05 Nisan 2022

Seldili Köyü’nün Deli Ayten’i

 



1965 / Mayıs

“Çemberimde gül oyaaaa sevmedim doya doyaaaaa…*”

Her sabah neşeyle uyanır, beline değdi değecek kalın telli inadına siyah saçlarını anasının ördüğü kerpiç duvara yaslı, köşesi kararmış orta yerinden 5 parçaya ayrılmış pembe plastik çerçeveli aynasına bakarak tatar,  bir türkü tutturur, yaz kış  demeden camı kapıyı açar evi havalandırır, pencere önüne dizili, az güneş alıp, çok çiçek açan bitkileriyle konuşup, dertleşir, sırrı falan varsa yapraklara doğru eğdiği başını hiç kıpırdatmadan sokağın köşesini gören, tek oda tek göz evinin penceresinden, gözünü yoldan ayırmadan, geleni gideni tedirgin bakışları ile kollarken, kısık sesi ile sırrını mırıldanır, gözüyle her birini teker teker sevip, sularını dikkatle, özenle, şefkatle ihtiyaçları kadar verip, iki fincanlık şekersiz kahvesini içer, bedenini örten Sümerbank pazeni bol elbiselerinden birini giyip kendini sokağa atardı: Deli Ayten…

Elleri dert görmese, yüreği ezilmese, aklını yitirecek kadar bedenine  hor davranılmasa, kıymeti yeteneğinden, kadınlığından, insanlığından, bahtı kara çanak, yanakları al elma, ilk baba elinde, sonra abi elinde, sonra bakkal Hüseyin elinde, elden ele dilden dile deliren, kökü bereketsiz, bedeni kuru, kadının kurdu 14'lük Ayten. 

Seldili Köyü'nün yarım akıllısıydı Ayten, yüzü her şeye rağmen gülerdi, hüznü derinlerinde, acısı en saklısında, öfkesi kuytusundaydı Ayten'in. Bir de çolak Hüseyin vardı, onda hiç akıl yok derdi köylüler. Ayten'nin aile bir sebeple aniden köyden şehre bir gece yarısı göçünce, sapsız üzüm gibi bırakıverdiler Ayten'i kaderiyle bir başına. 17 yaşındaydı daha. Yürürken hafif yelde salınan ıhlamur gibi, kokusu yayılırdı etrafa. Hüseyin'le bunu evlendirecen, belki ters teper  akıllı olur soyları deyip dalga geçerdi köylüler. Konuşacak başka konuları kalmayınca sararlardı Ayten'le Hüseyin'e. Köye sonradan gelen Nevşehirli aile o zamanki muhtarın da baskısı ile kira niyetine üç kuruş sıkıştırdı Ayten’in eline. Kötü niyetten değil de, yoktu onların da çaresi. Bir göz oda, bir ocak, bir de bahçedeki tuvaleti bıraktılar, leğeni vardı bir tane çocukluğunu bilen, hem kendi hem çamaşırı için onu kullanırdı. Tuvalete koydu leğenini, taharet bezlerini ve zeytinyağ sabunu, Ayşe Abla verirdi sabunlarını, o da karşılığında ona yanık bir türkü okurdu. Odanın sol köşesini mutfak yaptı kendine. Anasından yadigar camı kırık kuzineli sobayı koydu, bir bezle iyice temizledi sağını solunu. Elde kalanlara baktı; iki tencere, bir - iki ağzı yamuk bakır kap, iki tahta kaşık birinin ucu diğerinin sapı kırık, iki çatal birinin dişi eksik, üç çorba kaşığı hepsini bir güzel yerleştirdi. Bahçeden bulduğu kasaya kuru erzaklarını doldurdu. Odanın diğer köşesine yatağını kurdu. Beş yorgan verdiydi Gülsüm abla. Birinin ucu fare kemiriğiydi ama önemsemedi, kemirik olanla kaba olanı yatak niyetine alta koydu, tam yastıkları yerleştirecekti ki, sarı ter izlerinden lekeli yastığın ikisini de söktü, koyun tüylerini çırpmak için önce odaya yaydı, içeride adım atacak yer kalmayınca, kendi dokuduğu çaput kilimin üzerindeki tüyleri savurmadan, özenle kapı önüne serdi. Elinde çubuğu, dilinde türküsü, biraz çırptı, sonra yastıkları yeniden doldurdu. Göğsüne ilikli torbasından ip ve iğne çıkardı. Annesi ne çok kızardı, orasına burasına çengelli iğne ile tutturduğu bir kumaş parçası içindeki iğnelerine. Yastıkları özenle dikti, bir türkü daha çığırdı. İyice kabarttı yastıkları, sevdiği gibi, bulutlar üzerinde uyuyacaktı başı. Yorganlara üşendi. Eliyle bir iki düzletti. Yangında kendinde önce kurtaracağı kumaş ve iplikleri, daha temizce olan başla bir sandığa yerleştirdi. Renklerine ve desenlerine göre ayırdı. Onlarla bir süre konuştu. Tüm dertlerini bilirdi kumaşları, tüm gözyaşlarını o iplere sıralardı. Kapı eşiğine durdu, pencere kenarındaki çiçeklerine, evinin yeni düzenine uzunca baktı. Bir şey eksik dedi, bir şey? Radyosunu Gülsüm abladan istedi, kara radyoyu, iplikle diktiği askısından duvardaki kaba çiviye astı, radyosunu türkü çalan istasyona ayarladı. İşte şimdi her şey tas tamam ve olması gerektiği gibiydi. 

