaktan Ferdi'yi görüyoruz, çevresinde onlarca kedi, başlamış mamaları bölgelere göre serpmeye. Üçerli beşerli gruplar halinde yiyorlar. Bu Kezban diyor Ferdi, kimseyle paylaşmaz yemeğini, bu da Recai... Kezbanı uzaktan sevmiyorsa naberdim diyor.  Birbirinden farklı renkleri tavırları olan kızları besliyoruz, seviyoruz, öpüp, kokluyoruz. Kızlar diyoruz, çünkü Ferdi, onları kendi kızını sever gibi seviyor, o yüzden dişi, erkek fark etmiyor, hepsine kızlarım diyor Ferdi. Yılda iki kere görüştüğü kızana bir özlem onunkisi. Önceki gece bizde saklı kalacağını bildiğinden belki anlatıyor bütün öyküsünü.

Ferdi ile vedalaşıyor, Maviş'i yola hazırlanıp, son bir bakışla ayrılıyoruz koydan. Bir sonraki sene gene gelmeyi, Ferdi'yi ve kızları sağ salim görmeyi umarak...



Arkası yarın tadında: Hedef Çubuçak Orman Kampı mı?

13 Aralık 2019

Marmaris Ören'de Ağaç Altı Yol Kenarı Kahvaltı

Yol...
29 Ekim Salı gününe denk gelince... Baktık ki havalar güzel, gidelim dedik. Eee artık bilinen bir gerçek var ki biz de en az havalar kadar güzeliz. #yolda2yolcu olarak düştük yollara. Cumartesiyi pazara, pazarı pazartesiye bağlayan bir yoldan giderken yoldan çıkanların iki günlük kaçamağı programına Güre ve Cunda'yı dahil edip, nihayet "Marmaris niyetli Gökova'ya gömün bizi sonuçlu" turumuz başladı. 



Bir kaç işaretlenmiş nokta var kafamızda oraları mutlaka göreceğiz. Gerisi; Maviş yolunu bilir, yol yolda belli olur, yol seni götürür, yoldan gelen başımız üstüne, yol nereye biz oraya, yoldan çıkmazsan yolu bulmazsın, vardığın yer mi yoksa yol mu, yolun huzur vardığın yer keyif olsun niyetleri ve soruları ile 5-6 günlük planlı - plansız bir seyahat için bastık gaza. 

İlk durak neresi olsun derken  gelen telefon ki tam zamanında geldi, Yatağan üzerinden Marmaris Ören'e kırdık direksiyonu. Denize nazır, kapı komşumuza nefes mesafemizi koruyarak konumlandık.  Zaten tarih itibarıyla, "bin kişiydik yaz ortasında, Ekim'de bir kaç karavancı kaldık başbaşa" modu hakim her yerde. Bir iki ileri geri yapıp şöyle bir iki döndürdük Mavişi ki, hem yemek hazırlığı hem de uyumak için uygun konumu bulalım. Bence hazırız. Manzara deniz derya.

Gece...
Hemen bisikletleri çıkarıp, çevreyi tanıyalım turu yapmaya niyetliyiz. Önce komşulara bir "merhaba": Güler yüzlü insanlar. Bir iki gün diye gelmişler 20 gün olmuş. Emeklilik güzel şey...  Yarın göçmen kuşlar misali güneye devam edecekler, hedefleri Fethiye. Çevre, bakkal, taze ekmek, deniz, duş derken ayrılıyoruz yanlarından. Ören düz... Alabildiğine düz. Termik santral ve liman sonrası 8 yıl koya gelmeyen balıklar tek tük de olsa gelmeye başlamış. Mahallenin Atatürk tişörtlü, uzun saçlı, keçi sakallı abisi ile ertesi gün tuvalet sırası beklerken tanışacağız, balıkların küskünlüğü, mercan buğulama, balıkçı kardeşler, onlardan alınacak balıklar hangi yöntemle alınır ve kaça alınır hep ondan öğreneceğiz. Ah Levent abi... Sen ne güzel bir "atan ama tutan" bir adamsın. Kendi dedi, ben yayancısıyım! Ertesi sabah elinde balık torbası 3 tekerlikli bisikleti ile gelecek yanımıza, sohbete doyum olmayacak. Henüz tüm bunları bilmiyoruz tabi. 