Evin geri kalan avlu ve dört odasına bir güzel, ferah ferah yerleştiler Nevşehirliler, eski muhtarın uzaktan akrabası olmasalar köylü içine almazdı ya onları.  Onlara pek üzülmüştü Ayten, hele de Ümmügül'ü görünce. Gülsüm abla 30'lü yaşlarında 5 çocuk anasıydı, yüzünü görsen 50 derdin, öyle çökmüş, öyle derin çizgilerle bezenmişti ki yüzü, gülüyor mu ağlıyor mu anlamazdın. 3'ü erkek biri yatalak iki kızıyla nedenini bir tek muhtarın bildiği bir sebepten kocasının kararı ile göçüp gelmişlerdi doğdukları topraklardan. Köylü durur mu cadı kazanına atıverdi aileyi, dedikodular aldı yürüdü. Nevşehirliler hiçbirine kulak asmadı. Dertleşmedi, anlatmadı. Sır sırdı. Akan derelere, dağlara, taşlara bile söylenmeyen büyük  bir sır. Gülsüm abla Ayten'e, Ayten Gülsüm ablaya kıyamazdı. Gülsüm bir kendi yatalak kızına bakar ağlar, bir Ayten’e bakar daha çok ağlardı. Hiç gözünün yaşı durmazdı gözünde. Hüznünde boğulurdun baktıkça yüzüne.  

Neyse ki Nevşehirli Ali, adam gibi adam çıktı da Ayten'e musallat olamadı kimse onlar eve yerleştikten sonra, ilk zamanlar gece karanlığı çökünce yoklama çeken bir iki delikanlıyı elinde sopa ile kovaladı diye dedikodusunu yaptılarsa da, en son geleni tüfekle karşılayınca, sus pus olup, kayboldular Ayten’in yakınından yöresinden. 

Ayten her ayın 7’sinde, Ali'yi beklerdi bahçedeki dut ağacının altında, heyecandan elleri titrer, gözleri sulanırdı, eline tutuşturulacak kuruşları sayar, sevinçle havaya zıplar, soluğu kasabaya giden minibüste alırdı. Kasabalı da bilirdi Ayten'i. Envai çeşit ip ve metrelerce kumaş ile köye döner, 3-5 gün çıkmadan evden, nefes bile almadan hatta, bir nevi deli işi kanaviçesini işler, kendine yepisyeni bol bol bol çok bol elbiseler diker ve sonraki kiraya kadar elinde süt güğümü, evden eve dolanıp, baharsa çiçek, kışsa kuru yaprak dağıtırdı Ayten. Ne yerdi ne içerdi bilen olmazdı. Tuvaletin yanında kalan ikiye iki toprak alana, bir de penceresi önündeki kolu kadar genişlikteki toprağa bir şeyler ekip dururdu. Muhtar bir de aylık bağlattıydı Ayten’e. Onunla da ekmeğini, nohutunu, pirincini, ununu alırdı Ayten, Nevşehirlilerin Celal yardım ederdi Ayten’e, Babası tembihlemişti, kimse kandırmasındı Ayten’i. Celal bir iki vazgeçecek oldu, diğer çocukların dalga geçmelerinden yılıp ama anası “senin kardeşin olsa yol üstünde mi koyacaktın, damımız varsa o kızın suyu yüzü hürmetine” derdi. Gülsüm Ayten'le hikayesinin benzerliği karşısında şaşırmış, delirmemiş olmasına sevinmişti de, Ali işte, Ali sahip çıkmasa, eş diye almasa, köylüsünün sesini kısmasa, belki kendi de delirecekti zamanla. 

Becerikliydi Ayten, tuvaletin diğer köşesine yolu gören 1,5 kişilik sedir bile yaptıydı, yorganlardan birini sedire minder yaptı hem de sırtlığı falan, kral koltuğu gibi yüksek ve heybetli, gören keyfe bak deyip kıskanırdı Ayten'i. İki tavuğu vardı Ayten’in, karşı komşunun horozu ile pek sıkı fıkıydılar. Onları kaybetti mi katıla katıla gülerdi Ayten, zaten o gülüşü çıkarttıydı adını deliye, ne gülmek ama, tavuklar ne ara kaybolsalar, horozun yanında bittiklerinden, Ayten komşunun bağırışına kulaklarını kabartır, komşu elinde sopası ile tavuk kovalarken, Ayten onları oturduğu yerden seyreder, üç köy öteden duyulan kahhakalar atardı ki, birkaç kez düşmüşlüğü bile olduydu bahçedeki sedirden. Tavuklarına isim takmıştı Ayten, Zarife ve Huysuz. Huysuz karaydı, kavgacıydı, kıskançtı, kedi sokmazdı bahçeye, horoz gibi bir şey bu derdi soranlara. Zarife öyle miydi, görsen uysal bir kedi sanırdın, gelip kendini sevdirirdi Ayten’e, hele de Ayten üzgün dönmüşse elinde güğümü ile. Akşamüstü Zarife'yle ikisi otururlar sedirde, geleni geçeni seyrederlerdi birlikte. 

Her köyde okul, her okulda öğretmen olan zamanlardı. Saygındı öğretmenler, aydınlık bir Türkiye hedefinin öncüleriydiler. Tazecik dimağları, onurlu duruşları ve inançlarıyla, gittikleri ücra köylere bile ışık götürürlerdi. Nevşehirlilerin köye taşındığı günlerde köye yeni mezun öğretmen olarak atandı Mesut. 22'sinde yağız, çelimsiz, çakır bakışlı, dimdik bir delikanlıydı, güleç yüzlüydü. Köylü bir ailenin ilk okuyanıydı. Ne yollar, ne dağlar, ne karlar aşmıştı yatılı öğretmen okulunu kazanana kadar. Tayin zamanı neresi çıkarsa çıksın aynı hevesle gideceği köylerde ne yapacağını listelemişti bir bir. Gün gün ay ay sıralıydı işleri. Her işin karşısında kimlerden yardım alacağı, devletten destek alıp alamayacağı, banka kredi koşullarına varıncaya kadar ayrıntılar bile yazılıydı. İlk toplantıyı muhtarla yaptı, okul binasını gezdi, eksikleri çıkarttı. Sınıfları belirledi, sonra günlerini, sonra ev ev gezip kayıt yaptırmayan okul çağındaki çocukları buldu. Muhtar iyi adamdı, hevesliydi. Köyün kalkınması için yapılabilecek projeleri uzun uzun konuştular, köyün ileri gelenleri, ağaları ile görüştü. Muhtarın okuttuğu bir oğlu vardı, şehirdeydi, doktor çıkacaktı. Gözleri dolu dolu anlatırdı. Dile kolaydı, köyün avukat olmuş İbrahim'inden sonra doktor çıkacaktı Seyfi. Bir de Kızılcıklıların Ramazan vardı, öğretmen olacaktı da çatışmada vuruldu diye duydulardı. Mesut bir yandan köyü tanıyor bir yandan gecesini gündüzüne katıp hem çocuklara hem köye fayda sağlayacak hangi kapı varsa tek tek çalıyordu. 

Mesut Öğretmen bir kaç yıl sonra tohum bankası oluşturdu, yerli ve ata tohumlarla yapılan ekimin önemini köylü de kavrasın diye köye uzmanlar çağırdı, üniversiteden hocalar. Köye kooperatif kuruldu, muhtar akıllı adamdı onunla bir olup kadınları örgütledi, köyün ileri gelenleri ile toplantılar düzenledi, aracıları ortadan kaldıracak bir sistem kurdu, bu durum aracıları epeyce kızdırdı. Köyde su sınırlıydı, kuru tarım anlattı, uygun ekim yapmak için pilot uygulama tarlaları belirledi. Krediler buldu, köylüyü de çok borçlandırmadan, bazıları geri ödemesiz krediler buldu. Sevildiği, takdir görüldüğü kadar, nefret edeni de oldu tabi. Ne de olsa, üç beş kişinin hüküm sürdüğü topraklar ve ağalık mertebeleri değişime yenik düşmek üzereydi. Sabah uyanınca teşekkür niyetine çiçekte buldu kapısında, küfür niyetine mermi de. Vazgeçmedi Mesut Öğretmen, bilinçli, kavgadan uzak uzlaşmacı diliyle, neredeyse öfkesi sıfır bir tonlama ile köylüye değerini, toprağının gücünü, emeğin karşılığının ancak bilinçli kararlar ile olabileceğini yılmadan anlattı. Bazen öyle olurdu ki köyün iki kahvesinden birine oturdu mu, yıllarca kavgadan ayak basmadıkları diğer kahveden çıkıp gelirlerdi köylüler “ne anlatıyor” merakıyla. Sımsıcak gülümseme ile karşılardı Mesut Öğretmen her birini. 

Uğraşlar karşılığını buldu. Köyün yolları yapıldı, meydandaki büyük anıt çınar ağacının tescili, köyün ve civarındaki doğa harikası şelalelerin, derelerin, kamp yapılacak ıssız ormanların meraklı gezginlerce keşfedilmesini sağladı. Öyle ahım şahım bir tarihi yoktu köyün ama doğası ve gelenekleriyle varlığını kendine özgü değerleri ile sürdürmeyi başarabilirdi. Hatta o yıllarda bilinse kesin “cittaslow” a aday bile olabilirdi.  Köyün yüzü gülmeye başladı, çehresi değişti, yeşerdi. 

Kadınlar köyün tek odun fırınında yaptıkları ekmekleri, tarhanaları, salçaları, reçelleri satmaya başladılar. Yılda bir kez hasat sonrası ekin bitti eğlencesi düzenleyip, haşhaşlı gömbe günü yaptılar, seslerini neredeyse tüm Türkiye’ye duyurdular. Akın akın gelenlere kalacak yer olmayınca, evlerin bir kısmı pansiyonlara çevrildi. Sokak başına iki tabure koyan,  közde kahve, semaverde çay, sac üstünde gözleme, elde avuçta ne varsa, ne elden geliyorsa, güç neye yetiyorsa satmaya başladı. Günler günleri kovaladı, duyanlar duymayanlara anlattı, gelen tur otobüsleri için tarlalar otopark fedailerine satıldı. bazı köylüler kolay yoldan para kazanmanın tadına vardı. Herkes birbirini kıskanıp daha çok nasıl kazanırım sevdasına düşünce, mısır kaynatanlar, börek açıp satanlar, domates suyu, salçası, reçeli derken, kantarın topuzunu kaçırıp üretmediğini de satmaya başladı. Köylü tercihini emeğe ve çok çalışmaya dayalı yerel üretim yerine endüstriyel üreticilerden yana yapıp, Mesut Öğretmeninin yeşertmeye çalıştığı ruhu şeytana sattı. Köyde yetişmesi mümkün olmayan karadut şerbetleri boy boy, şişe şişe tezgâhlarda yerini aldı. Kahvaltıya tarhana çorbası bulamayan köylü, 58 çeşit ürünlü köy kahvaltılarını geleneksel Seldili Köyü kahvaltısı olarak yer sofralarında, sedirli ahşap masalarda satmaya başladı.  10 yılda varılan yol, çıkılan yoldan çok farklıydı. 