Kısa bir tur sonrası Maviş'i geceye, masayı rakıya, kendimizi keyfe hazırlıyoruz. Hava mis... Ekim sonu demeye şahit ister. Geç kalmıyor martılar. Manzaranın önemli bir bölümünü oluşturan koy ve Balıkçı Barınağı da şahit listesine yazdırıyor adını. Ayı unutmamak lazım... Yakamozları.. Kedileri ve bu gece bize bekçilik edecek "sarışını"... Hepsi yarışıyor birbiri ile... Kazananı belli bir dava bizimkisi.

Masayı kurduk. Sen ne güzel bir adamsın diyorum. Sen de çok güzel bir kadınsın diyor. Bir filmin içindeyiz. Senaryosunu kendimiz yazdığımız gece yarısı yakamoz denize düştüğü anda çekilecek olan sekans içinde yitip gitmek üzereyiz mutluluktan. Bu kadar mı sahici olur her şey. Yakamoz bile süzülüp de denizin içinden masamıza kadar geliyor. Ve motor!

Yemek sonrası, marinayı keşfetmek için bisikletli bir tur daha yapıyoruz. Büyük turuncu market kapalı. Marina içinde kışı geçirecek olan tekneler ıssız bir film setini andırıyor. Sessizliğin içinde bisiklet tekerinin parke taşlı yolda çıkarttığı ses öyle ritmik ki, denizin şırıltılı dalga sesi ile de uyumlu üstelik, bir de buna sahil boyu uzanan ağaçların hafif hafif esen rüzgarın gazına gelen yaprak sesleri, evsiz kedi miyavlamaları ve elbette ara ara güçlü ve insanı kendine getiren bir davul vuruşu gibi patlayan köpek havlamaları eklenince... Doğanın senfonisi içinde yitip gidiyorum. Evet tahmin edileceği üzere yol arkadaşım kayıp... Yoksa ben miyim kayıp olan? 

Öyle uzaklaşmışım ki evler bitmiş, insansız, ışıksız, ıssız sahil sahasında bir başıma, ay ışığında gitmişim de gitmişim... Yalan değil içim ürperiyor  o andaki sessizlikten... Yalan değil kalbim çarpıyor hızlı hızlı... Yoksa ben karanlıktan, sessizlikten... Yok yok korkmuyorum. Yaptığım fren ve sert bir dönüş ile gerisin geriye pedallıyorum. Hızlı ve nefessiz. 

Işıkların arasından süzülüp gelen bir kahraman edasıyla yaklaşıyor sevdiğim adam. Yol arkadaşım, sırdaşım, ben ne zaman endişelensem yüzünde oluşan o gülümseme... Asla endişeli değil, meraklı sadece... Yine bakıyor gözlerimin içine cümlesi belli "şu telaşın öldürecek seni" Yeniden yanyana, ağır, aksak pedallıyoruz. Biz #yolda2yolcu... Biz birbirine ekleyip de hayatlarımızı bir hayali gerçeğe dönüştüren... Biz biraz buruk, biraz kırgın, bolca gözyaşlı, ara ara aşklı ve sevdalı geçmişi bırakıp da ardımızda, biz birbirine güvenen, geleceğe gülümseyen yol arkadaşları... Güzeliz be... Valla diyorum bak! 