Mesut öğretmen görevinin beşinci yılında, yarattığı canavarı görmeden, geride bıraktığı güzel şeylerle duyduğu gururla, tayini çıkan yeni köyüne doğru, yeni umutlar ve heyecanlar ile yol aldı. Ayten, Mesut öğretmen köyden ayrılacağı vakit çok ağladı. Öğretmene yapılacak veda yemeğinde, elinde güğümü ile çıka geldi Ayten, dilinde türküsü,

“Ayrılık hasreti, kâr etti cana… Kâr etti cana… Seher yeli sevdiğimden bir haber*”

Mesut öğretmene doğru yöneldi Ayten, sır gibi sakladığı kanaviçelerinden bir tanesini süt güğümünden çıkarıp, geldiği gibi,

“Ayrılık derdine nedir çareler…*”

Diye diye gözden kayboldu Ayten.

Mesut öğretmen elinde tuttuğu kanaviçeye uzun uzun baktı.

“Deli işi dedi.”

Güldü köylüler.

“Eeeee deli dedik de inanmadın bize be öğretmen” dedi Koca Muhtar.

Mesut öğretmen çolak Hüseyin ile Deli Ayten’e sahip çıkmıştı. İkisi de köyün delileri olarak bir daha dert yüzü görmedi. Çocuklar Hüseyin’le dalga geçmeyi, gençlerse Ayten’e yan gözle bakmayı.

“Bak benden sonra sana emanet Ayten ve Hüseyin, yüreği güzel çocuklar onlar, koru kolla onları, kurda kuşa yem etme bir daha.”

Muhtar, Mesut öğretmene verdiği sözünü tuttu, Ayten ölünceye kadar ona babalık etti. Nevşehirliler de sağ olsunlar Ayten’i hiç yalnız bırakmadı. Hüseyin bir gece kayıplara karıştı, Hüseyin’den bir daha hiç haber alınamadı, köylü cinlere karıştı dedi durdu.  Ayten, Mesut öğretmenden sonra her gün elinde süt güğümü kapı kapı gezmeye devam etti. Köylü Ayten’i bir daha hiç üzmedi, incinmesine izin vermedi. Bir gece kuru yorgan yatağında sabaha karşı geçirdiği kalp krizinden kurtulamadı. Cılız ve soğumuş bedenini Celal buldu.

Muhtar, 13 yıl aradan sonra Ayten’in cenazesi için köye gelen Mesut öğretmeni tabiri caizse davul zurnayla karşıladı, Mesut köy meydanından geçerken, tezgahlara göz gezdirdi de görmez olaydı. İçi burkuldu. Düzene yenik düşen hayallerle yüreğinde bir yer acıdı. Birkaç köylü ile selamlaşıp, bir kaçı ile kahvede sohbeti koyulttuktan sonra, Muhtarla birlikte doğruca Ayten’in evine gittiler. Muhtar, tek göz odanın içinde üst üste alt alta neredeyse on sandık dolusu kanaviçeyi gösterip, "bunlar senindir" dedi.  Mesut “ne yapacağım bunları” dese de, Muhtar “senindir, al bunları ne olacak bu çaputlar, kimse yüzüne bakmaz bizim buralarda.” deyip konuyu kapattı. Nevşehirlilerin Gülsüm, ara ara yemek götürdüğünde Ayten’i kumaşları işlerken görür, pek beğenir, bu kız bunları bu kadar ince, bu kadar karmaşık nasıl işler akıl erdiremezdi, anı olsun diye içlerinden bir tanesini öğretmenden rica minnetle aldı. Ricaya minnete gerek yoktu da, Mesut Öğretmen, öğretmendi ne de olsa. Ona karşı yanlış yapmak istemezdi Gülsüm, saygısı da sevgisi de başkaydı öğretmene, kızının etleri yara olmasın diye havalı yatak denen şeyden buldurup getirtmişti köye. 

Muhtara misafir olan Mesut öğretmen yanına aldığı on kadar kanaviçeye  tek tek baktı sabaha kadar, her biri bir öykü anlatır gibiydi, her biri bir çığlık, bir umut, bir aşk. Bazılarını evirdi çevirdi gene de anlatmak istenilenleri anlayamadı. Şehre dönünce, onları bir kamyonet ile köyden aldırdı, arkadaşlarıyla kafa kafaya verip, köydeki kız çocukları için ne yapabileceklerini, bu eldeki neredeyse bin parça kanaviçeyi pul etmeden nasıl değerlendirebileceklerini konuştular. İçlerinden bir ikisinin yurtdışına gönderme fikri cazip geldi, bir çözüm bulmuş gibiydiler. Denediler.

***

 

2011 / Mayıs

Newyork’ta beş katlı lüks bir mağazanın el emeği katında Türkiye'den gelen onlarca el dokuma halı, kilimin yanı sıra iğne oyaları ve ateş pahasına satılan kanaviçeleri görünce, etiketindeki nota takılmıştı gözüm. Türkiye, Seldili Köyü, Deli Ayten, 1964

Türkiye’ye dönünce, o Eylül köyün yolunu tutmuş, Deli Ayten’in hikâyesini dinlemiş, Mesut öğretmene hediye edilen o 20*50 kanaviçenin Newyork’a uzanan hikâyesine vurulmuştum. Köy o yıllara göre epey gelişmiş, neredeyse kasaba olmuştu. Ne el emeği vardı, ne tarla ne de Mesut öğretmenin hayalini kurduğu kendi kendine yeten köylü. 

Mesut öğretmen o kanaviçeleri o dönem Fransa’ya göçmek zorunda kalan başka bir öğretmen arkadaşına göndermişti, hiç biri bu sonucu beklemese de, kanaviçe öyle bir paraya satılmış ki, hummalı bir çalışma ile tüm kanaviçelere isim ve numara verip,  anlattığı hikâyeleri de kenarlarına not düşüp, başladılar dünyanın önde gelen el emeği ürünler toplayan küçük butik dükkanlar ile görüşmelere, el emeği ürünleri için düzenlenen festivallere  katıldılar. Dünyanın dört bir yanında inanılmaz paralara alıcılar bulan, müzayedelerde açık artırmalarda satışa çıkan kanaviçelerden elde edilen gelirle, kurdukları Seldili Ayten Eğitim Vakfı’na hatrı sayılır bir kaynak yaratarak hem Ayten’in adını yaşattılar hem de kız çocuklarının okumalarına destek oldular.