Sabah... 
Gecenin sessizliği telaşesi kendinden bir güne daha bırakmış yerini. Gelenler, gidenler, yoldan geçenler... Elinde ekmeği, simidi, balığı, torbası, market arabası, torunu, oltası... 29 Ekim sabahına uyanan pek az insan var gibi... Komşu bayrağını asmış bile. Karşı komşuda da bayrak var... Üzülüyoruz unuttuğumuza... Neyse ki büyük marketler var. Hem spor da olur... Doğru limana. Önce tuvalet sırası. Daha Levent abiyle tanışacağız. Onda da Atatürk tişörtü var. "Denize girmezmiş bu mevsimde" diyor. Alaycı bir sesi var, karşısındaki kadın gülümsüyor. Levent abi devam ediyor "Ulan bu mevsimde bulmuşsun bu güzel havayı, deniz desen şahane... Söylemek istemiyorum ama böyle havaları değerlendirmeyenler... " dedi ve sustu. "Bence ahmak" dedim. Orta yaşın biraz üzerinde olduğunu tahmin ettiğim Levent abi de karşısında oturan kadın da kahkahayı patlattı. "Demiyeyim demiştim ama siz iyi ki dediniz" dedi. Gülümsedik karşılıklı. Henüz onun Levent abi olduğunu bilmiyorum tabi. 

Kahkahalar devam ederken Maviş'e doğru yürüdüm. Temiz havayı içime çektim. Tanımadığım ama aşına olduğum yüzlere, seslere, kedilere, köpeklere, martılara, arılara selam ettim. Bisikletleri alıp marinadaki turuncu büyük markete gideceğiz. Komşularımız uyuyor belli... Sessizce pedallıyoruz. sahilden... Denizin kokusunu içimize çeke çeke. Niyetimiz öğlen gibi yola koyulmak, sabahın erkenine göz kırpışımız ondan. "Yaşımız genç, heyecanımız yüksek" yeni yerler keşfetmek ama sefasını da sürmek istiyoruz. Yani genç dediysek o kadar da değil! Marinaya yaklaşınca demir kapının oradaki tümseye takılıyorum, ileriye bakacağım diye, neredeyse düşmek üzereyken fark ediyorum ambulansı. Balıkçı teknesinde balıkçının miçosu ölü bulunmuş, üstelik tekne açıktayken...  Sahil güvenlik orada, marina yetkilileri ve diğer teknelerin sahipleri... Telaşeli bir halin ötesinde endişeli bakışlar yakalıyorum.  Mahallesinin güzel yürekli abisi burada olsa, bu kriminal duruma el atıp meseleyi çözerdi ama biz meseleyi yüzeysel olarak öğrenince merakımızı daha fazla dürtmüyoruz. 

Bayrak kalmamış... Hüzünlü bir dönüş yolunu neşeye çevirme ustasıyız. Ara yollar biçilmiş kaftan. Üstelik her yer nar... Terkedilmiş, sıvaları yer yer dökülmüş, sarı, mavi ve kirli gri renklerin zamanla soyulup ahenkli bir eskimişlik yarattığı evin bahçesinin içinden, demirleri paslı, tuğlaları oyalı bahçe duvarını aşıp da yola sarkan dallar kırıldı kırılacak. Göz hakkı meselesi bence tam da burada işe yarar. Sadece iki tane alıyoruz. Sağa sola derken... Limonlar, mandalinalar, narlar... İç kesimler yer yer inşaatlar, tak tuk tak tuk vurma sesleri, gıcırtı ve gürültü dolu. Hızla sahile atıyoruz kendimizi. Mavişin az ilerisinde komşuların bahçesi sayılabilecek mesafede ağaç altı, yol kenarı bir masa kurumluk yeri gözüme kestiriyorum. Üstelik çimlerin de üstü. "Huuu komşu kahvaltı etmediyseniz sofraları birleştirip sohbeti çoğaltalım mı "diyorum. Memnuniyet ifadesi gecikmiyor. Yumurtalar, peynirler, kahvaltılık salçalar, reçeller, ballar, yeşili siyahı ayrı lezzetli zeytinler derken... Mahallenin Atatürk tişörtlü, uzun saçlı, keçi sakallı Levent abisi üç tekerli bisikleti elinde balık torbası ile barınakların oradan bize doğru yol alıyor. Yol kenarı avantajını kullanıp laf atıyorum. "Deniz bugün nasıl sizce", "Oooo merhabalar efendim. ben buraların atıp tutan, hikaye anlatıcısı, Levent abisiyim, hoş geldiniz bizim köye" diyor. Sonrası kahkaha tufanı... Buyur ediyoruz, gideceğim diyor. Otur bir çay iç diyoruz, evde bekleyenler var diyor... Diyor ama konu da konuyu açıyor, hikaye başka bir hikayeye bağlanıyor. Sohbet uzuyor da uzuyor. Ören'e 15 yıl önce yerleşmiş, o zaman poşette balık olmazmış, sahilden atarlarmış kovayı denize, balıklar teker teker girermiş içine, yettiği kadar olduğuna kanaat getirdiklerinde denize teşekkürlerini eder, alırlarmış balıkları kovadan direk ızgara üstüne. Biz de balık alsak diyoruz, bir atmışlık boyu ile iki metrelik balıkçı Orhan'ı nasıl dövdüğünü anlatıyor. Sağlam döverseniz balık bedava, öyle bir iki tokada 1 kilo balık için epeyce para ödemeniz lazım diyor. Çakır gözlü balıkçı Atatürk lakaplı Orhan abinin abisiyle maceralarından tutun da marina yapılırken küsüp giden balıklara, termik santral yüzünden meyve vermeyen zeytinliklere, Bodrum'dan gezmek için gelip de buraya aşık olan "siz evi satın, eşyaları arabaya yükleyin, akşama burada olun, ben ev bulup hemen alıyorum, bu gece burada uyuyacağım" diyerek oğullarına direktif veren zenginin hikayelerine kadar onlarca hikayeyi bir çırpıda anlatıp, "29 Ekim törenine geç kalmayın sakın" diye buluşma noktasını da tarifleyip geldiği gibi usul usul ayrılıyor yanımızdan. Bize yol üstü bir yer tavsiye etmeyi de unutmuyor uzaklaşırken. 

Öğlen okunuyor... İyi ki... Saatler su gibi akıp geçmiş. Toparlanmaya başlıyoruz. Karşılıklı memnuniyetler, yolda karşılaşma ümitleri, telefon alıp vermeler derken neredeyse 1 saat daha oyalanıp, planladığımızdan 2 saat sonra ancak toparlanıp yola çıkıyoruz. 

Sis izin verse muhteşem bir karşı kıyı manzarası ile veda edeceğiz Ören'e. Yine de ediyoruz kendi bildiğimizce, Levent abinin bira tavsiyesinin altı  çizilmiş halini anlıyoruz manzarayı görünce. Yolcuyuz, bir birayı paylaşıyoruz dilimiz ıslansın diye. Alatepe üzerinden, sislerin içinden, sol yanımız orman sağ yanımız deniz olan rüya yoldan Akbük'e gidiyoruz. Kıyı şeridine yaklaştıkça manzara da doğa da deniz de bir başka güzel, bir başka yeşil, bir başka mavi oluyor. 

***

Arkası yarın tadında: Havam 1500... Kocam bana Bük Kapatmış!

29 Kasım 2019

Müzeler, Sokaklar ve Son Akşam Yemeği

Bu an hiç gelemeyecek sandım... Bitiremediğim diğer gezi notlarından biri olacak diye de epey dertlendim ama şükür ki bu günü gördüm. 

Tiflis gezisinin en güzel zamanlarından biri de kesinlikle sokaklarında avare gezmek ve müzelerinde soluklanmak oldu. Geziyi planlarken son günü Gürcistan Ulusal Müzesi ve MOMA Tiflis'de geçirmeye karar vermiştik. Sabah erkenden yine meşhur caddedeyiz. Bu cadde üzerinde dükkanlara bitişik döküm heykellere hayran olduğumdan eksik kalan bir kaçı daha tamamlamak için hep grubun en sonunda kalıyorum. Mesela bir müzisyen grubu var ki kulak kabartsan çaldıkları şarkıyı duyarsın. Duymadım sanıyorsanız yanılıyorsunuz. 