Mesut, ne ara kendi kendine kalsa, eline dikkat kesilmesi gereken bir iş alıp yapmaya başlasa, dalıp gitse uzaklara, hayallere günlük rutin yürüyüşleri sırasında, otobüs beklese şehrin karmaşasında, Ayten’den duyduğu türküleri bir gün onların da Ayten’in anısını yaşatacağını hesaba katmadan mırıldanıp dururdu. Yıllar sonra kumpasa yenik düşüp pek sevdiği mesleğinden olunca, arkadaşlarının da ısrarı ile kurucusu olduğu vakfa yönetici olarak devam etme kararını aldı, vakıf epey vaktini alsa da, zaman boldu, önce saz çalmayı öğrendi, konservatuara kaydını yaptırdı, oradaki değerli hocalarıyla, aklından çıkmayan, dara her düştüğünde mırıldandığı Ayten’in türkülerini derleyip, vakıf yararına verilen konserlerde sahne almaya başladı.

***

2022 / Mayıs

Merkezi İzmir’de bulunan vakfın Bursa konserine elimde Newyork’tan aldığım kanaviçe ile gidip Mesut öğretmeni bulduğumda neredeyse 80 yaşına merdiven dayamıştı, çakır gözleri halen çakmak çakmaktı, açılış konuşmasını yapıp, köyü, delilerini ve vakfa ismini veren Ayten’in el emeği göz nuru, yürek yorgunu kanaviçelerinin öyküsünü dağ köylerinde çalıştığı zamanlardan kalan siyah beyaz fotoğraflar eşliğinde anlattı. Sadece açılış türküsüne eşlik edip, sahneyi vakfın bursiyerli kızlarına bıraktı. Konser sonunda elimde kanaviçemle yanına gittim, elimden aldı kokladı, ıhlamur kokusu kalmamış dedi, gülümsedi. Hikâyeyi bir de onun ağzından dinledim. Hiç evlenmemiş olasına şaşırdım, yüzlerde kız çocuğuna babalık etmesiyle gururlandım. Vakfın Bursa şubesi için önümüzdeki ay İzmir'de görüşmek üzere  randevu alıp, dilimde Ayten’in türkülerinden biri ile parka kadar uzun bir yürüyüş yaptım.

“Sen ağladın, canım, ben ise yandım. Dünyayı gönlümce olacak sandım…*”

O gece konseri, Ayten'i, Seldili Köyünde yaşam mücadelesi veren Nevşehirli Ali'i, acıları kendine sır Gülsüm'ü düşünüp, yüzümde bir tebessüm ile uykuya dalarken, dünyayı gönlünce yapmak için, emek harcayan, inanan ve yılmayan bütün öğretmenlere teşekkür ettim. En çok da anneme, mesleğinin kutsallığına bir gün bile ihanet etmeden 80 yaşında hala ekonomik durumu olmadığı için okuyamayan ya da ailesi destek vermediği için eğitimi yarıda kalan  çocuklara onları incitmeden yardım elini uzatabildiği için.

 


-----------------------------

Fotoğraf / Ara Güler 

* Çeşitli türkü sözleri

** Bu öykü, yer  ve kişi isimleri tamamen kurmacadır.

*** Anneme teşekkür kısmı yaş hariç gerçek hayattan alıntıdır. Henüz 72 yaşında olan annemin 80’ninde de elini aynı incelikle ve duyarlılıkla çocuklara uzatacağına inancım tamdır. 

**** Öykünün yazılmasına vesile kelimeler;  Çember, Sır, Beden, Deli, Bilinç, Kelime Oyun'nun bulunduğu blog Sade ve Derin dir. / 

30 Mart 2022

Farz-ı Muhal



Sabah erkeni, hiçliğin ortasındaki yokluğunla taşıyor tavana asılı gözbebeğimin sol teki.
Ağlamak değil benimkisi, ölüme eş, biteviye bir sonsuzluk kaplıyor bedenimi,
Diğer gözüm alabildiğine donuk gri.
Her sabah aynı terane,
Cehennemimin kapısında ben sana mecburum diyen şair gibi sergüzeşt bir uyanış hali benimkisi.

Öğlen oluyor, anamın el dokuması kırmızı pötikareli pamuk yaygısının üzerinde
Bir çanak zeytinyağlı pırasa, sevdiğin gibi erikli,
Biraz tere, bahçeden,
Yanında keçi peyniri, Yaylacık'lı Ecir abiden.
Bir rakı koyuyorum tekten biraz fazla,
Sen geliyorsun aklıma.
Çatlak, küçük bir buz yandaki bardağın içine düşüyor bir anda, plof!
Can cana değmeden çekiyorum anason kokusunu ciğerimden içeri.
Yanıyor elbet, yanıyor ama ne fayda.
Cehennemimin kapısında ben sana mecburum diyen şair gibi bekliyorum gelişini her Eylül bu masada umarsızca.

Alaca karanlık çökünce topluyorum masayı.
İki budak bereli yaşı benle ceviz masanın üzerine uzanıyor sağ elim,
Hiç olmamışsın gibi, yaşayıp gittiğim bir güne daha çizik atıyorum, etti mi sana yedi ay yirmi üç çakı çiziği masanın sol tarafında, ustası Agop görse ağlar aylarca.