 


İlk durak Ulusal Müze...
Sovyet işgali bölümü herkesin merakı.
Ama önce tarih kısmı gezilecek orada fotoğraf çekmek yasak. 
Tiflis'e iki saat uzaklıktaki Dmanişi kazı alanında bulunan ilk insana ait kafataslarından birinin 1,8 milyon yıllık olduğu söyleniyor. Avrupa dışında bulunmuş en eski kafatası insanlık tarihine yepyeni bir ışık tutuyor. Zaten müzenin  bu bölümü doğal tarih müzesi gibi. 
İnsan tarihini kronolojik anlatan kafataslarının olduğu bölüm en çok ilgimizi çeken yer oluyor. 
Müzede neredeyse 2 saat zaman su gibi akıyor. 
Sovyet işgali bölümü soluksuz konuşmalar üzerinden geziliyor. 
Mücevherlerin olduğu bölüm ise doyumsuz seyirlikle sunuyor. 
Bazı parçalar o kadar iyi durumdaki, bugün yapıldığına yemin etseniz başınız ağrımaz. 




İkinci ziyaret MOMA Tiflis.
Gezinin en sevdiğim fotoğraflarından birini burada çekiyorum. 



MOMA büyük bir müze, zaman su gibi akıyor. Yorucu ama tempolu bir ritmle 5 katlı oldukça büyük müzeyi keyfi katmerleye katmerleye geziyoruz. Şansımıza Tiflis Devlet Sanat Akademisi Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerinin mezuniyet sergisi var. 





Charlie Chaplin Tiflis'de olsa nasıl olurdu diye düşünen Zurab Tsereteli 40 yıl boyunca resmediyor Chaplin'i. 20. yüzyılın ortalarında, Tiflis'te açılan İtalyan Opera Binası ve tüm şehrin opera aryaları söylemesi etkiliyor Tsereteli'nin sanatını. Daha sonra herkesin iyi hissettiği bir dünya olan sirk de şehre gelince yetişkinler ve çocuklar aynı sevinç zamanında buluşuyor. Tsereteli tüm bu hayranlık duyduğu olayları Chaplin'i de işin içine katarak tablolarını yapıyor. Sergi ve elbet sonunda Tsreteli'nin yaşamından kesitlerin sunulduğu fotoğraf albümü zamanın nasıl akıp geçtiğini unutturuyor. Yaklaşık 3 saat kaldığımız müzeden acıkmış olarak ayrılıyoruz. İstikamet eski Tiflis. 


 ,










Tiflis'de son günümüz. Sokaklar güzel. Hava desen o da güzel. Biz? En güzeliz. Yürüyoruz. Aklımız Tiflis'in metrosunda. İyi ki kalmış... İniyoruz. Derine, daha derine. Yerin 7 kat altına. İniyoruz. Bitmek bilmeyen bir tünelin ışıksız sonu ile karşılaşmak nasıl bir duygu bilmeden. Fotoğraf çekmek yasak. Buruk bir tat kalıyor keyfimde. 



Eski Tiflis... Sen ne güzel eskimişsin böyle... Yoksa hep mi eskiydin. Heykeller yine yeniden alıp götürüyor beni. Bir tanecik alabilseydim. Alamıyorum. Alamayacağımı bile bile çaresiz bir hevesle sanat dükkanlarında alıyorum soluğumu ve geri veriyorum her bir tanesine uzun uzun bakıp hayaller kurarak. Bir tanecik alabilsem, şu küçük olanı. O atlı olanı. Kadınları bari... Alamıyorum. Zaten her şey o metroya inişte çekemediğim fotoğraf yüzünden oldu biliyorum. Keyfimin burukluğu giderek artıyor. Ama sizi temin ederim ki Tiflis sokaklarının iyileştirici bir etkisi var. Vallahi de var billahi de var. Gidin kendiniz hissedin bence.  




Yolumuz belli Jan Shardeni sokağı tavaf edeceğiz. Bu günün sonunda o buruk tat yerini katmerlenmiş bir hazza bırakacak. Öyle kızgın kum, soğuk deniz hissi değil aradığımız. Biraz jazz, bir kadeh kırmızı, biraz şıklık, hatta biraz şımarıklığa ihtiyacımız var. En azından ben öyle bir ruhla arşınlıyorum sokakları... Evet anladınız, bir yanım fena halde serseri... Dolaşıyoruz sokaklarda. Gözüme bir yer kestirdim bile. Henüz kimseye bir şey demiyorum. İş bana kalırsa, ki kalır genellikle... Cevabım hazır, "eee nerde yiyoruz" diyecekler bana, ben de sanki yüz kere Tiflis'e gelmiş de gurme bir lezzeti dekorasyonundan tanıyan havalı gezgin edasıyla  "tabi ki Organique Josper grill bar'da" diyeceğim. Hazırım yani... Çok ama çok hazırım. 



Tiflis için kıymetli bir kadın tiyatro sanatçısının sahnelediği karakterlerden oluşan heykelleri anlatan rehbere kulak kabartıyorum. Oyunları, oyunlardaki karakterleri anlatıyor uzun uzun. Topluma yansımalarından söz ediyor. Baya bildiğin sanata övgü söz konusu. Yüzümde müstehzi bir gülümse. Kendime, bize, bizdeki sanatçıya sahip çıkılma halinin yarattığı hale bu alaycı gülümsemem biliyorum. Aslında içimin acıyan yanına kamuflajı basıyorum. Bence gayet iyi idare ettim. Türklüğümün bana verdiği gururu sahnelemem on üzerinden 11... Belki zorlasam 12 olacak ama o kadar da büyük oynamıyorum. Sonuçta eğitimini almadığım bir sanatın sahneye zorla itilmiş yoldan geçeniyim. Rehberin yanından usulca ayrılıyorum. Alkış falan da kopmuyor. 




Parkı geride bırakıp, tiyatro üzerine yaptığımız sohbeti, biraz da soluklanmak için oturduğumuz banklarda, sıradaki başı kalabalık heykeli de görebilmek için uzatıyoruz. Ankaralar, ASTlar, İstanbullar, devlet tiyatroları, geçmiş yıllar, oyuncular, ah bir kez sahnede izleyebilseydim serzenişleri. ben seyrettim çalımları... Derken çekik gözlü herkese yapıştırdığımız Japon olma ihtimali yüksek grubun ardından ve yaklaşık 40 fotoğraf sonra, sıradaki heykelin başında toplanıyoruz. İlk tostçu... Yok ya değildir, ilk şarapçı... Olur mu canım her halde olsa olsa Tiflis için kıymeti var da "google" bilir inşallah diyerek hedefe kitleniyoruz. 



Tam da resmettiğimiz gibi oluyor. Tam da hissettiğim gibi. Kadehler kalkıyor, geride kalan günlerin, yerlerin heykellerin, müzelerin, yemelerin, içmelerin kritiği yapılıyor. Sohbet öyle derin, öyle güzel ki.. Tatlıya yer vermesek ayıp ederiz diyoruz. Ona da yer açıp kahveyle şımarıklığı taçlandırıyoruz. Güzeliz... Öyle böyle değil... Çok güzeliz... Her birimiz, bir diğerinin varlığına ve bu gezideki katkısına selam ediyoruz. Yüreklerimiz sımsıcak bir geziyi daha geride bırakıyoruz. Döner dönmez planlarına başlayacağımız 15 günde "Devri Orta Avrupa Turu" için heyecanımızı ateşliyoruz.