Kağıt kesiği parmak uçlarımla sana mektuplar yazıyorum, her gece,
Her gece, gece yarısını bir geçe.
Günlüğüme kan damlıyor ilk hecede.
Kıp kırmızı.
Geceyi kaplıyor bir anda, belli ki revanı unutulmuş başka bir zamanda.

Gecenin diğer yarısı yağmur oluyor düşüyor bakır çatıya, sağanağı unutulmuş iki gün önceki o kapkara şekilsiz bulutta.
Yağmur düştükçe çatıya, sesini sesime katıp şarkılar söylüyorum aksak segah makamında.
Günlüğüme kan damlıyor bir kez daha,
Ah geliyor yüreğimin derininden her bir damlada, bin ah oluyor duvarlara çarptıkça.

Masadaki iki öbek kan arasına bir çizgi çekip, buraya kadar diyorum.
Malumun ilanı, hiçliğinin ortasındaki yokluğum oluyor.
Yağmur canhıraş çırpınıyor çatıda.
Bir o yana bir bu yana düşüyor her bir damla, gölü unutulmuş başka bir kasabada.
Gecenin yarısı kan oluyor, revan artık kimin umurunda.

Fazr-ı misal sevmişsin sen de beni aslında.
Gidişinin üzerinden geçti tam tamına ikiyüzonüç gün, onsekiz dakika.
Bilir misin sabah ezanı hangi makamda, elde var bir ölü nafile duası okunmakta,
Tam toprağa değerken tenim, farz-ı muhal sen çıkıp gelmişsin mezarıma.

Ruhum canlanıverir bir anda, bir rakı daha koyarım masaya,
Duble seversin sen susuz, hicaz dinlersin yanında,
Münir Nurettin Selçuk çalarız fonda;
Gittin de bıraktın beni aylarca



28 Mart 2022

Bir Tuhaf Hal

 



Yıl 2013 

Hızlı blogger Evren'in 2009 - 2010 yıllarındaki üretkenliğinden eser yok. Ayda 3 yazı çıkıyor çıkmıyor. Vladimir blogunda İsmail Ertin'in siyah beyaz bir fotoğrafını paylaşıyor. "Aykırı Kuş" isimli dergilerinde "Fotoğraflara Öyküler" başlıklı bölüm için öykü arayışındalar. Bense ilham perimin peşindeyim. Fotoğraf beni vuruyor. Hayalimin evi o fotoğrafta, düz ayak ve bir ahlat ağacının altında. Perim beliriveriyor sol omzumda, yazmaya başlıyorum, her zamanki hızımda parmaklarıma izin veriyor, klavye ile yaşadıkları aşka tanıklık ediyorum ve çalakalem halimle okuma bile yapmadan göndere basıp, Vladimir'e haber edip, tatile çıkıyorum. 

Vladimir tüm nezaketi ile;
Fotoğrafı dün öğleden sonra yayınladığımızda bu kadar çabuk bir öykü gelmesini beklememiştik hiçbirimiz.
Bu kadar kısa sürede bir resmin bir başka insana ilham vermesi ve ve o insanın düşüncelerini kağıda dökmesi inanılmaz bir sevinç Aykırı Kuş ekibi için. Güzel öykü, elinize sağlık. Yayın değerlendirme kurulumuza da aykirikus@gmail.com e mail ile göndermenizi çok isteriz. Sevgiler. :)
Aykırı Kuş Ekibi adına Vladimir."

yazıyor. 

Günler sonra ;

Merhaba Vladimir, öyküyü yayına verdikten kısa bir süre sonra tatile çıktım o yüzden cevap biraz gecikti. Nedense ben yazdığım şeyleri başka yerde hele de bir dergide yayınlayacak kadar "güzel" bulmuyorum, bu konuda garip bir tedirginliğim var o nedenle de gönderemedim. Kusura bakma ne olur. Fotoğraf öyle güzeldi ki bir kaç satır yazmasam olmayacaktı. Teşekkürler. Başarılar.

yazıyorum. 

Yıl 2022  

Kalemimin akışkanlığı üzerine aldığım övgüler hep fazla gelir bana, ne ara biri "vaovv" dese, utanırım. Basit, sıradan kelimelerle akışına yazdığım bir yazının başka bir insanda bıraktığı duyguya değil de, bana övgü gelmesi tuhaf değil mi? O yürek öyle duyumsadığı için "vaovv" oluyor kelimeler gibi gelir bana. Bence alkışlar yüreklere. 

Bu karışık mevzuyu anlatamadığıma eminim. Biraz da şımarmış ve Buraneros gibi kanatlanmış uçuşuma sayarsanız pek sevinirim. İnsan kelimelerini dinleyince bir tuhaf oluyormuş çünkü. 

Artık okuyanları da çok bekletmeden geleyim "bir tuhaf hal" meselesine; ben övgüleri fazla bulup utanadurayım, şu blog yazmaya karar verdiğim 2006 yılından bu yana 1000'den fazla yazı yazayım, sen Momentos, yıllar sonra bir referansla çık gel ve benim -bir dergide yayınlayacak kadar "güzel" bulmuyorum - dediğim öykü tadındaki yazımı bul ve o muhteşem seslendirme ile "podcast"inde yer ver. 

Şimdi ben; yazıyorum ben bu blogu demeyeyim de ne diyeyim, havalara uçup gökyüzünde salınan Buraneros'a selam etmeyeyim de ne yapayım, sesine yüreğini katıp, neredeyse çorak sayılacak bir Tarla'yı alıp başka dünyaların verimli diyarlarına  taşıyan Momentos'a sarılmayayım da nasıl durayım. 


TARLA için buraya...

UÇMAK için buraya...


***

Aslında bu yazıyı 24 Mart tarihinde podcast'i dinler dinlemez yazdım ama Momentos seslendirdim demeyince, ses etmeyeyim dedim, meğerse demiş :) Eski yorumlar onay istediğinden fark etmemişim. Toprağa ancak değdi de kanatlarım :)


***

Gelen övgüyü şefkatle kabullenip, içselleştirmek üzerine okumalar yapıyorum son zamanlarda, arayıp bulmak değil benimkisi, karşıma çıkıyor. Söylenen iltifatlar karşılığında, o senin güzelliğin  mütevazi tavrının yanı sıra, evet bu benim güzelliğim, bu güzellik bende doğuştan var, bu güzellik için çabaladım, bu güzellik için bedel ödedim, bu güzellik benim diyebilmek gerekliymiş, ben de öğreniyorum. Bu noktada hakkını teslim etmem gerekenlere özel teşekkürlerimi sunmak için bundan daha iyi bir fırsat olamaz diye düşünüyorum. 

"İfadene.. ifadendeki akıcılığa... Anlatışındaki gerçekçiliğe..."
"Vaaooovvvvv! dedim:) Bir kez daha..."
"Bir de doyumsuz betimlemelerini okumayı, yazılarını."
"Yine döktürmüşsün."
"Kalemin dert görmesin ve sen hep yaz."
"Her zamanki gibi çok etkileyiciydi."

Bu güzel ve destekleyici ifadeleri ve benzerlerini  özellikle blog yazmaya başladığımdan beri sıklıkla duyuyorum, bu ifadelerden bazıları bugün hayatta olmayan ama hayatıma değdiği için hep mutlulukla ve gözlerim parlayarak anımsadığım kişilere ait,  bazıları ilk blog yazmaya başladığımdan beri yakınlıklar kurduğum blog yazan kişilere, bazıları çok çok kıymetlim, dostum olanlara ait. Bugün bir kez daha fark ettim ki, pek çok yazımı değer verip okuyan, destekleyici ifadeleri ile perilerimin kanatlarını okşayan bu kişilere yeterince içtenlikli teşekkür sunamamışım. 

Momentos'a seneler evvelden kıymetini gösteremediğim yazım aracılığı ile bana tüm bunları hatırlatıp, kelimelerime kıymet verenleri anma şansı tanıdığı için bir kez daha teşekkür ederim. 

Sesin,  emeğin dert görmesin sevgili Sezer Özşen.


***

Fotoğraf: 27 Mart 2022 - Tarlada. Gün ağarırken omuzlarına kırağı düşen ballı baba.

 




 

18 Mart 2022

3 Uzun Cümlelik İtiraf







Seni sevdiğimi söylemiş miydim, seni yani, adını mesela, görmediğim şehrini, içinden sen geçen nehirleri, denizleri, yolları, sabahları uyandığında yanağını okşayan, o usul usul esen sabah rüzgârını, sen olan her yeri, o kafeyi mesela, meyhaneyi, içinden sen geçen şehirleri, sokakları, kadınları ve adamları, tren yolculuğunu, ortancalı bahçeyi, seni sevdiğimi söylemiş miydim, seni yani.

Seneler sonra öğrendim, içinden sen geçen kalbimi sevmeyi, şimdi ne zaman düşsen aklıma, kalbime sarılıp oradan bakıyorum hayata, öyle güzel ki yaşadığım şehir, sevmediğim yıllara şaşıyorum, adımı mesela, adımı seviyorum biliyor musun, dünyayı kucaklayasım geliyor duyduğum her seferinde, içimden geçiyor ne kadar nehir, deniz, yol varsa, gökyüzü doluyor içime, denizler taşıyor yüreğimden, sen oluyorum durup dururken, seviyorum yaşamayı hiç bıkmamış gibi o yokuşlardan.

Sabahları uyandığımda yanağımı tokatlayan o sert rüzgarlar ılık meltemlere bıraktı yerini, köşedeki kahveyi ve sokak arasında her daim çalgı çengiden sohbet bile edilemeyen o meyhaneyi, içinden geçtiğim tüm şehirleri, sokakları, adamları ve kadınları, balkondaki sardunyayı, limon otunu ve hercaiyi, susuz rakıyı, leblebiyi ve lakerdayı, anlayacağın seviyorum yaşamayı hiç gözyaşım gözyaşına değmemiş gibi.




Fotoğraf / Arşiv / Misi Köyü / 2018



 

16 Mart 2022

Ah Sevgilim - III





Sabah erkeni aynı yerde aynı saatte buluşan ekibin dünkü yorgunluğu mazi olmuş bile, gözler ışıl ışıl. Sesler cıvıltılı. İstanbul macerasının son günü, Gülhane'de ceviz ağacı olacağız. Sırt çantalı ekibin 12'de lobide buluşması kararı şimdilik iyi bir zamanlama gibi gözüküyor. 

Planladığımız gibi çıkıyoruz Maçka'dan. Feribot ile geçeceğiz Sirkeci'ye. Beşiktaş'ın ara sokaklarından iniyoruz bu sefer, tam saatinde iskeledeyiz. Gün sert olacak belli. Sokaklarda olacağımız 8 saatlik sürenin mola noktaları önemli. Ama henüz dikkate almadığımız bir durum var. Öğreneceğiz yaklaşık 2 saat sonra. 

Sirkeci garı nostaljisiyle, anılarıyla, keşkeleriyle hüzne boğuyor bizi. Sahilden değil de, parkın hemen hemen orta noktasına denk gelen kapısından giriş yapmak için çarşı içinden yürüyoruz. Pazar olmasına rağmen çıt yok dükkanlarda. Oysa hatrı sayılır bir kalabalık var. Yıllardır, Kapalı Çarşı'nın pazar günü kapalı olmasına veremediğim anlam bir kez daha anlamsızlığını perçinliyor. Her yer turist ama gel gör her yer kapalı. Gülhane parkını geride bırakınca, yönümüzü Cağaloğlu yokuşuna çeviriyoruz, anılar ve geçmiş peşimiz sıra geliyor. 

Nuriosmaniye Cami bahçesinden geçip,  Kapalı Çarşı'nın kapalı olduğunu bir kez daha teyit ediyoruz. Çemberlitaş Meydanı'ndan, Şeferiye Sarnıcı'na iniyor, oradan da Divan yolunu takip edip, Ayasofya Meydanı'na varıyoruz, mahşeri bir kalabalık, gezi otobüsleri, polis kortejleri karşılıyor bizi. Meğerse Miraç Kandili'ymiş. Uzaktan Ayasofya'ya selam edip, Sultan Ahmet Parkı'nın içinden geçip, Alman Çeşmesi yanından, camiye de uzaktan selam edip, Yılanlı Sütun ve Örme Dikilitaş tarafına atıyoruz kendimizi,  nispeten kalabalık azaldığından, kahve molası için bir bank seçiyoruz. Hava buz! Enerji için yediğimiz cevizler, incirler bir işe yaramayacak gibi durduğundan, molayı kısa kesip sahile inmek için, Küçük Ayasofya'ya doğru yürüyüşe geçiyoruz. 

Arka sokaklardan Kumkapı'ya yürüyoruz. Her adımda bir hüzün. Halbuki o sokaklardaki evler restore edilse, yürüyüş yolları yapılsa, aradaki parklara bir bakım yapılsa, ne kıymetli sokaklar... Ne kıymetli mahalleler... 

Kumkapı sessiz, henüz vakti gelmemiş belli. Meydandaki balık pazarından geriye dönüyoruz. Yorgun ayaklara mola vakti, sahilden  bir otobüse biniyor, bu turun anılar durağının sonu olacak Küçük Ev'e doğru yol alıyoruz. Samatya'ya varır varmaz dikkatimizi çeken şey, sessizlik ve ıssızlık... Henüz dükkanlar açmamış, balık pazarının orası açık, tek tük ve alkolsüz yer de var da, bizim mekanlar kapalı. Anlıyoruz ki Kandil nedeniyle esnaf açmamış. Yatıyor öğle rakı keyfi. Ah rehberim vah rehberim, olsaydı her tarakta bezin, etmezdin bizi rezil, diye söylene söylene kendime vardık sokak sonuna,  ocağın da başına. Kapalı elbette  90'ların sonunda, Türkân Şoray ve Şener Şen'in sımsıcak ve sahici oyunculuğu ile, hepimizi televizyon başına kitleyen kült dizi İkinci Bahar'ın çekildiği ocakbaşında bir anı fotoğrafı çektirip,  manzarası güzel balık ekmekçinin üçüncü katında soluğu alıyoruz. Soba ile ısınması ve manzarası içimizdeki burukluğu bir anda alıveren bu mekanı biraz da mecburiyetten seviyoruz. Köşe noktada yerimizi alıyor, balık çorbası ile açılışı yapıyoruz. Turşunun acılığı iştahları açıyor. Balıklar  ve salata ile devam ediyoruz. Bol sohbetli, rehberlere övgülü kapanış konuşması sonrasında, sert rüzgarlı, deniz kokulu yürüyüş ile dönüş feribotuna 1 saat kala liman kafede yerimizi alıyoruz. Fotoğraflara bakıyor, 2 gün geçmesine rağmen anılardaki yerini alan İstanbul gezimizin en'lerini konuşuyoruz. Bahar kendini gösterir göstermez yapılacak rotalar için mutabık kalıyor ve anonsla birlikte  yol yorgunu bedenlerimizi 1-2-3-4 nolu koltuklara bırakıyoruz. 

Feribot kalkmak üzereyken, son anda pusetli bebek arabasıyla gelen genç bir çift, arkamızdaki sıranın ilk koltuğunda oturan genç kızdan yardım istiyor. Dil bilmediği için el kol hareketleri ile, bebek arabasını gösterip, uyuyan bebeği işaret edip izin istiyor. Araya girip, bebek uyuyor, sizden yardım istiyorlar, koltuk değiştirmek için diyorum. Kız kulaklığını bile çıkartmadan ve kafasını çevirip omuz hareketi ile bana ne diyor. Annenin ve adamın çaresizliğine, sessiz sedasız uyuyan bebeğin masumluğuna kıyamıyorum. Genç anneye elimle işaret edip, kendi koltuğumu veriyorum. Gözleri ile teşekkür ediyor, kendi dilinde bir şeyler söylüyor, anlamıyorum  ama hissediyorum. Omuz hareketiyle kendisinden istenen yardımı ters çeviren kız elindeki telefondan Tedx konuşması dinliyor, kişisel olarak gelişecek gibi gözüküyor. Kitabıma konsantre olup, hemen sol yanımda oturan  ve ara ara bebeğini gözünün ucuyla kontrol eden babanın her seferinde bana bakıp gözleri ile teşekkür edişini yakalıyorum. 

Hayatın içindeki o küçük teşekkürleri minnetle kabul ediyor, dünyanın iki yüzlülüğü ile çalkalanan savaşların orta yerinde, yurdundan, evinden koparılan insanlara, o insanların insanca yaşama hakkına saygımızı bir kez daha sorguluyorum. 

***

Ah sevgilim... Ne acılar çektin, ne oyunlara, hırslara yenik düştün, kaç insan geldi geçti, kaç uygarlık... Sen direndin... Ah sevgilim, sen benim geçmeyen yaram, her daim atan yüreğim gibisin. Umudum ve en büyük mutsuzluğum sensin. Acım, kederim ve yaşama sevincimsin.